Bir adada yaşamak, adalı olmak nasıl bir duygudur? Bu sorunun cevabı benim için aslında çok karışık ve derindir. Fakat sizi yormaya niyetim yok. Tek cevapla yetineceğim; özgürlük. Yalnızlık, uzaklık, özgürlük, aidiyet, çok kültürlülük, çoğulculuk, çocukluk birçok kişi bunlardan birini seçebilir. Prenslerin sürgün ve tutsak edildiği Adalar’da, ben özgürlüğü seçtim. Size şöyle bir örnek vereceğim. Adada yaşadığım güzel yıllarda İstanbul’a (kimi şehre der, kimi karşıya) indiğimde kalabalık saatlerde otobüsün boş gelmesini beklerdim. Sıkış tıkış otobüslere binemezdim. Boş ada sokaklarında kimseye değmeden özgürce dolaştığımız kalabalık ortamlarda bulunmadığımız için insanların tost gibi birbirinin üzerinde olduğu otobüslere binmez birisi boş gelinceye kadar durakta bekler dururdum. Bu yüzden birçok yere hep geç gittim. Bir de İstanbul’a indiğimde başıma ağrı girdiğinden hemen işimi bitirip ilk vapurla adaya dönerdim. Adanın temiz havası özgürlüğümüz ve yaşam sevincimizdi.
Adada yaşamak ayrıcalığımızdı. Yaz, kış adada yaşadığımızda meraklı sorulara muhatap olurduk. “Nasıl yaşıyorsunuz adada? Kaç kişi kışın kalıyor? Nasıl gidiyorsunuz? Vapur çalışmayınca ne yapıyorsun? Doktor, hastane var mı? Okul var mı? Böyle tüm sorularla muhatap olup ayrıcalıklı olduğunuzu hissediyorsunuz. Birçok kişi de adada size gelmek istediğini belirtiyordu.
Bu arada dikkatli okuyucu anlamıştır. Ada diye bahsettiğim Büyükada’dır. Batılıların Prince’s Island (Prens Adaları) Rumların Prinkipo, Osmanlıların bir dönem Ada-i Kebir dediği ve genel olarak Büyükada diye bilinen yere biz Ada deriz. Heybeli, Burgaz, Kınalı, Kaşık, Yassı, Sivri, Sedef, Neandros, kendi adlarıyla anılır. Büyükada bizim için “Ada” dır. Evet ömrümün büyük bölümünü geçirdiğim, okullarında okuduğum, denizinde yüzdüğüm, ormanlarında dolaştığım, sokaklarında adım atmadığım yer kalmayan, Büyükada’dan bahsediyorum. Büyükada; çoklu yaşamın, çeşit çeşit güzel ve çirkin olayların adası. Adada bir deyim vardı “Son durak Büyükada”, vapurların son durağı olduğu için denirdi. Fakat bizim için o “tuhaf insanlara” karşı söylediğimiz bir şeydi. Aslında ‘ipini koparan son durak diye Büyükada’ya inmiş’ anlamına gelirdi.
Ada vapuru yandan çarklı
Vapurlardan bahsetmişken; 177 yıldır vapurlar değişe değişe Adalara yolcu ve yük taşımışlar. Şu sıralarda o eski halinden eser olmasa da vapurlar yine çalışıyor. Yandan çarklısı, kömürlüsü, buharlısı, dizeli vapurlar zamanında Adaların tek ulaşım araçlarıydı. Kimler yolculuk etmemiş ki bu vapurlarda… Melih Cevdet Anday, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Sait Faik, Reşat Nuri Güntekin, Nurullah Ataç, hepsi bu vapurlarla gelip Adaları tek tek bölüşüp, anı biriktirip, güzel yazılarını yazmışlar. Sait Faik yağmurlu bir gecede 8:45 vapurunda Burgaz’a gelirken evlerin içini ve ormanı dikizleyen projektörcüye kafayı takıp “Yağmurlu gecede bir adam geldi, dersin. Projektörcü” öyküsünü kaleme almış. Melih Cevdet Anday Büyükada’ya giderken,
Ada vapuru yandan çarklı,
Bayraklar donanmış cafcaflı,
Simitçi, kahveci, gazozcu
Şinanay da şinanay.
şirini yazmış. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Heybeliada’da 30 yıldır yaşadığı yokuş başındaki köhne köşkünden telaşla vapura yetiştikten sonra her zamanki koltuğuna oturur elindeki beyaz eldivenleriyle elinde bir şiş veya tığ, örgü örermiş. Papyonlu bu kişiyi tanımayanlar önemli romancıyla gülüp dalga geçiyormuş. Gürpınar, sık sık yaptığı vapur yolculuğunda sadece örgü örmez, yazacağı romanın malzemelerini de kafasında örermiş. Ankara’dan Büyükada’ya sıkça gelen Nurullah Ataç’ın, vapurdan iner inmez ilk gittiği yer ise Yüksek Kahve’dir. Eve gitmeden Yüksek Kahve’de soluğu alır kâğıt oynardı, üstelik ağzından sigarası hiç düşmeden. Reşat Nuri Güntekin de vapurlarda çok sık görünen adanın önemli bir diğer yazarıydı.
Lotaryacısı, ayakkabı boyacısı, seyyar satıcısı vapurların süsüydü. Burhan Pazarlama unutulur mu hiç? Lotarya’ya konan kırlangıç balığı, bir adet viski vapur adaya gelmeden çekilişle şanslı sahibine giderdi. O sırada lüküs kamerada kimler oturur bilinmez…
Çok eski adalıların anlatımlarından öğrendiğimize göre akşam postasına binmeden önce sık sık Mısır Çarşısı’nın pastırmacılarından ve Havyar Han’ın yanındaki mezecilerden gerekli malzemeler tedarik edilir ve yolculuk esnasında esaslı bir rakı sofrası kurulurdu. Arada Galatalı bir laternacı tam teçhizatlı ve keyifli müzik havalarıyla bu eğlentilere eşlik ederdi. Deniz Kızı Eftalya ada vapurunda şarkı söylediği zaman kaptanlar hız keser, hatta bazılarının rotayı Hayırsızada’ya bile çevirdiği rivayet edilir.
Bursaspor taraftarları
Bursaspor taraftarları Dolmabahçe’de oynanan maçları için Yalova’dan sabah Köprü’ye, İstanbul’a gitmek için ekspres seferine binerlerdi. Altı, altı buçuk gibi kalkardı Yalova’dan vapurları. Sabah 07.30’da Büyükada İskelesi’ne geldikleri zaman öyle bir bağırırlardı ki Adalılara ‘Kefereler kefereler’ diye… Akşam da bize eğlence çıkardı. Maç sonucunda Bursasporlular genellikle Fenerbahçe, Beşiktaş̧, Galatasaray gibi takımlara mağlup olurlardı. Biz de onları kızdırmak amacıyla toplanırdık sahilde. Önce Heybeliadalılar başlardı kızdırmaya. Bursalı taraftarlar üstte terastaki koltukları iskeleden inenlerin üzerine atarlar ve yolcuları adaya çıkarmazlardı. Polis gelir ortalık şenlik yerine dönerdi. O zamanlar bu olay Ada’da önemli bir eğlencemizdi.
Vapurlar, İstanbul’un simgesi olmayı sürdürüyor. Vapurlar sadece yolcuları değil, toplumun kültürünü, geleneklerini, alışkanlıklarını da taşır. Vapur içerisinde müzisyenlerin konserini dinlemek, vapurda küpeşteye dayanarak taze simidi martılarla paylaşmak, çay yudumlarken gazete, kitap okumak, martıların dans ettiği İstanbul tablosunu seyretmek bir parçasıdır bu kültürün. Vapurdan başka hangi ulaşım aracı bu keyifli yolculuğu bize sunabilir ki? Bu yüzdendir İstanbulluların vapurlarına aşkı.
Adalılarda üç vapurun yeri ayrıydı. Bunlara Bahçe tipi vapurlar deniyordu. Çünkü Ada seyahatleri uzun sürüyordu ve konforlu gemilere ihtiyaç vardı. Üç vapur, uzun yıllar İstanbulluların hafızalarından silinmeyecekti. 1 Ekim 1952 Çarşamba günü saat 09.50’de İstanbul Limanı’na bembeyaz gövdesi, güçlü̈ görünümü, 18 mili bulan sürati ile giren Paşabahçe vapuru, rahat ve konforlu salonlarıyla poyraz, lodos dinlemeden yaptığı seferleriyle İstanbulluların hayran olduğu bir vapur oldu. Makine dairesi güneş̧ alan ilk vapurdu. 1952 yılında İskoçya’da, Glasgow Dumbarton’da William Denny&Brothers tezgâhlarında özenle yapılan Dolmabahçe vapuru ise 2 Nisan 1953’te hizmete sunuldu. Dolmabahçe vapurunun saatte 18 mil hız yapabilen, her biri 1500 beygir gücünde 2 adet Sulzer dizel motoru bulunuyordu. Aynı tezgâhlarda siparişi verilen Fenerbahçe vapuru 14 Mayıs 1953’te İstanbul’a gelerek hizmete başladı. 1200’ü oturur, 500’ü ayakta toplam 1700 yolcu alabilen bu vapurlar İstanbul’a römorkaj ile getirildi. Bahçe tipi diye adlandırılmalarının sebebi, vapurların bacalarının bulunduğu açık güvertede ve kaptan köşkünün arka kısmında çok geniş̧ açık birer bölümlerinin olmasıydı. Üst ve alt salonları, arka arkaya kanepe gibi sıralı değil, masaların çevresinde toplanmış̧ lüks oturma grupları halindeydi. Orta güverte ve salonda barı bulunuyordu. Hasır koltuklarda oturanlar bardan aldıkları içkilerini yudumlayarak yolculuğun keyfine varıyorlardı. Bahçe vapurlarının orta ve arka kısmı lüks mevki olarak ayrılmıştı. Alt kısmı kapalı üst kısmı açık olan salonlarda oturmak isteyenler aldıkları bilet haricinde bu bölümde dolaşan biletçiye ayrıca para ödeyerek bir bilet daha kestirirlerdi. Sadece oturanlar değil ayaktaki yolcular da para öderdi. Melih Cevdet Anday’ın şiirinde bahsettiği; “Lüküs kamarada kimler oturur? Şinanay da şinanay” dizelerinin kaynağı da işte bu salonlardır.
Paşabahçe vapuru
1952-53 yıllarında faaliyete geçen bahçe tipi vapurların sonları pek iyi olmadı. Dolmabahçe 1993 yılında hurdaya çıkarıldı. Fenerbahçe, Rahmi Koç Müzesi’ne verilerek müzelik oldu. Geriye filonun en güçlüsü Paşabahçe kaldı. 2010’da adından dolayı Beykoz Belediyesi’ne bir protokolle verildi. Hollykoz adında bir projede eğlence ve nikah salonu yapıldı. Beş altı yıl sonra vapura bakım yapılmadığı ve çürümeye başladığı için belediye elden çıkarma arayışına girdi.
Tam da bu zamanlarda, 2017 yazının son günlerinde arkadaşım Veysel Bingöl ile çocukluğumuzdan anılar taşıyan Paşabahçe vapurunu ziyarete gittik. Vapurun içler acısı halini gördük. Blogumda Paşabahçe’nin son durumuna ilişkin izlenimlerimi ve fotoğraflarını paylaştım. Paşabahçe vapuru sanki 150 yaşındaymış gibi yıpranmış, gözümüzün önünde duruyordu. Heyecan içinde bindiğimiz vapurun güvertesinin tahtaları içinden otlar fışkırıyordu. Birçok bölümü daha önceki nikâh ve sergi salonu olarak kullanımından dolayı kapalı, o güzelim açık bej rengi koltuklar, masalar, lambalar ve muhteşem bar artık yoktu. Girişte sadece belki de en son seferini yaptığı Köprü, Büyükada, Kınalıda, Burgazada, Yalova yazısı duruyordu. Hüzünle dolaştık açık olan yerleri. Heybeliada’ya yanaştığında Büyükada’dan duyduğumuz o güçlü motorları artık yoktu. Ne güzel sesi vardı o makinelerin. Paşabahçe vapurunun en güzel yeri bacasıydı. Çocukluğumuzda hep onu sorardık. “Hangi vapurun bacasından geçilir?” diye. Bacasının içinden merdivenle üst güverteye çıkılırdı. Yine çıktık üst güverteye, bacası eski ihtişamında fakat güvertenin tahtalarının çivileri çıkmış; içinde otlar, çer çöp vardı… Aşağıya düşmemek için oldukça dikkat etmiştik. Hüznün fotoğraflarını çekiyorduk. Çocukluğumuzu arıyorduk. Fakat durum o kadar kötüydü ki sessiz kalmıştık bir süre, ağzımızdan bir kelime dahi çıkamamıştı. Güvenlik görevlisi hüznümüzü paylaşmıştı bize eşlik ederken. Vapur, o yıllarda 6-7 milyon lira bulunamazsa, artık burada kalamayacak ve dalış sporlarına hizmet için Boğaz’ın serin sularına batırılacaktı. Bu süreçte sivil toplum kuruluşları vapurun batırılması durumunda pas ve korozyon sebebiyle çevreye vereceği zarara dikkat çekiyordu. Belediye yetkilileri İTÜ’den gelecek raporu beklediklerini söylüyordu. Fotoğraflarını çekip, çocukluğumuzdan sayılı anıları sağlam bulduğumuz Paşabahçe’ye veda edip, batırılmaması temennisiyle Beykoz’dan ayrılmıştık.
Bu deneyimimden sonra Change.org’da bir imza kampanyası başlattım. İki yıl imza topladım. Yılmadım her kapıyı çalmaya devam ettim. İmza kampanyasını duyan ve bu mücadeleyi yakından izleyen deniz ve vapur sevdalısı çok değerli kadim bir arkadaşım, Cengiz Özkarabekir İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Ekrem İmamoğlu ve üst düzey belediye yetkililerine Paşabahçe vapurunun son durumunu anlattı.
27 Ekim 2019’da Ekrem İmamoğlu’nun ve Şehir Hatları AŞ Genel Müdürü Sinem Dedetaş ve ekibinin yoğun çabaları sonucunda söküm ihalesi iptal edildi. Vapurun Şehir Hatları’na devredilmesi için Beykoz Belediyesi ile görüşmeler başlatıldı. Beykoz Belediye Meclisi, hibe yoluyla edindiği vapuru tekrar Şehir Hatları’na devretme kararı aldı. Paşabahçe bu süreçten sonra Haliç Tersanesi’nde yenilendi.
1 Eylül 2022 yılında Kabataş- Heybeliada- Büyükada seferlerine başladı. Akşamları ise 21.00 den sonra Büyükada İskelesi’nde kafe olarak güzel etkinlikler yapılmaya başlandı. Paşabahçe Vapuru 1952 yılından beri hem İstanbullulara hem Adalılara hizmet vermeye devam ediyor.
Ada’da günlerimiz
Vapurdan inip Ada’ya gelelim, güzel insanlarla yan yana geçirdiğimiz o güzelim günlere ve yıllara dönelim. Yazları İskele’den çıkınca Saat Meydanı vapurdan çıkanları bekleyenlerle dopdolu olurdu. 19. yüzyıldan kalan bir gelenek bu. Eşler ve çocuklar gruplar halinde en güzel kıyafetleri ile akşam 17.00’den itibaren işten gelen eşlerinin veya babalarının vapurdan inmesini beklerlerdi. Hafta içi her akşam 17.00- 21.00 arası saat meydanı vapurdan inenleri bekleyen kalabalıklarla dolup taşardı.
Sabah saatlerinde ise başka bir koşuşturmaca olurdu. Bu işe yetişmek için vapura koşma telaşıydı. Saat Meydanı’nda sabah 06.30’dan itibaren koşuşturmaca başlar. Önce Niko Mundi’nin fırınından kremalı, patlıcanlı börekler ya da börekitas alınırdı. Yüksek Kahve’nin önünde tezgahında “Günaydın, Gün kalmıyor bugün” diye bağıran Recep, Azmi, Mustafa Gümüşkaynak kardeşlerden gazete alınır ve doğruca vapura yetişilirdi. Öyle motor falan yoktu. Tek iskele vardı ve sadece vapura binilirdi. Yazları adanın her sabah böyle bir telaşı da olurdu.
Eylül geldiğinde ada çocuklarının cebi para dolardı. Yahudilerin yeni yılı kutladığı dini bayramı Roş Haşana’da Ada çiçekçileri dükkânlarına sığmaz büyür büyür sokağa taşardı. Sokağa masalar kurulurdu. En güzel aranjmanlar ortaya serilirdi. Orkideler sudan çıkarılırdı. Telefonlara gelen siparişleri arkadaşlarımızla Çarkı Felek, Şemsi Molla, Lalahatun, Çankaya, Yılmaztürk caddelerinde oturan müşterilere sabahın erken saatinde gece yarısına kadar taşırdık. Her bıraktığımız çiçeğin sahibi bahşişini verirdi. O bahşişleri şehre inip sinemaya gitmek, yemek yemek ve gezmek için harcayıp bitirirdik.
Unutulmazlar
Bu bölümde Büyükada’danın çeşitli dönemlerine iz bırakanları yad edeceğiz. Adanın unutulmaz efsanesi Horoz Reis’i anmazsak olmaz! Adaların cankurtaranı, iyiliğin et ve kemiğe bürünmüş hali. Gece gündüz adalıları hiç ücret almadan en zor hava koşullarında karşı kıyıya taşıdı. Horoz Reis ile o zamanki adı Palamut sokağında komşuyduk. Aynı komşuluk daha sonraları Çınar Meydanı’nda alt ve üst kat komşu olarak devam etti.
Adanın diğer bir efsanesi Doktor Yorgo Çiropoulos. O da hastalarına gece gündüz koşan parada hiç gözü olmayan güzel yürekli bir insandı.
Kumsal’da Horoz Reis’in biraz ilerisinde Rivyera plajının (şimdiki adıyla Su Sporları Kulübü’nin) ilerisinde Kayıkhaneci Ligor ile anılarımız çoktur. Ligor çok aksi biriydi. Etrafa, müşterilerine, sandallarına yüzerken yorulup çıkanlara karşı çok acımasızdı. Bir de son dönemlerinde deniz alerjisi vardı. Deniz suyu cildine ciddi rahatsızlıklar yarattı. Onun için bütün gün denizle uğrasan Ligor, yazın o sıcağında kasıklarına kadar çizme giyer, denizde öyle dolaşırdı. Fakat hangi taşın, hangi kayanın, altında ne tür balık olduğunu bilirdi. Havanın ne zaman bozacağını hemen anlardı. Ve çok ilginç küfürleri vardı. Bu olumsuz yanlarına rağmen yine de çok sevilirdi.
Adanın efsane futbolcuları Lefter ve Kasapoğlu’nu unutmak mümkün mü? Hacıbekir ve ailesini, damadı Doğan Şahin’i, çarşıda üstü mumyalanmış balık yumurtası ile çiroz, tuzlu sandalye gupas satan balıkçı Avram ve İshak. Saat Meydanı’nda Vitali Hayim Pardo’nun kurduğu Ada Parfümeri, Atatürk’ün şapkacısı olarak bilinen ünlü şapkacı Adolf Loker’in ailesinin dükkânını… Gormezano ailesininin günümüzdeki fertlerinden Marisa Gormezano’yu, Büyükadalı müzisyen Nino Varon’u, Doktor Jak’ı, Berber Jako’yu, Viktor Albukrek ve Dr. Musa Albukrek’i, bisikletçi Maça Bey’i, Hamdi Baba’yı, Cevat Şakir’i, Yetimhanede büyüyen Paparazzi Zozo Toledo’yu, Adalıların sesi gazetesini çıkaran sinema oyuncuları Ahmet Tarık ve Necip Tekçe’yi, Ediz Hun’u, Orhan Günşiray’ı. Daha nice isimler var. Kimse alınmasın, şu an sadece aklıma gelenleri yazabildim.
Ayrıca Mehtap, Lale, Yeni ve Hakan yazlık sinemalarını, kim unutabilir? Neyse, nostalji rüzgarından çıkalım. Yaşanan onca güzel şey geçmişte kaldı. Tekrarlanmayacağını bildiğimiz bir geçmişten bugünlere geleceğiz. Fakat yine de “geçmiş geçmiyor” diyeceğiz. Biz yazının bitiminde son vapura binelim, Nazım ustanın dizelerine bir kulak verelim.
Son Vapur
Kalktı son vapur iskeleden.
«64» numara, pul pul karışıp yıldızlara
boş ve yorgun akıyor suyun üstünde…
Gece seslerle dolu.
Aynada : Raşel’in kolu
Selim’in eli
ve son vapurun yolu…
«— Selim, ateş gibi elin…»
Eli beyazdı,
karanlık gözleri
ve kırmızı saçları vardı Raşel’in…
Nazım Hikmet Ran
[…] no sólo pasajeros sino también la cultura, las tradiciones y los hábitos de la sociedad”. escribió Adil Bali, periodista local. “Escuchar el concierto de músicos callejeros en el muelle del […]