Ada Röportajlar

‘Okulu ateşe verselerdi çıra gibi yanardık’: Yetimhane öğrencilerinden Yorgo Vuças anlatıyor – Özgür Kaymak

Müthiş heybetli yapısı ile Büyükada’nın tepesinde konumlanan, onca zamandır tüm kötü hava koşullarına, yangına, depreme, olumsuz çevresel dinamiklere ve de ihmale sessizce direnen ve ayakta kalmaya tutunan, 1903’ten 1964’e kapatılana kadar yetim ve yoksul çocuklara kucak açmış Büyükada Rum Yetimhanesi.  

Yetimhane binasının İstanbul’a kazandırılması adına yapılan çalışmaların bünyesinde yürüttüğümüz, Yetimhane Sözlü Tarih Projesi için ilk derinlemesine mülakatı 24 Aralık 2021’de Atina’da, Yorgo Leonida Vuças ile gerçekleştirdim.  Sizleri, Yorgo Beyi’n yetimhane ve ada anıları ile baş başa bırakmadan önce, sözlü tarih projesinde beraber çalıştığımız ekip arkadaşlarım Eleni Karamiti ve Orbay Soydan’a sevgilerimi ve teşekkürlerimi iletiyorum. Elbette  Laki Vingas’a da, umudumuzu yitirmeden, İstanbul’un bu çok kıymetli kültürel ve mimari belleğine sahip çıkmak için bize açtığı yollar ve desteği için, Francis ailesine her çalışmamda olduğu gibi bana güvenleri ve destekleri için sonsuz teşekkürler. Yakın geleceğimizde Büyükada Yetimhanesi ile ilgili güzel haberleri paylaşmak umuduyla… 

Özgür Kaymak (‘Ö’): Yorgo Bey, yetimhane hikayenize gelmeden önce sizi kısaca tanıyalım. Hangi senede nerede doğdunuz, anne ve babanızın meslekleri nelerdi, aile soyağacına baktığımızda nerelerden İstanbul’a göç edilmiş? 

Yorgo Leonida Vuças (‘Y’): Şimdi, babam Büyükadalı. Annem Heybeliada’dan. 1945 yılında doğdum. O zamanlar çok fakirlik vardı, çok fakirdik… Babamın Büyükada’da vapur iskelesinden çıkarken hemen solda çiçekçisi vardı, çiçekçiydi. Orada halen “periptero” (gazete bayii) var; onun yanı o zamanlar çiçekçi dükkanıydı, orada çalışıyordu. Gece de balığa çıkıyordu tayfa olarak. Annemse ev kadınıydı.  

Ö: Kardeşiniz var mı? 

Y: Yok yok, ben tek çocuğum. Nerede doğduğumu hatırlamıyorum, birçok ev değiştirdik çünkü. Okul zamanı Büyükada’daki okula bir yıl gittim. Aya Dimitri’nin oradaki ilkokula. Kilise var ya; oradaki ilkokul. Sene 1951 idi. O ara annem hastalanıyor. Babam da beni Büyükada Rum Yetimhanesi’ne koydu. Mecburen tabii, çünkü bakamazdı. Hem işini hem beni idare edemezdi.  

“O zamanlar kızım fakirlik vardı, para yoktu. Zordu, çok zordu” 

Ö: Bize Yetimhane’nin genel atmosferinden, ortamından bahseder misiniz? O zamana geri dönüp baktığınızda hafızanızda kalan, duygularınızla birlikte, neler var? 

Y: Yetimhane’nin ilk zamanları kötüydü. Alışma meselesi… Çocukların giyimleri düzgün değildi.  

Ö: Yetimhane’de kimler okuyordu? 

Y: Annesi babası olmayan çocuklar ve çok fakir ailelerin çocukları alınıyordu.  

Ö: O ortam sanırım sizi hüzünlendirdi… 

Y: Zordu zordu… Ben tekrar birinci sınıftan başladım Yetimhane’de. Çocuklar benle dalga geçiyorlardı, çünkü uzun boyluydum onlardan. “Yuuuh” diye dalga geçiyorlardı benle.     

Ö: Peki, Aya Dimitri’deki ilkokul kalabalık mıydı, öğrenci sayısı ne kadardı acaba? 

Y: Tabii, bayağı kalabalıktı. Sınıflar doluydu. Öğretmenlerimiz Rumdu. Yetimhane’de  iki tane de Türk öğretmenimiz vardı. Rana Hanım ve Fikret Hanım. Biri Türkçe, diğeri Yurttaşlık Bilgisi derslerini veriyordu.  

Öğrencilerden önce giysilerden bahsetmek istiyorum. Giysiler çok fakirdi. Tek tip kıyafetti. Saçımız sıfır numara, gri renginde bir önlük ve diz kapağına kadar siyah çorap. Ayakkabılarımız eskiydi. Okulun girişinde kunduracı vardı, devamlı giderdik ayakkabıların altına kösele veya lastik koyardık.  

Ö: Çocukların kıyafetleri nereden temin ediliyordu? 

Y: O zaman fakirlik vardı dedim ya, okul insanları pek alakadar olmuyorlardı, gidip yardım toplamıyorlardı. Müdüriyet iyi kumanda etmiyordu, daha doğrusu uğraşmıyorlardı. Okul çok pasif kalıyordu. Müdür, Dimitriadis idi. Hayatta değildir, çoktan göçmüştür, o zamanlar da yaşlıydı. Ben 1951 yılında gittiğim zaman Yetimhane’ye, iki üç sene müdürlük yaptı. Sonra yeni bir müdür geldi; Mavrofilis. Bu adam okulu altüst etti. 

Ö: Ne anlamda? 

Y: Yepyeni elbiseler, ufak kazaklar, yeni ayakkabılar. Senede iki sefer ayakkabılar değişiyordu. Mavrofilis’in kızı burada, Atina’da yaşıyor. Zenginlerden yardım topluyorlardı.  

Ö: Bildiğimiz üzere Rum vakıflarının ciddi gelir kaynakları vardı. O halde daha önce yetimhaneye kaynak akmaması biraz da yönetimin basiretsizliği miydi? 

Y: Evet, ilgilenmiyorlardı. Sonradan Mavrofilis gelince işler değişti. O zaman Mavrofilis Halk Partisi’ne üyeydi. Ve onların yardımıyla sağdan soldan para topluyordu. Bu meyanda kundura fabrikası vardı, “Palavidis” isminde. Bu adam senede iki sefer gelip, hepimizin ölçülerini alıp ayakkabı getirirdi. Annesinin ruhu için, bağış olarak. Çok kıymetli ayakkabıcıydı.  

Ö: Biraz da Yetimhane’nin yemekhanesinden, sınıflardan bahsedebilir miyiz? 

Y: Yemekhane çok güzeldi. Kaç kişiydik hatırlamıyorum ama tek hatırladığım yemekhane dopdoluydu, oturacak yer yoktu. Uzun bir yemekhane vardı.  

Yetimhanenin yemekhanesi

Ö: Yemek menüsünde neler çıkıyordu hatırlıyor musunuz? 

Y: Çok güzeldi yemekler. Her şeyden vardı. Ama kaçtığım bir şey vardı, mutfakta patates soyulacak temizlenecek, efendim tavuk yontulacak ya, ben devamlı kaçardım. Tavukları sıcak suya koyuyorlardı tüyleri çabuk çıksın diye, çok pis bir kokusu vardı. 

Yardıma gelen gönüllüler de vardı. Her gün on çocuk alıp mutfağa yardıma götürüyorlardı; patates soymak, fasulye soymak, efendim soğan soymak için. Kız çocuk da, erkek çocuk da çalışıyordu. Bayağı disiplin vardı. 

Ö: Günlük rutin nasıldı Yetimhane’de? 

Y: Yatakhanede sabah erken kalkıyorduk. Hemen giyinip yüzümüzü yıkamaya gidiyorduk. Ben vazifeliydim, yani çoğu zaman sınıfın sobasını ben yakardım. Bodrum katı çok eskiden sanat okulu idi. Yetimhaneye aitti. Orada marangoz, kunduracı, demirci, birçok sanatlar vardı, terziler vardı. Onlar daha önce, 1950’den önce varmış, ben yetişmedim o zamana. Bodrum katına inip sağdan soldan tahta topluyorduk sobayı yakmak için. İcabında duvarlardan tahtaları söküp sobayı yakıyorduk. Yatakhanede soba yoktu, fakat okulda vardı ve devamlı yanıyordu.

Yatakhane

Ö: Ada’dasın, tepedesin, ahşap bina, çok çok soğuk olması lazım değil mi, bakımı ve ısıtılması muazzam zor olmalı?  

Y: Tonlarca odun gelirdi ve keserlerdi bahçede, biz de onları yakıyorduk. Tabii önce çıra yakıyorduk alevlenmesi için. Ahşap tahtaları söküp bodrum katında yakıyorduk. Sonra sınıfa gidiyorduk. 

Ö:Derslerden ve öğretmenlerinizden bahsedebilir misiniz bize? 

Y: Bütün dersler vardı. Hem Rumca hem Türkçe. Jimnastik vardı efendim… Bu meyanda spor vardı çok; futbol, voleybol, koşu, yüksek atlama… Bunları devamlı yapıyorduk. Öğlen yemekhaneye gidiyorduk, upuzun bir masa vardı yemekhanede (eliyle gösteriyor). Bir sıra masa solda, bir sıra masa sağda, ortada da müdürler-öğretmenler vardı, onlar da bizimle beraber yiyorlardı. Sabahları o zamanlar Amerikan yardımı vardı. 

Ö: Marshall yardımları… 

Y: Evet, Marshall. Sabahları girerken önce bir kaşık balık yağı ile bir zeytin, zorla… O çok berbat bir şeydi, çorba kaşığıyla hem de! Toz sütümüz vardı, büyük variller ile peynirler gelirdi. Tereyağı da güzeldi. Mavrofilis, zamanında giysimize, yiyeceğimize, eğlencemize kadar destek oldu. 

Ö: Okulda boş zamanlarınızda eğlenceler düzenleniyor muydu? 

Y: Çocuklara bakan bir hademe vardı, Mimikakis. Hiç unutmam, bize sinema oynatırdı. Büyük bir tiyatro salonumuz vardı, orada bir de sinema kurduk. Haftada iki gün, o zamanın Laurel-Hardy filmleri, kovboy filmleri filan oynatılırdı. Çok rahattık çok, çok eğlenirdik. 

Ö: Her akşam bu tarz bir aktivite oluyor muydu, dersler bittikten sonraki rutin nasıldı? 

Y: İkindide sıraya girilirdi dışarıda bahçede. Bir dilim ekmekle bir kaşık zeytin verirlerdi. Saat beş veya altıda.. Beşte teneffüse girerdik, ertesi günün ödevlerini yapardık.  

Ö: Hocalarınızla aranız nasıldı? Çok da kolay şartlar değildi eminim ki; annesi babası olmayan çocuklarla kurulan ilişki nasıldı? Ekstra ilgi gerektiren, çok derin empati kurulması gereken bir ortam olması lazım… 

Y: Bütün öğretmenler yetimhanede kalmıyordu; Rana ve Fikret Hanım mesela Tepeköy’de kalıyorlardı. Yunanistan’dan gelen hocalar yetimhanede kalıyorlardı. On beş günde bir veya ayda bir dışarıdan başka başka okullardan mezunlar gelirlerdi ziyarete, bizi eğlendirmek için. Gitar, akordeon çalar, eğlence programı yaparlardı.  

Ö: Rum liselerinden mi? 

Y: Evet evet, Rum liseleri ve Rum derneklerinden geliyorlardı. Çikolata, bisküvi de getiriyorlardı bize. Bayağı güzeldi. En iyi günlerimi ben orada yaşadım. 

Ö: Başta da söylediğiniz gibi ailesi hayatta olmayan, çok yoksulluk içinde olan çocuklar okuyordu. Peki siz onlarla nasıl ilişki kurdunuz? Başlarda zordu demiştiniz. Çocuklar acımasızdır çünkü… 

Y: Alışıyorsun. Birbirimizi seviyorduk, hepimiz birdik. Bütün gün devamlı oynardık. Yemekten sonra yatakhaneye giderdik, buz gibi suyla ayaklarımızı yıkıyorduk. Yatakhaneler soğuktu. Sonra hemen yatağa giriyorduk. Kızların koğuşları daha aşağı kattaydı, biz daha yukarıda idik. 

Ö: Noel, Paskalya gibi özel günler nasıl kutlanıyordu? 

Y: Teneffüs odasının hemen arkasında büyük bir oda vardı, Noel’de o oda oyuncak dolu olurdu. O zamanlarda Japon oyuncakları meşhurdu. Herkesin bir oyuncağı olurdu. Gidip bakardık odaya, sevinirdik, “bu benim olsun” isterdik. Yılbaşı gecesi bir fener yarışmamız vardı. Kartondan evler, kiliseler olurdu ve içlerinde mum yakardık. Ve birinci gelene mükafat veriyorlardı. Kiliseye her Pazar gidiliyordu.  

Ö: Ben de bir Adalı olarak şöyle düşünürüm: Yetimhane hepimizin gözünde, gönlünde en kıymetli mücevher gibi değerlidir. Tepede ve ulaşılmaz!… Sizin yerel Adalılarla ilişkiniz, hem Türklerle hem Rumlarla, nasıldı?  

Y: Gerek olmadığı müddetçe aşağıya pek inmiyorduk. Yüce Tepe’ye çıkıyorduk, Aya Yorgi’ye. İsa Tepesi’ne her Pazar çıkıyorduk, kiliseye gidiyorduk. İsa Tepesi’nin yanında Tepeköy’de o zamanlar futbol oynanırdı; Lefterler, Kasapoğulları, Basriler… Gidip onları seyrederdik. Adalılar karması vardı, orada futbol oynanırdı. O zamanlar reklam olarak pervaneli uçaklar geçer, bize paraşütle Komili’nin sabunlarını atarlardı, reklam mahiyetinde. Ülker bisküvileri vardı, paraşütlerle atarlardı, biz de koşup toplardık. Tepeköy’de bütün çocuklar toplanırdık, futbol maçlarını izlemeye giderdik.  

Ö: O zaman anladığım kadarıyla Ada’nın yerel halkıyla çok haşır neşir değildiniz? 

Y: Son sınıfa gelince, biraz büyüyünce aşağı inmeye başlamıştık. Bizim okulun ihtiyaçlarını almak için iki tekerlekli bir arabamız ve bir de katırımız vardı. İçeride küçük bir okul vardı, kapalıydı orası. Ufak bir bina daha vardı, biz ona “küçük okul” derdik. Onun arka tarafı da ahırdı. O ahırda ufak bir araba ve katır vardı. Bir iki sefer arabacı gelmeyince mecbur oldum , kumanyayı almak için ben çarşıya indim.  

Hiç sıkılmadık, çünkü devamlı, devamlı oynardık arkadaşlarımla. 

Fotoğraf: Orbay Soydan

“Eğer ateşe verselerdi okulu bütün Ada giderdi, bütün Ada giderdi! Çıra gibi yanardık” 

Ö: O zaman müfettişler gelir miydi okula denetim için, Türk müdür muavini uygulaması 60’lardan sonra çıkmıştı sanırım… 

Y: Evet evet gelirlerdi. Bizi rahatsız eden bir şey olmadı hiç. Gelip teftiş edip giderlerdi.  

Ö: İstiklal Marşı ve Andımız okutuluyor muydu? 

Y: Evet evet, “Türküm Doğruyum Çalışkanım”, her sabah okurduk bahçede. 

Ö: Babanız anneniz sizi ziyarete geliyorlar mıydı? 

Y: Evet geldiler. Anneannem, Allah rahmet eylesin, o her hafta gelirdi. Yayan çıkıyordu, o zamanlar arabayı kim alacak? Araba için de para lazım. O zamanlar fakirlik vardı, para yoktu. Babam iki üç işi aynı anda yapıyordu. Zordu, çok zordu. Ada’da umumiyetle Rumlar, Ermeniler, Yahudiler vardı. Müslümler çok azdı. 

Fotoğraf: Orbay Soydan

Ö: Peki, siz 1952-1958 arası okudunuz. Orada çok önemli bir tarih var; 6-7 Eylül 1955. Siz ne yaşadınız, “yukarıda” neler oldu? 

Y: Onu ben daha önce görüşme yaptığım İTÜ’den iki kız öğrenciye anlattım, ama kesmişler orayı. O gece bir huysuzluk vardı. Bir türlü uyuyamıyordum ben. Bir baktım aniden, bizim hademe vardı, Yanni, sinemacı aynı zamanda. O adam geldi. Büyük bir çocuk vardı, Kourmuzis isminde, hepimizden büyüktü. Telefon geldi İsa Tepesi’nden, biçki-dikiş yurdu vardı fakir kızlar için, oradan bir telefon geldi. “Çabuk bayrak asın” diye. Büyük demir kapı var ya? Oraya asmak için. Hemen Yanni bu çocuğu kaldırdı ve beraber bayrağı asmaya gittiler. Ben duydum bunu, ahşap merdivenlerden marşı söylediğimiz odaya gidiyorduk, mermer merdivenlerden de yemekhaneye gidiyorduk. Ben hemen aşağı indim, orada bekliyorum. Kourmuzis dediğim çocukla hademe de geldi. Şimdi bekliyoruz bakalım ne olacak diye… Uzaktan alevler, meşaleler… 

“Şöyle söylenir; Yüce Tepe’ye çıkarken yolun ortasında atın üzerinde Aya Yorgi’yi görmüşler ve korkarak kaçmışlar” 

Ö: Bu kısım bilinmez pek. Ada’da en fazla iskelede, Milto gibi lokantalara zarar verildiği, Lefter’in evinin olduğu Çankaya Caddesi’ne gidildiği biliniyor. Yetimhanenin hikayesi sanırım, benim bildiğim en azından, hiç konuşulmadı… 

Y: Çıktılar yukarı. Tabii çıktılar! Kapının önüne kadar geldiler. İçeride kapıcı var kunduracı, orda yatıyordu, haberi yoktu. Birbirlerine soruyorlar, “Yahu burada Türk bayrağı var, ne yapacağız?” diye. Laflarını daha tamamlamadan polis cipi geliyor. Sıkıyönetim çıkmıştı. Hemen bunlar toz oldular, okulun hemen yanından Lunapark’a indiler, kayboldular. Gece uykudan kalktık biz! Hava karanlıktı, saat 9-10 gibiydi. Polisler geldi, şudur budur, “korkmayın biz buradayız, kimse size bir şey yapamaz” dediler. Ertesi sabah asker geldi. Otuz tane asker. Hemen okulun bahçesinde çadır kurdular, epey kaldılar orada. Bizi korumak için geldiler, “korkmayın çocuklar, bir şey yoktur, yangın çıkmasın diye biz buradayız” diyorlardı.  

Eğer ateşe verselerdi okulu bütün Ada giderdi, bütün Ada giderdi!… Çıra gibi yanardık.  

Ö: Hocaların gerginliğini, tedirginliğini hatırlıyor musunuz? 

Y: Korku vardı çok. Mavrofilis bundan hemen sonra gelmişti. Yanni Kalamaris var bir de. Bir ara Robert Kolej’de de hocaydı. O da çok demeç verdi okul hakkında. Onun askerden geldiğini hatırlarım. Okulda göreve başladı jimnastik hocası olarak. Çok severdi çocukları. Buraya, Atina’ya geldiğinde görüyorum onu. 

Fotoğraf: Orbay Soydan

Ö: 6-7 Eylül’ü yaşadınız büyük bir korkuyla, çocukken… Okula yapılan başka sözlü-fiziksel bir saldırı hatırlıyor musunuz, ya da biliyor musunuz? 

Y: Bu meyanda şunu söyleyeyim; İsa Tepesi’ne gittiler, kilisenin kapısını kırdılar. Kızlar bağırıyordu, kızlara tecavüz ettiler. Yurttu kızların kaldığı yer. Kızlara tecavüz ettiler. Sen bir ara uğra Ada’ya gittiğinde; Heybeli’den bakınca iki tane tepe var, biri İsa tepe biri Yüce tepe. İsa tepede kilise vardı, yanında da biçki-dikiş yurdu vardı ve yatılıydı. “Ergazomena Koritsia” deniyordu onlara, yani “çalışan kızlar”.  

Ö: Sonra ne oldu o kızlara biliyor musunuz? 

Y: Bilemedim… Belki de buraya (Atina) gönderdiler. Şöyle söylenir, Yüce Tepe’ye çıkarken yolun ortasında atın üzerinde Aya Yorgi’yi görmüşler ve korkarak kaçmışlar. Masal olabilir, bilmiyorum. Öyle duyduk. Aslı var mı yok mu bilemem…   

Ö: Bu anlattıklarınız çok kıymetli, 6-7 Eylül İstanbul’un belirli semtleri üzerinden konuşulur ekseriyetle; ben doktora tezimde Adalardan bahsetmiştim. Ama bu bilinen bir hikaye değil, o yüzden çok önemli.  

Y: Bu ırza geçme olaylarını aileler kapatıyordu. 

Ö: Zaten halen travmatik etkileri olan bir pogrom 1955. Hele ki tecavüz, utanç ve ölümle bir tutulan bir olgu… Sayı bile halen net bilinmiyor. Belki Balıklı Rum Hastanesi’nde kaydı vardır… Ne oldu o kızlara? Belki de hayattalar, buradalar ya da İstanbul’da yaşıyorlar…  

Y: Mezarlardan ölüleri çıkardılar, bilhassa Şişli’de. Her yerde, her evde konuşulurdu. Korku vardı. Korku vardı… 

Ö: O zaman 1955’ten devam edelim; okul ne zaman kapandı, siz ne zaman ayrıldınız oradan?  

Y: Ben 1958’de mezun oldum ve ayrıldım okuldan. Müdür Mavrofilis beni çok seviyordu. “Oğlum seni okutalım” dedi. Beni Fener’e (Kırmızı Mektep) göndermek istiyordu. Ama ben sıkılmıştım son zamanlarda, hürriyetime kavuşmak istiyordum, dışarı çıkmak istiyordum. Mezun olduğum gün annemle babam gelmişlerdi, beni alıp gittiler. Kağıtlarımı hazırlamıştı müdür. Annem iyileşti, 85 yaşına kadar yaşadı. Babam daha önce vefat etti, genç gitti babam…  

Fotoğraf: Orbay Soydan

Neyse, güzeldir okul, benim için hatıraları çoktur… Beni okula 1951 yılında koydular. 1952 yılında annem ve babam Boyacıköy’e, Emirgan’a taşınmışlar. Orada iş bulmuş babam. Bir kiliseye bakacak. Yemek, içmek, su parası, elektrik parası, kira hiçbir şey yok. Babam mecbur oldu ve oraya gitti. Ben de okuldan çıkınca Boyacıköy’e onların yanına gittim. 1958 yılında ben Büyükada’yı terk ettim.  

Okulun kapanma hikayesi detaylı bir şekilde bizim hocanın kitabında anlatılıyor. Adı Haçu’ydu, bizim son öğretmenimizdi, bütün detaylar var o kitapta. Dakika dakika geçirdikleri heyecanları, hepsini yazmış. Rumca kitap.  

Ö: Okulun tahliyesi nasıl oldu?… 

Y: Yangın çıkacak bahanesiyle apar topar çıkardılar okuldan bütün çocukları. O zaman ufak okuldaydılar, orayı tamir etmişlerdi. Orada kalıyorlardı, ufak okulda.  

Ö: Peki o kadar çocuğu nereye götürdüler apar topar yangın bahanesiyle? 

Y: Aşağı okula indirdiler. İkiye böldüler, kızları başka yere erkekleri başka yere götürdüler. Hatta bir kısmını Nikolaidis’in evine götürdüler. Haçu’nun kitabında hepsi var. Burada satılmıyor o kitap… 

Hiç tolerans vermediler. Apar topar tüm okulu boşalttılar bir anda. Tam Kıbrıs dönemi işte. Hepsi siyasi tabii dediğin gibi.  

Ö: Ölüme terk ettiler binayı… 

Y: Aynen, zaten o zaman bir kanun vardı, binalara tamirat yapılamıyordu. Kiliseye çivi bile çakılmıyordu. 

Ö: Bir fotoğraf vardır, belki de en bilinen fotoğraf, piyanolu olan. Hatırlıyor musunuz o piyanoyu? 

Y: Tabii tabii. Ama kullanılmaya kullanılmaya kırık dökük duruyormuş… 

Fotoğraf: Orbay Soydan

Ö: Peki okuldan arkadaşlarınızla görüştükleriniz var mı, Atina’da birbirinizi bulduğunuz arkadaşlarınız oldu mu? 

Y: Birçok arkadaş var tabii. Birçok arkadaşla 1980 yılında buluştuk, yaklaşık 32-33 çocukla , burada, Atina’da buluştuk. Zamanla çoğu buraya geldiler. Hemen hemen hepsi emekli şimdi.  

Ö: Okuldan mezun olunca devam etmediniz eğitim hayatına ve Boyacıköy’e geri döndünüz. Sonra neler oldu hayatınızda? 

Y: Yenişehir’e, Dolapdere’ye taşındım. O zaman berbat bir yerdi, yankesiciler filan. Yenişehir’den Bankalar’a gittim, orada bir Yahudi patronun yanında ustabaşı oldum. Oradan da emekli oldum. 1975’e kadar çalıştım, tam 17 sene. Ve 1975 yılında Türkiye’yi terk ettim. 

Ö: Evlendiniz mi hiç, çocuğunuz var mı? 

Y: Evlilik de çocuk da vardı. Yaşımız gençti tabii, askere gitmeden önce nikah kıydım Sarıyer’de. Askerliğim için İskenderun’a gittim eğitim alayına, oradan İzmit. Bahriyeydim, Gölcük’e gittim. Oradan da Karadeniz Ereğli’ye gittim, orada bitirdim askerliği. İki buçuk sene sürdü benim askerliğim. Evraklarımı aldım ve evime gittim. On beş gün sonra Kasımpaşa’ya gidip tezkerimi alacağım. O gün postacı kapıda sabah sabah, “hayrola” dedim, “telegrafın var” dedi. “Derhal kıtana dön” yazmış komutan! Sene 67’nin sonu idi. Kıbrıs olayları vardı. 

Gerisin geri döndük, komutana çıktık, “niye geldin oğlum” demesin mi? “Emir değişti, hemen evine git” dedi. Günlerden Cuma! “Komutanım bari kalayım bir iki gün, Pazar dönerim otobüsle” dedim. Pazar biletimi aldım otobüse gideceğim, karşımda iki tane inzibat, “izinler kapandı, kıtana dön”, haydaaaa! Ondan sonra tam kırk beş gün kaldım askerde. Bu ara evliyim. Boyacıköy’de annemler oturuyordu, eşimin evi Yeniköy’de idi, yakındı, arada İstinye vardı. Eşim de Rum tabii.  

Okulla ilgili söylemediğim bir şey daha var. Her Cumartesi hamama mecburi giderdik. Okulda hamam vardı. Önce kızlar, sonra erkekler. Haftada bir gündü. Temiz çamaşırlarımızı verirlerdi, okul gerçekten temizdi. Bize bakan kadın iki taneydi, daha doğrusu üç kadın vardı. Biri minilere bakardı, beş yaşından küçüklere. Bir kadın erkeklere, bir kadın da kız çocuklarına bakardı. Bize bakan kadın tertemizdi. Herkesin bir rafı vardı, hepimizin çoraptan tut mendile kadar her şeyimiz vardı. Bu meyanda, müdür değişince oldu tabii hepsi. Saçımız uzadı, artık tarağımız vardı. Tabii karne alıyorduk.  

Fotoğraf: Orbay Soydan

Ö: Çocuksunuz, canınız çeker illaki bir iskeleye gidip dondurma yemeyi. Harçlık veriliyor muydu? 

Y: O dondurmacılar bize gelirdi. Okulun etrafında parmaklıklar vardı, oraya gelirlerdi. Biz aşağıya, Ada’nın merkezine inmezdik. Dondurmacı, helvacı. Macun şekerleri vardı, leblebi tozu vardı. Annesi babası hayatta olanlar gelip harçlık verirlerdi.  

Ö: Yaz tatillerini nasıl geçirirdiniz Ada’da? 

Y: Yaz tatillerinde her gün deniz… Okulun arkasından ormanın içinden koşa koşa denize giderdik. Ondan sonra dönüşte Lunapark’tan yukarı çıkardık, dönüş zordu. Öğretmenlerle birlikte giderdik tabii. Şöyle bir durum daha vardı: ailesi hayatta olanlar tatillerde çocuklarını almaya gelirlerdi. Beni de iki sefer aldılar. Annemle babam gelir, on beş gün evde kalırdım. .  

Ö: Ailesi olmayan arkadaşlarınız için ve sizin için ayrıca çok hüzünlü olmalı bu buluşmalar bir diğer taraftan da… 

Y: Anne babanı görüyorsun ve  bütün gün beraber olduğun arkadaşlarını düşünüyorsun sadece… İyi ki orada okudum diyorum. Ve orada okuyan çocukların çoğu doğru dürüst kişiler oldular. Yüksek tahsilli oldu çoğu; yazarlar çıktı, doktorlar çıktı… 

Ö: Gidip geliyor musunuz İstanbul’a? 

Y: Evet. Sadece şu pandemiden dolayı iki senedir gidemedim. Bizim orada çok büyük bir arazimiz var. İstinye-Yeniköy arası, Türk mezarlığının arkasında. 1974’ten beri almaya uğraşıyoruz. Hazineye devredildi, çıkarttık, gene aldılar, tekrar çıkardık. Yani vermek istemiyorlar. Eşim mirasçı, ona miras kalıyor. Arada birkaç tane daha mirasçı var, yanaşmıyorlar anlaşmaya. On senedir ben uğraşıyorum tek başıma. Vekaletname yaz, avukat masrafı, uçak-otel masrafı derken ben dünya para harcadım. Zor işler kızım bunlar…  

İşte ben otuz yaşında emekli olup geldim buraya. Ben avizeciyim, benim mesleğim avizecilik. Ben İstanbul’da Bankalar Caddesi’nde çalıştım, on yedi sene sosyal sigorta dökümüm var. İstanbul’dan emekli oldum ben. 1975’te buraya geldim. Burada da çalıştım ve buradan da emekli oldum.  

Ö: Çok çok teşekkür ederim Yorgo Bey, anlattıklarınız çok kıymetli… 

Büyükada RumYetimhanesi sosyal medya hesapları: 
Twitter: @pringipos 
Instagram: Pringipos Orphanage 
Facebook: Pringipos Greek Orphanage