Adaya yanaştı mı vapurunuz kendinizi Mihran Azaryan’ın tasarladığı muazzam iskelede bulursunuz. İskelenin içindeki pasajdan geçip ikonik Saat Kulesi’ni gördüğünüzde artık Büyükada’dasınız demektir. Ancak iskeleden çıkmadan adalıların durup bir nefes almak istediği tatlı bir durak ile karşılaşırsınız. Adaya gelen dikkatli bir kimsenin gözünden kaçmayacak bu durak elbette Ksidas Kitapevi’dir. 1917 senesinden beri durmaksızın faaliyet gösteren işletmenin başında bugün mütevazi kişiliği ve tatlı diliyle Mihail Paşa var.
1955’te Antakya’nın cennet anlamına gelen Cineydo1 köyünde doğan Mihail Bey ile hem Ksidas Kitapevi’nin tarihini hem de kendi hikayesini konuştuk.
“Aya Dimitri Rum Ortokods Kilisesi ve Rum İlkokulu için eleman arıyorlardı”
Mihail Bey İstanbul’a ve ardından Ada’ya 1978 senesinde gelmiş. Kan bağı olmamasına rağmen kitabevinin kurucularından büyük bir vefa ile ‘dedem’, ‘dedelerim’ diyerek bahsediyor. Onlar Mihail Bey’in manevi dedeleri.
Mihail Bey adaya geliş hikayesini şöyle anlatıyor: ‘Antakya’dan İstanbul’a iş bulmak için geldim. Önce 3-4 ay İstanbul’da bir akü kutulama fabrikasında çalıştım. O zaman bu fabrikaları Ermeniler ve Rumlar bugünkü Avrupa sistemleri ile işletirlerdi. Ben misafir olarak amcamda kalıyorum. Daima onun yanında kalamazdım, ailemi yanıma almam düzenimi kurmam lazımdı. Fabrika civarında ev bulamadım. Kuzenim Apoyevmatini’de Büyükada’daki Aya Dimitri Rum Ortokods Kilisesi ve Rum İlkokulu için eleman aradıklarını gördü, bunun üzerine gitmeye karar verdim. Geldim ve kabul edildim. 1978’in Temmuz’unun 13’ünde göreve başladım. Oğlum 2,5 yaşındaydı, karım da kızıma hamileydi buraya geldiğimizde. Bugün hala oğlum burada bana kilisede ve kitapçıda yardımcı oluyor, kızım ise Marmara Üniversitesi’nden mezun olup Danimarka’ya yerleşti.’
Bugün Çınar Meydanı’ndaki yeni binasında eğitim veren ve 4 öğrencisi olan Büyükada Rum İlkokulu’nda 1978 senesinde de toplamda 14-15 çocuk eğitim görüyormuş. Mihail Bey o günleri şöyle anlatıyor: ‘Büyükada Rum İlkokulu’nun da Aya Dimitri Kilisesi’nin de temizliğinden nöbetine her şeyinden sorumluydum. İlkokul Zağnospaşa üzerindeki kilise ile aynı bahçedeydi. Okul 1999’da depremden zarar gördüğü için binası boşaltıldı. Şu an çok az öğrencisi var. Ancak ben 1978’te geldiğimden beri çok az öğrenci vardı zaten. O zaman bile 14-15 çocuk vardı. Benim kızım da oradan mezun. Ablam Vasiliki de 47 sene o okulda Rumca öğretmenliği yaptı. Şu anda 86 yaşında, 70-75 yaşında öğrencileri var, ablamı hala ziyaret ediyorlar. Ben de burada büyüseydim ben de onun öğrencisi olacaktım.’
“Ksidas sirke kökünden geliyor”
Mihail Bey’e kitabevinin tarihini sorduğumuzda ise göğsünü kabartarak anlatıyor dedelerinden öğrendiklerini ve yaşatmaya çalıştığı geleneği. Öncelikle kitabevinin kimler tarafından işletildiğini sorduk: ‘Kurucusu dedem Nikolas , 1917’de kurmuş. Kendisi 1946’da vefat etmiş, ben maalesef onu hiç tanımadım. Oğlu Hrisafi2 devam ettirmiş. O da 1992’de vefat etti. Oradan ablam Vasiliki devraldı, 2012’ye kadar ablam devam ettirdi bu kitabevini, sonra rahatsızlandığı için ben devraldım.’
Daha sonra Ksidas kelimesinin anlamını sorunca Mihail Bey hiç bilmediğimiz bir noktaya dikkat çekti. Dükkan aslında 1917’de kitapçı olarak açılmamış.
‘Ksidas sirke kökü ksidi’den geliyor. Nikolas dedemlerin soyadı. Kendileri Sakız Adası’ndan gelmişler. O zamanlar kendisi eczacı kalfasıymış. Hatta Sakız Adası’nda Ksidas soyadı çok var, eczacılıkla da uğraşan çok var. Sirke de bir ilaç gibi zaten. Burayı da aslen eczane olarak açmışlar. Fakat bu dükkanda nem, rutubet falan olduğu için ilaçların kalması elverişli değilmiş, bu sebeple vazgeçmişler eczaneden. 6 ay içerisinde tüm düzen gazeteciliğe çevrilmiş. Cumhuriyet öncesi tabii, her şey Osmanlıca. Hemen karşımızdaki Mado’nun yerini de sahaf olarak açmışlar.’
Mihail Bey kitapçı olarak işlettikleri dükkanın ayakta kalabilmesi için ister istemez başkaca ürünleri sattıklarının da altını çiziyor. Her ne kadar kitapçılarda ve gazete bayiilerinde farklı ürünlerin satılması yeni bir akım gibi görünse de Ksidas’ın tarihinde de benzer ayrıntılar yakalamak mümkün. Mihail Bey Ksidas’ı şöyle anlatıyor: ‘Burası aşağı yukarı İstanbul’un hala ayakta kalan en eski kitapçısı. Biz de burayı açık tutabilmek adına hediyelik eşya vs. de satıyoruz. Maalesef sadece kitapla olmuyor. Ancak hem Hrisafi dedeme hem de ablama sözüm var burayı kitapsız bırakmayacağıma dair.’
Dükkanın içerisinde bulunan tütün tabelasını sorunca anlatıyor Mihail Bey: ‘1950’lerde dükkanda satılan her şeyin tabelasını asmak zorundaydın. Royal çikolataları satıyorduk, film satıyorduk, tütün satıyorduk… Hepsinin tabelası vardı, koymak zorundaydık.’
Mihail Bey sonra şakayla karışık Hrisafi dedesinin o dönemde başından geçen bir olayı anlatıyor: ‘Bir zorunluluk daha vardı o zamanlar: dükkan sahipleri tek tip mavi gömlek giyinmek zorundaydı. O zamanlar Adalar Belediyesi yoktu, Adalar Kadıköy’e bağlıydı. Herhalde belediyenin paraya ihtiyacı vardı, ceza kesmeye geldiler. Her şey tamam dosyalar falan, Dede Hrisafi’nin mavi gömleği olmadığı için hemen ceza yazdılar.’
Ksidas’a girmiş herkes bilir. Kitap seçkisi yönünden İstanbul’daki herhangi bir kitapçıdan ayrılır. Ada yerlisinin ilgisini çekeceği kitaplar çoğunluktadır. Bunun dışında elbette ada nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturan Yahudi, Rum ve Ermeni yayınları da vardır. Mihail Bey de kitapçısını şöyle anlatıyor: ‘Bu kitapçıda özel kitaplar var: Gözlem ile çalışıyoruz, İstos ile, Adalı Vakfı ile, Adalı Kültür Derneği ile, Aras ile… Başka yerde bulamazsınız bu kitapları. Bu yayınevleri buraya rahatlıkla kitap veriyorlar.
Yaz aylarında Yahudi cemaati adaya geliyor. Şalom Gazetesi’nin abonelerine gelen kopyalar dışında da gazeteyi biz satıyoruz. Ermeni toplumunun iki tane gazetesi var, Marmara ve Jamanak ve Rum cemaatinin yayını Apoyevmatini de buraya satılıyor. Tabii az sayıda geliyor bu gazeteler ama devam ettiriyoruz.
Biz Haşet Kitabevi ile çalışırdık eskiden. Fransızca, İngilizce, tüm yabancı dilde yayınları onlar getirirdi. Dünya’da ne yabancı yayın varsa onlardaydı. 1995’e kadar haftada 150 tane Times satıyorduk. Paramount, Marie Claire, der Spiegel… Ne varsa yabancı hepsini satıyorduk. Haşet dağıldığından beri hiç yok bunlar.’
“1955’te yerle bir oldu bu dükkan, ne cam kaldı ne çerçeve”
Bunca yabancı ve yabancı dilde yayından bahsettikten sonra Mihail Bey başına zaman zaman gelen bir durumdan bahsediyor: ‘Bazı yerli turistlerin hoşuna gitmiyor Türkçe olmayan gazeteleri görmek. Ben bu gazetelerin Türkiye’de basıldıklarını ve izinlerinin alındığını söylüyorum. Bazı gençler de tam tersi bu bilmedikleri dilleri merak edip satın alıyorlar. Başka bir yerde bu değerli yayınlarla tekrar denk gelemeyeceklerini biliyorlar. Saklayacağız diyorlar, anı gibi bakıyorlar. Eski bir gazeteyi bulmak zordur, sahafta bile bulunamaz.’
Anlayacağınız Adaya gelen yerli turistlerden bazıları ya adanın demografik yapısından haberdar değiller, ya da bu durumdan memnun değiller!
Ne yazık ki, tarihte sadece turistler tarafından değil ada yerlileri tarafından da hedef haline gelmiş Ksidas… Mihail Bey üzülerek aktarıyor: ‘Fakat çok üzücü bir şey daha anlatmak gerek. 1955’te yerle bir oldu bu dükkan. Ne cam kalmış ne çerçeve. Müslüm Abi, hala hayattadır, görmüş kimin kırdığını dükkanı. Tanıdığı biriymiş hem de… Anlatırken ağlıyor. Hrisafi dedemin Saat Meydanı’ndan aşağıya inmesine izin vermemişler zaten. Çok üzücü.’
6-7 Eylül İstanbul Pogromu’nun Büyükada’yı nasıl vurduğuna da tekrar şahit olmuş oluyoruz Mihail Bey’in bu anlatısıyla. 6-7 Eylül’e hayat veren fotoğrafların pek çoğu İstiklal Caddesi’ne ait olduğu için benzer bir yıkımın gayrimüslimlerin yerleştiği diğer bölgelerde vuku bulmadığına dair sanıyı tekrar yerle bir ediyor.
Mihail Bey daha sonra Büyükada’nın ve dükkanın eski günlerinde bizi bir yolculuğa çıkarıyor: ‘O zamanlar Yahudi cemaati çok Fransızca okurdu ama epeyce. O sebeple Fransızca yayınlar çok getirilirdi. Tabii o zamanlar giyim kuşam da böyle değildi. Şimdi çok değişti. Ben burada çalışmaya başladığım ilk zamanlarda fark etmiştim; herkes baloya gider gibi giyinirdi vapurda. Eşiyle, nişanlısıyla, kardeşiyle… Herkes kravatlıydı. Ancak adaya ayak basılınca biraz gevşetilirdi kravatlar ve ancak adaya çıktıklarında ceketlerini ellerine alırlardı. Bu dükkanı işletenler de her zaman kravatla gelirdi, çünkü halk kravatlıydı.’
Mihail Bey kravat hikayesinden sonra yine müşteriye duyulan saygıya dikkat çekiyor: ‘Müşteri geldiği zaman dedem ayağa kalkardı. ‘Dede otur, ben ayaktayım’ dediğimizde de olmazdı. Çünkü müşteri varken oturulmaz! Bir de ‘Bayanlar varken hiç hiç oturulmaz’ diye espri yapardı. Saygıdan tabii. Senli değil sizli hitap ederdi herkese. Edebiyatçılardan da öğrenmiş bunu. Edebiyatçılar hep buradan geçmiş.’
“Edebiyatçıların Sığınağı”
Konu edebiyatçılardan açılmışken Mihail Bey hemen dükkanın bir başka köşesinden Çelik Gülersoy’un bu dükkan için hazırlattığı sertifikayı getiriyor. Heyecanla gösterip anlatmaya başlıyor: ‘Faik Ali Ozansoy, Ziya Paşa, Ziya Gökalp, Ahmet Refik, Tahsin Nahit, Yahya Kemal, Reşat Nuri Güntekin, Yunus Nadi, Yakup Kadri, Halil Nihat Boztepe, İbrahim Alaaddin Gövsa, Orhan Seyfi, Nurullah Ataç… Hepsi buraya geldiler, yazacakları şeyleri burada paylaştılar… Ben tabii bu isimleri tanımadım ama hepsi buradan geçti. Çelik Gülersoy da bize böyle sertifika hazırladı. Melce-i Üdeba dedi… Melce sığınak demektir. Üdeba da edebiyatçı demek; yani edebiyatçıların sığınağı olmuş burası. O zamanlar buraya Tarihi İskele Kitapçısı Büyükada demiş, isim olarak.’
Bunun üzerine Ksidas isminin nasıl verildiğini sorduk, belli ki zaman içerisinde farklı şekilde isimlendirilmiş bu yapı. Mihail Bey şöyle anlattı: ‘Ksidas adını ben koydum. Nikolas Dedelerin soyadıydı. Daha önceleri buraya Nikolaki derlerdi, Nikolas Dede öldükten sonra Hrisafi’nin Dükkanı derlerdi, fakat en çok Nikolaki’nin Dükkanı olarak bilinirdi.’
“Büyükada’da sahilde kitapçı dükkanı olan beyefendi”
Mihail Bey bu soru üzerine başından geçen başka bir hikayeyi anlatıyor: ‘Bir kadın gelmişti bir gün. Geldi oturdu, ‘Hanımefendi bir şey içer misiniz?’ dedim. Dedi: ‘Yok çok yorgunum biraz oturabilir miyim?’, ‘Tabii,’ dedim. Eşi Almandı, o istedi bir çay. Eşi bir süre sonra sordu: ‘Beyefendi izin verirse bir fotoğraf çekebilir miyim?’ İzin verdim. Çekti. Haziran ayıydı. Ne bir isim sordu ne bir adres, hiç bir şey… O yaz Ağustos ayında yeğenimin düğünü vardı Atina’da. Oraya gittim döndüm arada. Bir gün kitapları kontrol ederken bir anda postacı geldi, kartpostal halinde o gün çekilen fotoğrafı bıraktı. ‘Mihail abi ben sizi tebrik ediyorum ve kutluyorum,’ dedi. Sonra bir çevirdim arkasında bir not. Ne isim biliyordu ne adres: ‘Büyükada’da sahilde kitapçı dükkanı olan Beyefendi’ye vermenizi rica ederim’ yazmış üzerine.’
Mihail Bey her ne kadar edebiyatçılarla tanışamamış olsa da Nurullah Ataç’ın kızı Meral Ataç ile tanışma fırsatı olmuş. Meral Hanım’dan dinlediği bir anıyı da şöyle aktardı: ‘Nurullah Ataç’ın kızı Meral Ataç’ı tanıma şansı edindim ben, iki sene önce vefat etti o da. 1930-35’lerde babasının İstanbul’dan gelmesini bu kitapçıda beklermiş. Dede Nikolas onu içeriye alırmış ancak o zamanlar öyle konforlu bir alan değilmiş burası, kömür sobasıyla ısınılıyormuş. Meral değil Meralika dermiş ona, Meralciğim manasında. Ona çikolata verirmiş bu dükkanda. O zamanlar çikolata öyle kolay bulunur bir şey değildi tabii. Nurullah Ataç geldiğinde Dede Nikolas ile Fransızca konuşurmuş. O zaman apayrı bir saygı vardı. Meral Hanım ancak babası ona ‘Haydi gidiyoruz’ dediğinde gidebilirmiş, kendisi böyle anlatmıştı bana…’
Üniversitenin ilk senelerinde bu dükkandan aldığım Okşan Svastics’in Yahudiler’in İstanbul’u kitabı aslında bir nevi hayatımı değiştirmişti. Kendi tarihimiz hakkında ne kadar bilgisiz olduğumuzu, İstanbul’u hiç iyi tanımadığımı fark etmiştim. Yani İstanbul sevdam da bu kitapçıdan aldığım bir kitapla gelişmişti diyebilirim. Sadece ben değil babam da en sevdiği kitap olan Ayn Rand’ın We The Living kitabını buradan o zamanlar dükkanda çalışan Ferruh Bey’in önerisi ile almıştı. Bu sebeple Mihail Bey’e Ferruh Bey’i sordum ve hakkında hiç bilmediğim şeyler öğrendim: ‘Ferruh Bey vefat etti. 1932 doğumluydu. 10-11 yaşlarındayken babası buraya getirmiş onu çalışması için. Babası Bilal Efendi Ada’da 50 seneden fazla muhtarlık yaptı. Fakat Dede Nikolas da birinci azaydı! Ferruh’u Dede Nikolas’a emanet etmiş. Bu dükkanda eskiden 25 çocuk çalışıyormuş. O kadar çocuk bu küçücük dükkanda ne yapıyordu diyeceksin… O zamanlar gazeteler geç geldiği için dağıtıma çıkılırdı, herkesin bir mahallesi vardı. Çocuklar böyle birkaç kuruş kazanıyorlardı. Ferruh Bey de onlardan biriydi. Bu çocuklardan bazıları hala yaşıyor.’
Mihail Bey bu çocuklarla ilgili birkaç anı daha paylaşıyor: ‘Hatta bu çocuklardan bir tanesi İsrail’e taşınmış, birkaç sene önce geldi, İshak’tı ismi. Baktım rafları okşuyor, ağlıyor bir yandan… Çocukları vardı yanında, Türkçe bilmiyorlardı. O kadar mutlu oldu ki… Çocuklarından rica etti fotoğraf çektirdi. İshak Bey’in babasının eskiden Çınar Caddesi’nde gazoz fabrikası varmış. Kendisi hem bu dükkanda çalışır hem de Yıldızlar’a gider, gelen turistleri eğlendirirmiş karagözlük yaparak, biraz para kazanabilmek için. Tabii bunu yapmak için de önce Dede Nikolas’tan izin alırmış burada çalıştığı için. Edirneliymiş kendisi. 1950li-60lı yıllarda terk etmiş adayı. O çocuklardan biriydi işte… Yine Ermeni cemaatinden biri geldi geçenlerde 93 yaşında, burada çalışmış. İki üç ay önce birisi geldi 92 yaşında, kapıdan baktı uzun uzun. ‘Ben Adil’ dedi. ‘Burada mı çalışmıştınız dedim,’ ‘Evet!’ dedi. Ablamı sordu. Ablam onu hemen hatırladı. ‘Adil Tekel Müdürü’nün oğluydu’ dedi. ‘Türkçe derslerinde bana yardımcı olurdu.’ Kemal diye bir çocuk vardı o zamanlarda çalışmış yine, geçenlerde bana dedi ki ‘Buraya selam vermezsem Allah beni cezalandırır, çünkü savaş zamanında Dede Nikolas bizim evimize ekmek götürmemizi sağladı.’
Mihail Bey bu dükkanda bulunmaktan her zaman gurur duyduğunun altını çiziyor. Bu dükkan Adalılara her zaman güven verirmiş: ‘Hep gururla bulundum burada. İnsanlar buraya çok güvenirlerdi. Burası aynı zamanda bir emanetçi gibiydi. İnsanlar anahtarlarını buraya bırakırlardı. Başka bir yere bırakmazdı kimse. Emlakçılar da buraya bırakırlardı. Bugün bile anahtar bırakanlar var hala bana. Bu gelenek de bu şekilde devam ediyor.’
“Antakya varken İstanbul yoktu”
Mihail Bey’e daha sonra Rumcayı nasıl öğrendiğini ve hangi okulda okuduğunu soruyorum: ‘Benim ana dilim Arapça.Rumcayı dükkanda öğrendim, buraya borçluyum. Ben küçükken Antakya’da Rum okulu yoktu, kapanmıştı3. Osmanlı zamanında vardı. Dedelerimiz gitti o okullara. Bir süre okullarda Fransızca, Arapça ve Türkçe eğitim verilmiş. Babam bu sayede tüm bu dilleri öğrenmiş. Fakat 1938’de okul sadece Türkçe’ye dönmüş. Hatta babamın bir hikayesi var: Fransızca öğretmeni 15 km uzaklıktan köyden at üzerinde geliyormuş. Çocuklar korkuyormuş Fransızca öğretmeninden çünkü derste başka hiçbir dil konuşturmuyormuş. Babam çok az Fransızca biliyormuş o zamanlar.’
Mihail Bey daha sonra 6 Şubat depremi sebebiyle yerle bir olmuş memleketi Antakya’dan bahsediyor: ‘Antakya müthiş bir kültür. Antakya varken İstanbul yoktu. Yahudi, Rum, Ermeni, Kürt, Alevisiyle hep birlikte yaşamış. Fakat maalesef artık Antakya bizim için yok. Kilisemiz4 yok oldu şimdi. Kaç senelik tarihimiz, kaç senelik kilisemiz. Tekrar yapmak için uğraşıyorlar. Rubi Asa gitti, Laki Vingas gitti diğer vakıfların başkanları gitti. Rubi Asa benim köyüme kadar gitti, çok özeniyor…’
Mihail Bey’le sohbetimiz sona ererken kendisinin ne kadar çalışkan olduğunu anlattığı bir hikayeden tekrar anlıyoruz: ‘Çok zor şartlar altında büyüdük biz. Ne mamamız vardı ne başka bir şeyimiz. Beni ve ikizimi anneannem emzirdi, dayım vardı küçük yaşta, onun sayesinde. Ben bir köy çocuğuyum. 6 yaşından beri çalışıyorum. Eşim çocuklarıma ‘Yorulmuş olabilirsin ama babanın yanında söyleme’ der. Çünkü ben babamı erken yaşta kaybettim. Anneme de baktım, evime de baktım, annem bir tek benim elimden yemek yerdi hastayken. O da bizi çok zor şartlar altında büyütmüştü. Bu böyle sürüp gider.’
Mihail Bey dükkanında Avlaremoz’un ilk kitabı olan Sara Yanarocak’ın yazdığı Torunuma Mektuplar’ı da satıyor. Henüz yolunuz düşmediyse Mihail Bey’in sıcacık dükkanına uğramanızı, kitaplara göz gezdirip soluklanmanızı tavsiye ederiz. Ksidas hem İstanbul’un hem Adalar’ın tarihi dokusunun korunduğu nadir yapılardan, ona sahip çıkmayı unutmamamız gerek.
1 Bugünkü adıyla Tokaçlı köyü
2 Mihail Bey, Nikolas Ksidas’ın oğlu Hrisafi Ksidas’ın isminde T olmadığını yanlış şekilde Hristos ismine benzer şekilde içerisinde T ile yanlış yazıldığının altını çizerek belirtti.
Adaya yanaştı mı vapurunuz kendinizi Mihran Azaryan’ın tasarladığı muazzam iskelede bulursunuz. İskelenin içindeki pasajdan geçip ikonik Saat Kulesi’ni gördüğünüzde artık Büyükada’dasınız demektir. Ancak iskeleden çıkmadan adalıların durup bir nefes almak istediği tatlı bir durak ile karşılaşırsınız. Adaya gelen dikkatli bir kimsenin gözünden kaçmayacak bu durak elbette Ksidas Kitapevi’dir. 1917 senesinden beri durmaksızın faaliyet gösteren işletmenin başında bugün mütevazi kişiliği ve tatlı diliyle Mihail Paşa var.
1955’te Antakya’nın cennet anlamına gelen Cineydo1 köyünde doğan Mihail Bey ile hem Ksidas Kitapevi’nin tarihini hem de kendi hikayesini konuştuk.
“Aya Dimitri Rum Ortokods Kilisesi ve Rum İlkokulu için eleman arıyorlardı”
Mihail Bey İstanbul’a ve ardından Ada’ya 1978 senesinde gelmiş. Kan bağı olmamasına rağmen kitabevinin kurucularından büyük bir vefa ile ‘dedem’, ‘dedelerim’ diyerek bahsediyor. Onlar Mihail Bey’in manevi dedeleri.
Mihail Bey adaya geliş hikayesini şöyle anlatıyor: ‘Antakya’dan İstanbul’a iş bulmak için geldim. Önce 3-4 ay İstanbul’da bir akü kutulama fabrikasında çalıştım. O zaman bu fabrikaları Ermeniler ve Rumlar bugünkü Avrupa sistemleri ile işletirlerdi. Ben misafir olarak amcamda kalıyorum. Daima onun yanında kalamazdım, ailemi yanıma almam düzenimi kurmam lazımdı. Fabrika civarında ev bulamadım. Kuzenim Apoyevmatini’de Büyükada’daki Aya Dimitri Rum Ortokods Kilisesi ve Rum İlkokulu için eleman aradıklarını gördü, bunun üzerine gitmeye karar verdim. Geldim ve kabul edildim. 1978’in Temmuz’unun 13’ünde göreve başladım. Oğlum 2,5 yaşındaydı, karım da kızıma hamileydi buraya geldiğimizde. Bugün hala oğlum burada bana kilisede ve kitapçıda yardımcı oluyor, kızım ise Marmara Üniversitesi’nden mezun olup Danimarka’ya yerleşti.’
Bugün Çınar Meydanı’ndaki yeni binasında eğitim veren ve 4 öğrencisi olan Büyükada Rum İlkokulu’nda 1978 senesinde de toplamda 14-15 çocuk eğitim görüyormuş. Mihail Bey o günleri şöyle anlatıyor: ‘Büyükada Rum İlkokulu’nun da Aya Dimitri Kilisesi’nin de temizliğinden nöbetine her şeyinden sorumluydum. İlkokul Zağnospaşa üzerindeki kilise ile aynı bahçedeydi. Okul 1999’da depremden zarar gördüğü için binası boşaltıldı. Şu an çok az öğrencisi var. Ancak ben 1978’te geldiğimden beri çok az öğrenci vardı zaten. O zaman bile 14-15 çocuk vardı. Benim kızım da oradan mezun. Ablam Vasiliki de 47 sene o okulda Rumca öğretmenliği yaptı. Şu anda 86 yaşında, 70-75 yaşında öğrencileri var, ablamı hala ziyaret ediyorlar. Ben de burada büyüseydim ben de onun öğrencisi olacaktım.’
“Ksidas sirke kökünden geliyor”
Mihail Bey’e kitabevinin tarihini sorduğumuzda ise göğsünü kabartarak anlatıyor dedelerinden öğrendiklerini ve yaşatmaya çalıştığı geleneği. Öncelikle kitabevinin kimler tarafından işletildiğini sorduk: ‘Kurucusu dedem Nikolas , 1917’de kurmuş. Kendisi 1946’da vefat etmiş, ben maalesef onu hiç tanımadım. Oğlu Hrisafi2 devam ettirmiş. O da 1992’de vefat etti. Oradan ablam Vasiliki devraldı, 2012’ye kadar ablam devam ettirdi bu kitabevini, sonra rahatsızlandığı için ben devraldım.’
Daha sonra Ksidas kelimesinin anlamını sorunca Mihail Bey hiç bilmediğimiz bir noktaya dikkat çekti. Dükkan aslında 1917’de kitapçı olarak açılmamış.
‘Ksidas sirke kökü ksidi’den geliyor. Nikolas dedemlerin soyadı. Kendileri Sakız Adası’ndan gelmişler. O zamanlar kendisi eczacı kalfasıymış. Hatta Sakız Adası’nda Ksidas soyadı çok var, eczacılıkla da uğraşan çok var. Sirke de bir ilaç gibi zaten. Burayı da aslen eczane olarak açmışlar. Fakat bu dükkanda nem, rutubet falan olduğu için ilaçların kalması elverişli değilmiş, bu sebeple vazgeçmişler eczaneden. 6 ay içerisinde tüm düzen gazeteciliğe çevrilmiş. Cumhuriyet öncesi tabii, her şey Osmanlıca. Hemen karşımızdaki Mado’nun yerini de sahaf olarak açmışlar.’
Mihail Bey kitapçı olarak işlettikleri dükkanın ayakta kalabilmesi için ister istemez başkaca ürünleri sattıklarının da altını çiziyor. Her ne kadar kitapçılarda ve gazete bayiilerinde farklı ürünlerin satılması yeni bir akım gibi görünse de Ksidas’ın tarihinde de benzer ayrıntılar yakalamak mümkün. Mihail Bey Ksidas’ı şöyle anlatıyor: ‘Burası aşağı yukarı İstanbul’un hala ayakta kalan en eski kitapçısı. Biz de burayı açık tutabilmek adına hediyelik eşya vs. de satıyoruz. Maalesef sadece kitapla olmuyor. Ancak hem Hrisafi dedeme hem de ablama sözüm var burayı kitapsız bırakmayacağıma dair.’
Dükkanın içerisinde bulunan tütün tabelasını sorunca anlatıyor Mihail Bey: ‘1950’lerde dükkanda satılan her şeyin tabelasını asmak zorundaydın. Royal çikolataları satıyorduk, film satıyorduk, tütün satıyorduk… Hepsinin tabelası vardı, koymak zorundaydık.’
Mihail Bey sonra şakayla karışık Hrisafi dedesinin o dönemde başından geçen bir olayı anlatıyor: ‘Bir zorunluluk daha vardı o zamanlar: dükkan sahipleri tek tip mavi gömlek giyinmek zorundaydı. O zamanlar Adalar Belediyesi yoktu, Adalar Kadıköy’e bağlıydı. Herhalde belediyenin paraya ihtiyacı vardı, ceza kesmeye geldiler. Her şey tamam dosyalar falan, Dede Hrisafi’nin mavi gömleği olmadığı için hemen ceza yazdılar.’
Ksidas’a girmiş herkes bilir. Kitap seçkisi yönünden İstanbul’daki herhangi bir kitapçıdan ayrılır. Ada yerlisinin ilgisini çekeceği kitaplar çoğunluktadır. Bunun dışında elbette ada nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturan Yahudi, Rum ve Ermeni yayınları da vardır. Mihail Bey de kitapçısını şöyle anlatıyor: ‘Bu kitapçıda özel kitaplar var: Gözlem ile çalışıyoruz, İstos ile, Adalı Vakfı ile, Adalı Kültür Derneği ile, Aras ile… Başka yerde bulamazsınız bu kitapları. Bu yayınevleri buraya rahatlıkla kitap veriyorlar.
Yaz aylarında Yahudi cemaati adaya geliyor. Şalom Gazetesi’nin abonelerine gelen kopyalar dışında da gazeteyi biz satıyoruz. Ermeni toplumunun iki tane gazetesi var, Marmara ve Jamanak ve Rum cemaatinin yayını Apoyevmatini de buraya satılıyor. Tabii az sayıda geliyor bu gazeteler ama devam ettiriyoruz.
Biz Haşet Kitabevi ile çalışırdık eskiden. Fransızca, İngilizce, tüm yabancı dilde yayınları onlar getirirdi. Dünya’da ne yabancı yayın varsa onlardaydı. 1995’e kadar haftada 150 tane Times satıyorduk. Paramount, Marie Claire, der Spiegel… Ne varsa yabancı hepsini satıyorduk. Haşet dağıldığından beri hiç yok bunlar.’
“1955’te yerle bir oldu bu dükkan, ne cam kaldı ne çerçeve”
Bunca yabancı ve yabancı dilde yayından bahsettikten sonra Mihail Bey başına zaman zaman gelen bir durumdan bahsediyor: ‘Bazı yerli turistlerin hoşuna gitmiyor Türkçe olmayan gazeteleri görmek. Ben bu gazetelerin Türkiye’de basıldıklarını ve izinlerinin alındığını söylüyorum. Bazı gençler de tam tersi bu bilmedikleri dilleri merak edip satın alıyorlar. Başka bir yerde bu değerli yayınlarla tekrar denk gelemeyeceklerini biliyorlar. Saklayacağız diyorlar, anı gibi bakıyorlar. Eski bir gazeteyi bulmak zordur, sahafta bile bulunamaz.’
Anlayacağınız Adaya gelen yerli turistlerden bazıları ya adanın demografik yapısından haberdar değiller, ya da bu durumdan memnun değiller!
Ne yazık ki, tarihte sadece turistler tarafından değil ada yerlileri tarafından da hedef haline gelmiş Ksidas… Mihail Bey üzülerek aktarıyor: ‘Fakat çok üzücü bir şey daha anlatmak gerek. 1955’te yerle bir oldu bu dükkan. Ne cam kalmış ne çerçeve. Müslüm Abi, hala hayattadır, görmüş kimin kırdığını dükkanı. Tanıdığı biriymiş hem de… Anlatırken ağlıyor. Hrisafi dedemin Saat Meydanı’ndan aşağıya inmesine izin vermemişler zaten. Çok üzücü.’
6-7 Eylül İstanbul Pogromu’nun Büyükada’yı nasıl vurduğuna da tekrar şahit olmuş oluyoruz Mihail Bey’in bu anlatısıyla. 6-7 Eylül’e hayat veren fotoğrafların pek çoğu İstiklal Caddesi’ne ait olduğu için benzer bir yıkımın gayrimüslimlerin yerleştiği diğer bölgelerde vuku bulmadığına dair sanıyı tekrar yerle bir ediyor.
Mihail Bey daha sonra Büyükada’nın ve dükkanın eski günlerinde bizi bir yolculuğa çıkarıyor: ‘O zamanlar Yahudi cemaati çok Fransızca okurdu ama epeyce. O sebeple Fransızca yayınlar çok getirilirdi. Tabii o zamanlar giyim kuşam da böyle değildi. Şimdi çok değişti. Ben burada çalışmaya başladığım ilk zamanlarda fark etmiştim; herkes baloya gider gibi giyinirdi vapurda. Eşiyle, nişanlısıyla, kardeşiyle… Herkes kravatlıydı. Ancak adaya ayak basılınca biraz gevşetilirdi kravatlar ve ancak adaya çıktıklarında ceketlerini ellerine alırlardı. Bu dükkanı işletenler de her zaman kravatla gelirdi, çünkü halk kravatlıydı.’
Mihail Bey kravat hikayesinden sonra yine müşteriye duyulan saygıya dikkat çekiyor: ‘Müşteri geldiği zaman dedem ayağa kalkardı. ‘Dede otur, ben ayaktayım’ dediğimizde de olmazdı. Çünkü müşteri varken oturulmaz! Bir de ‘Bayanlar varken hiç hiç oturulmaz’ diye espri yapardı. Saygıdan tabii. Senli değil sizli hitap ederdi herkese. Edebiyatçılardan da öğrenmiş bunu. Edebiyatçılar hep buradan geçmiş.’
“Edebiyatçıların Sığınağı”
Konu edebiyatçılardan açılmışken Mihail Bey hemen dükkanın bir başka köşesinden Çelik Gülersoy’un bu dükkan için hazırlattığı sertifikayı getiriyor. Heyecanla gösterip anlatmaya başlıyor: ‘Faik Ali Ozansoy, Ziya Paşa, Ziya Gökalp, Ahmet Refik, Tahsin Nahit, Yahya Kemal, Reşat Nuri Güntekin, Yunus Nadi, Yakup Kadri, Halil Nihat Boztepe, İbrahim Alaaddin Gövsa, Orhan Seyfi, Nurullah Ataç… Hepsi buraya geldiler, yazacakları şeyleri burada paylaştılar… Ben tabii bu isimleri tanımadım ama hepsi buradan geçti. Çelik Gülersoy da bize böyle sertifika hazırladı. Melce-i Üdeba dedi… Melce sığınak demektir. Üdeba da edebiyatçı demek; yani edebiyatçıların sığınağı olmuş burası. O zamanlar buraya Tarihi İskele Kitapçısı Büyükada demiş, isim olarak.’
Bunun üzerine Ksidas isminin nasıl verildiğini sorduk, belli ki zaman içerisinde farklı şekilde isimlendirilmiş bu yapı. Mihail Bey şöyle anlattı: ‘Ksidas adını ben koydum. Nikolas Dedelerin soyadıydı. Daha önceleri buraya Nikolaki derlerdi, Nikolas Dede öldükten sonra Hrisafi’nin Dükkanı derlerdi, fakat en çok Nikolaki’nin Dükkanı olarak bilinirdi.’
“Büyükada’da sahilde kitapçı dükkanı olan beyefendi”
Mihail Bey bu soru üzerine başından geçen başka bir hikayeyi anlatıyor: ‘Bir kadın gelmişti bir gün. Geldi oturdu, ‘Hanımefendi bir şey içer misiniz?’ dedim. Dedi: ‘Yok çok yorgunum biraz oturabilir miyim?’, ‘Tabii,’ dedim. Eşi Almandı, o istedi bir çay. Eşi bir süre sonra sordu: ‘Beyefendi izin verirse bir fotoğraf çekebilir miyim?’ İzin verdim. Çekti. Haziran ayıydı. Ne bir isim sordu ne bir adres, hiç bir şey… O yaz Ağustos ayında yeğenimin düğünü vardı Atina’da. Oraya gittim döndüm arada. Bir gün kitapları kontrol ederken bir anda postacı geldi, kartpostal halinde o gün çekilen fotoğrafı bıraktı. ‘Mihail abi ben sizi tebrik ediyorum ve kutluyorum,’ dedi. Sonra bir çevirdim arkasında bir not. Ne isim biliyordu ne adres: ‘Büyükada’da sahilde kitapçı dükkanı olan Beyefendi’ye vermenizi rica ederim’ yazmış üzerine.’
Mihail Bey her ne kadar edebiyatçılarla tanışamamış olsa da Nurullah Ataç’ın kızı Meral Ataç ile tanışma fırsatı olmuş. Meral Hanım’dan dinlediği bir anıyı da şöyle aktardı: ‘Nurullah Ataç’ın kızı Meral Ataç’ı tanıma şansı edindim ben, iki sene önce vefat etti o da. 1930-35’lerde babasının İstanbul’dan gelmesini bu kitapçıda beklermiş. Dede Nikolas onu içeriye alırmış ancak o zamanlar öyle konforlu bir alan değilmiş burası, kömür sobasıyla ısınılıyormuş. Meral değil Meralika dermiş ona, Meralciğim manasında. Ona çikolata verirmiş bu dükkanda. O zamanlar çikolata öyle kolay bulunur bir şey değildi tabii. Nurullah Ataç geldiğinde Dede Nikolas ile Fransızca konuşurmuş. O zaman apayrı bir saygı vardı. Meral Hanım ancak babası ona ‘Haydi gidiyoruz’ dediğinde gidebilirmiş, kendisi böyle anlatmıştı bana…’
Üniversitenin ilk senelerinde bu dükkandan aldığım Okşan Svastics’in Yahudiler’in İstanbul’u kitabı aslında bir nevi hayatımı değiştirmişti. Kendi tarihimiz hakkında ne kadar bilgisiz olduğumuzu, İstanbul’u hiç iyi tanımadığımı fark etmiştim. Yani İstanbul sevdam da bu kitapçıdan aldığım bir kitapla gelişmişti diyebilirim. Sadece ben değil babam da en sevdiği kitap olan Ayn Rand’ın We The Living kitabını buradan o zamanlar dükkanda çalışan Ferruh Bey’in önerisi ile almıştı. Bu sebeple Mihail Bey’e Ferruh Bey’i sordum ve hakkında hiç bilmediğim şeyler öğrendim: ‘Ferruh Bey vefat etti. 1932 doğumluydu. 10-11 yaşlarındayken babası buraya getirmiş onu çalışması için. Babası Bilal Efendi Ada’da 50 seneden fazla muhtarlık yaptı. Fakat Dede Nikolas da birinci azaydı! Ferruh’u Dede Nikolas’a emanet etmiş. Bu dükkanda eskiden 25 çocuk çalışıyormuş. O kadar çocuk bu küçücük dükkanda ne yapıyordu diyeceksin… O zamanlar gazeteler geç geldiği için dağıtıma çıkılırdı, herkesin bir mahallesi vardı. Çocuklar böyle birkaç kuruş kazanıyorlardı. Ferruh Bey de onlardan biriydi. Bu çocuklardan bazıları hala yaşıyor.’
Mihail Bey bu çocuklarla ilgili birkaç anı daha paylaşıyor: ‘Hatta bu çocuklardan bir tanesi İsrail’e taşınmış, birkaç sene önce geldi, İshak’tı ismi. Baktım rafları okşuyor, ağlıyor bir yandan… Çocukları vardı yanında, Türkçe bilmiyorlardı. O kadar mutlu oldu ki… Çocuklarından rica etti fotoğraf çektirdi. İshak Bey’in babasının eskiden Çınar Caddesi’nde gazoz fabrikası varmış. Kendisi hem bu dükkanda çalışır hem de Yıldızlar’a gider, gelen turistleri eğlendirirmiş karagözlük yaparak, biraz para kazanabilmek için. Tabii bunu yapmak için de önce Dede Nikolas’tan izin alırmış burada çalıştığı için. Edirneliymiş kendisi. 1950li-60lı yıllarda terk etmiş adayı. O çocuklardan biriydi işte… Yine Ermeni cemaatinden biri geldi geçenlerde 93 yaşında, burada çalışmış. İki üç ay önce birisi geldi 92 yaşında, kapıdan baktı uzun uzun. ‘Ben Adil’ dedi. ‘Burada mı çalışmıştınız dedim,’ ‘Evet!’ dedi. Ablamı sordu. Ablam onu hemen hatırladı. ‘Adil Tekel Müdürü’nün oğluydu’ dedi. ‘Türkçe derslerinde bana yardımcı olurdu.’ Kemal diye bir çocuk vardı o zamanlarda çalışmış yine, geçenlerde bana dedi ki ‘Buraya selam vermezsem Allah beni cezalandırır, çünkü savaş zamanında Dede Nikolas bizim evimize ekmek götürmemizi sağladı.’
Mihail Bey bu dükkanda bulunmaktan her zaman gurur duyduğunun altını çiziyor. Bu dükkan Adalılara her zaman güven verirmiş: ‘Hep gururla bulundum burada. İnsanlar buraya çok güvenirlerdi. Burası aynı zamanda bir emanetçi gibiydi. İnsanlar anahtarlarını buraya bırakırlardı. Başka bir yere bırakmazdı kimse. Emlakçılar da buraya bırakırlardı. Bugün bile anahtar bırakanlar var hala bana. Bu gelenek de bu şekilde devam ediyor.’
“Antakya varken İstanbul yoktu”
Mihail Bey’e daha sonra Rumcayı nasıl öğrendiğini ve hangi okulda okuduğunu soruyorum: ‘Benim ana dilim Arapça. Rumcayı dükkanda öğrendim, buraya borçluyum. Ben küçükken Antakya’da Rum okulu yoktu, kapanmıştı3. Osmanlı zamanında vardı. Dedelerimiz gitti o okullara. Bir süre okullarda Fransızca, Arapça ve Türkçe eğitim verilmiş. Babam bu sayede tüm bu dilleri öğrenmiş. Fakat 1938’de okul sadece Türkçe’ye dönmüş. Hatta babamın bir hikayesi var: Fransızca öğretmeni 15 km uzaklıktan köyden at üzerinde geliyormuş. Çocuklar korkuyormuş Fransızca öğretmeninden çünkü derste başka hiçbir dil konuşturmuyormuş. Babam çok az Fransızca biliyormuş o zamanlar.’
Mihail Bey daha sonra 6 Şubat depremi sebebiyle yerle bir olmuş memleketi Antakya’dan bahsediyor: ‘Antakya müthiş bir kültür. Antakya varken İstanbul yoktu. Yahudi, Rum, Ermeni, Kürt, Alevisiyle hep birlikte yaşamış. Fakat maalesef artık Antakya bizim için yok. Kilisemiz4 yok oldu şimdi. Kaç senelik tarihimiz, kaç senelik kilisemiz. Tekrar yapmak için uğraşıyorlar. Rubi Asa gitti, Laki Vingas gitti diğer vakıfların başkanları gitti. Rubi Asa benim köyüme kadar gitti, çok özeniyor…’
Mihail Bey’le sohbetimiz sona ererken kendisinin ne kadar çalışkan olduğunu anlattığı bir hikayeden tekrar anlıyoruz: ‘Çok zor şartlar altında büyüdük biz. Ne mamamız vardı ne başka bir şeyimiz. Beni ve ikizimi anneannem emzirdi, dayım vardı küçük yaşta, onun sayesinde. Ben bir köy çocuğuyum. 6 yaşından beri çalışıyorum. Eşim çocuklarıma ‘Yorulmuş olabilirsin ama babanın yanında söyleme’ der. Çünkü ben babamı erken yaşta kaybettim. Anneme de baktım, evime de baktım, annem bir tek benim elimden yemek yerdi hastayken. O da bizi çok zor şartlar altında büyütmüştü. Bu böyle sürüp gider.’
Mihail Bey dükkanında Avlaremoz’un ilk kitabı olan Sara Yanarocak’ın yazdığı Torunuma Mektuplar’ı da satıyor. Henüz yolunuz düşmediyse Mihail Bey’in sıcacık dükkanına uğramanızı, kitaplara göz gezdirip soluklanmanızı tavsiye ederiz. Ksidas hem İstanbul’un hem Adalar’ın tarihi dokusunun korunduğu nadir yapılardan, ona sahip çıkmayı unutmamamız gerek.
1 Bugünkü adıyla Tokaçlı köyü
2 Mihail Bey, Nikolas Ksidas’ın oğlu Hrisafi Ksidas’ın isminde T olmadığını yanlış şekilde Hristos ismine benzer şekilde içerisinde T ile yanlış yazıldığının altını çizerek belirtti.
3 Antakya’daki Rum okulu Türkiye’ye katılım sürecinde kapatılmıştı. https://nehna.org/antakya-vakif-baskani-hurigil-anadil-yoksa-kultur-yok-olur/
4 https://arkeofili.com/antakyada-tarihi-azizler-petrus-ve-pavlus-kilisesi-yikildi/
Paylaş: