Kahve makinesinin düğmesine bastım. Çıplak ayak, mutfaktan koridora geçmek iyi geldi. Serin. Yazı sevemedim bu sene. Çocuk muyum ki yaz gelince delireyim. Telefonlar susmadı. Mailler durmadı. İşin her zamanki yoğunluğu aslında, yeni bir şey değil. Bir de annemin uzaktan da olsa, bitmeyen dırdırı. Yok komşu, Mesude Hanım’ın kızı nişanlanmış. Seneye kısmetse düğün yapacaklarmış. Peki ben, ben neyi bekliyor muşum? Yaşım olmuş otuz.
Ne yapalım olduysa! Tekrar mutfağa geçip kendime fincan seçerken ne mutluyum ne de mutsuz. Sadece bugünü düşünüyorum. Vapura vakit var. Acelem yok. Kahve güzel kokuyor, soğumasını beklemeden bir yudum aldım. Elimde fincan, yatak odasına geçtim. Dolapta duran sırt çantasını alıp içine uzun kollu ince bir kazak ve en sevdiğim iç çamaşırımı attım. Dantelli olan, gece mavisi. Çantayı yatağın üzerine koyup, zihnimden benimle gelmesi gerekenleri geçirirken telefon çaldı. “Alo” dedim. O, uzun uzun cümleleri sıralarken ben dinledim. “Peki, geç kalmam” deyip, konuşmayı bitirdim. Çantayı yeniden aldım, yatağın üzerinde kalan birkaç parça ile son okuduğum yeri kıvırıp, komodinin üzerinde duran kitabı, içine koydum.
Yolculuk, ne çok uzun sürdü, ne de kısa. Sıkıldım diyemem. Ama zaman öyle çabucak da akmadı. Çay içtim. Bir içeri, bir dışarı… Eskiden olsa bir de sigara yakardım. Vapur tuvaletinin önünde biraz bekledim. Kapıyı tıklatıp boş olduğunu anlayınca sıradaki diğer kadınları arkamda bırakıp içeri geçtim. Tuvalet alaturka. İşim zor. Çantanı asacak bir yer bulacaksın. Elbiseni şöyle bir yukarı sıyırıp iç çamaşırını aşağı doğru kaydıracaksın. Alafrangaya alışık bacakların kıvrılmakta zorlanacak belki ama sen, üstüne başına bir şey sıçratmadan, ellerini hiçbir yere değdirmeden işini göreceksin. Üstelik bunları sırada bekleyen kadınların telaşını hiç aklına getirmeden yapacaksın. “Ellerini sürme! Sürme hiçbir yere…” Annemin giderek yükselen sesi kulağımda ıslak ellerimle tuvaletten çıkıyorum.
Vapur adaya varmak üzere. Kınalı, Burgaz, Heybeli… Büyükada’ya yanaşmadan, hepsini içimden sayıyorum… Hiç kimse duymamış olsa da aferini basıyorum kendime. Sıralama bu kez doğru. Az önce aldığım, yıldızlı aferinden mi adaya varma hissinden mi bilmiyorum, içim kıpır kıpır. Şehir hem yakın, hem çok uzak. Adada hiç tanıdık yok. Ne bakar bakmaz iğne gibi batan gözler, ne etraftan duyulacak lüzumsuz sözler hiçbiri olmayacak.
Çımacı iskeleye yanaşan gemiyi halatlarla bağlıyor. Yolcuların güvenle inip binmesi için atılan tahta parçalarının üzerine yığılıyor insanlar. Herkes aceleci, herkes telaşlı, ada hep orada durmuyormuş gibi. Demiri sımsıkı tutup, kendimi karaya atıyorum. Küçükken daha bir tedirgin olurdum, bu inip binme olayında. Oysa annem, elimden filan da tutardı.
İskeleden çıkıp saatli meydana kadar yürüdüm. Çarşı tarafına değil de sağa doğru devam ettim. Otel, birkaç yüz metre sonra solda. İlk önce bahçeye girip, merdivenlerinden çıktım. Sağ taraftaki resepsiyona doğru yürürken bacaklarım titriyor. Kalbimde gereksiz bir çarpıntı. Her gün bir otele girip kimlik vermiyorum ya! Resepsiyondaki çocuk soyadımı tekrarlatmasın diye içimden geçiriyorum. Bir an önce odaya çıkmak istiyorum çünkü. Olmuyor. Uzun soyadım, yanlış yunluş birkaç tekrardan sonra otelin Excel dosyasındaki yerini buluyor.
Merdivenleri üçer beşer çıktığımı fark edince kendimi yavaşlatıp, duruyorum. Bu acele niye? Sakin… Halı kaplı merdivenlerden çıkıp, üst kata yürüyorum. Adımlarımı ne kadar sıklaştırırsam da koridor bitmek bilmiyor. Bana çok uzun gelen bir zaman sonra odadayım. İlk önce dikkatimi eski makyaj masası çekiyor. Aynanın hemen önünde cam vazoda begonviller. Nasıl da güzel. İki tarafa da açılan kırmızı panjurlu kapılar hoşuma gidiyor. İlk önce yatağın yanındakini sonra diğerini açıyorum. İyice havalansın. Çantamı hemen kapının yanında duran iki koltuktan birine bırakıp, banyoya geçiyorum. Ellerimi yıkayıp, boynumu ıslatıyorum. Yetmiyor, sanki terledim. Alelacele bir duş alıyorum. Kurulanıp en sevdiğim kremi sürüyorum tüm vücuduma. Bacaklarımı, gelmeden tıraşladım. Tek bir tüy yok. Bu pürüzsüz hal hoşuma gidiyor. Çantadan mavi çamaşırları çıkarıp elime alıyorum. Çıplak halimle göz göze gelmeden çabucak giyiyorum. Ne bu telaş. Neden gerginsin? Aman kimse seni çıplak görmesin! Üstümü giyinip, aynada kendime bakıyorum. Saçlarım düzgün. Yine de elimle sağdan sola alıp yeniden eski haline getiriyorum. Gelir gelmez çantadan çıkarıp begonvillerin yanına koyduğum ruju sürüyorum.
Adı konmamış bir ilişki. Saatlerce karşı karşıya oturulup devleşen bir sessizlik. Her bir susuştan sonra söylenen yalanlar, gizlenen duygular. Sıkıntı terleri dökülecek bir sevişme değil beklediğim. Beni pohpohlayarak göklere çıkaracak, vakti geldiğinde yerden yere vuracak birine de lüzum yok. Eteğin kısa, saçın uzun… Makyajın biraz fazla mı, laflarını ise çok duydum. İkinci buluşmada, senden öyle çok etkilendim ki, ruh eşimi buldum filan da demesin! İstemez.
Az sonra ne kapım çalacak, ne de içeri biri girecek. Hiç kimse, üzerindekileri alelacele bir yere fırlatmayacak. Popoya şaplak atılmayacak. Kulak memesi civarında, duyulabilecek en seksi tondan, kirli konuşmalar duyulmayacak. Bedenlerin yanıp tutuşacağı, üzerine tek sigara yakılacak, gizli bir buluşma olmayacak.
Burnumda, aralık pencereden içeri dolan, Arap Yaseminlerinin kokusu… Karşımda begonviller… Çift kişilik yatakta, bir ben varım. Birazdan koluma çantamı takıp odadan çıkacağım. Uzun bir yürüyüş, Eskibağ’da manzaralı bir yemek, belki dönüşte Yunus’tan bir dondurma. Gökyüzünün bambaşka bir halinde, görmeyi unuttuğum yıldızlarla ineceğim bu kez çıktığım yokuşu. Nizam’a dönen yolda bazı şeylerin yokluğu iyi gelecek. Otele dönüp, o koca bembeyaz yatağa uzanıp, iyi yazılmış bir roman okuyacağım aşklı.
Kahve makinesinin düğmesine bastım. Çıplak ayak, mutfaktan koridora geçmek iyi geldi. Serin. Yazı sevemedim bu sene. Çocuk muyum ki yaz gelince delireyim. Telefonlar susmadı. Mailler durmadı. İşin her zamanki yoğunluğu aslında, yeni bir şey değil. Bir de annemin uzaktan da olsa, bitmeyen dırdırı. Yok komşu, Mesude Hanım’ın kızı nişanlanmış. Seneye kısmetse düğün yapacaklarmış. Peki ben, ben neyi bekliyor muşum? Yaşım olmuş otuz.
Ne yapalım olduysa! Tekrar mutfağa geçip kendime fincan seçerken ne mutluyum ne de mutsuz. Sadece bugünü düşünüyorum. Vapura vakit var. Acelem yok. Kahve güzel kokuyor, soğumasını beklemeden bir yudum aldım. Elimde fincan, yatak odasına geçtim. Dolapta duran sırt çantasını alıp içine uzun kollu ince bir kazak ve en sevdiğim iç çamaşırımı attım. Dantelli olan, gece mavisi. Çantayı yatağın üzerine koyup, zihnimden benimle gelmesi gerekenleri geçirirken telefon çaldı. “Alo” dedim. O, uzun uzun cümleleri sıralarken ben dinledim. “Peki, geç kalmam” deyip, konuşmayı bitirdim. Çantayı yeniden aldım, yatağın üzerinde kalan birkaç parça ile son okuduğum yeri kıvırıp, komodinin üzerinde duran kitabı, içine koydum.
Yolculuk, ne çok uzun sürdü, ne de kısa. Sıkıldım diyemem. Ama zaman öyle çabucak da akmadı. Çay içtim. Bir içeri, bir dışarı… Eskiden olsa bir de sigara yakardım. Vapur tuvaletinin önünde biraz bekledim. Kapıyı tıklatıp boş olduğunu anlayınca sıradaki diğer kadınları arkamda bırakıp içeri geçtim. Tuvalet alaturka. İşim zor. Çantanı asacak bir yer bulacaksın. Elbiseni şöyle bir yukarı sıyırıp iç çamaşırını aşağı doğru kaydıracaksın. Alafrangaya alışık bacakların kıvrılmakta zorlanacak belki ama sen, üstüne başına bir şey sıçratmadan, ellerini hiçbir yere değdirmeden işini göreceksin. Üstelik bunları sırada bekleyen kadınların telaşını hiç aklına getirmeden yapacaksın. “Ellerini sürme! Sürme hiçbir yere…” Annemin giderek yükselen sesi kulağımda ıslak ellerimle tuvaletten çıkıyorum.
Vapur adaya varmak üzere. Kınalı, Burgaz, Heybeli… Büyükada’ya yanaşmadan, hepsini içimden sayıyorum… Hiç kimse duymamış olsa da aferini basıyorum kendime. Sıralama bu kez doğru. Az önce aldığım, yıldızlı aferinden mi adaya varma hissinden mi bilmiyorum, içim kıpır kıpır. Şehir hem yakın, hem çok uzak. Adada hiç tanıdık yok. Ne bakar bakmaz iğne gibi batan gözler, ne etraftan duyulacak lüzumsuz sözler hiçbiri olmayacak.
Çımacı iskeleye yanaşan gemiyi halatlarla bağlıyor. Yolcuların güvenle inip binmesi için atılan tahta parçalarının üzerine yığılıyor insanlar. Herkes aceleci, herkes telaşlı, ada hep orada durmuyormuş gibi. Demiri sımsıkı tutup, kendimi karaya atıyorum. Küçükken daha bir tedirgin olurdum, bu inip binme olayında. Oysa annem, elimden filan da tutardı.
İskeleden çıkıp saatli meydana kadar yürüdüm. Çarşı tarafına değil de sağa doğru devam ettim. Otel, birkaç yüz metre sonra solda. İlk önce bahçeye girip, merdivenlerinden çıktım. Sağ taraftaki resepsiyona doğru yürürken bacaklarım titriyor. Kalbimde gereksiz bir çarpıntı. Her gün bir otele girip kimlik vermiyorum ya! Resepsiyondaki çocuk soyadımı tekrarlatmasın diye içimden geçiriyorum. Bir an önce odaya çıkmak istiyorum çünkü. Olmuyor. Uzun soyadım, yanlış yunluş birkaç tekrardan sonra otelin Excel dosyasındaki yerini buluyor.
Merdivenleri üçer beşer çıktığımı fark edince kendimi yavaşlatıp, duruyorum. Bu acele niye? Sakin… Halı kaplı merdivenlerden çıkıp, üst kata yürüyorum. Adımlarımı ne kadar sıklaştırırsam da koridor bitmek bilmiyor. Bana çok uzun gelen bir zaman sonra odadayım. İlk önce dikkatimi eski makyaj masası çekiyor. Aynanın hemen önünde cam vazoda begonviller. Nasıl da güzel. İki tarafa da açılan kırmızı panjurlu kapılar hoşuma gidiyor. İlk önce yatağın yanındakini sonra diğerini açıyorum. İyice havalansın. Çantamı hemen kapının yanında duran iki koltuktan birine bırakıp, banyoya geçiyorum. Ellerimi yıkayıp, boynumu ıslatıyorum. Yetmiyor, sanki terledim. Alelacele bir duş alıyorum. Kurulanıp en sevdiğim kremi sürüyorum tüm vücuduma. Bacaklarımı, gelmeden tıraşladım. Tek bir tüy yok. Bu pürüzsüz hal hoşuma gidiyor. Çantadan mavi çamaşırları çıkarıp elime alıyorum. Çıplak halimle göz göze gelmeden çabucak giyiyorum. Ne bu telaş. Neden gerginsin? Aman kimse seni çıplak görmesin! Üstümü giyinip, aynada kendime bakıyorum. Saçlarım düzgün. Yine de elimle sağdan sola alıp yeniden eski haline getiriyorum. Gelir gelmez çantadan çıkarıp begonvillerin yanına koyduğum ruju sürüyorum.
Adı konmamış bir ilişki. Saatlerce karşı karşıya oturulup devleşen bir sessizlik. Her bir susuştan sonra söylenen yalanlar, gizlenen duygular. Sıkıntı terleri dökülecek bir sevişme değil beklediğim. Beni pohpohlayarak göklere çıkaracak, vakti geldiğinde yerden yere vuracak birine de lüzum yok. Eteğin kısa, saçın uzun… Makyajın biraz fazla mı, laflarını ise çok duydum. İkinci buluşmada, senden öyle çok etkilendim ki, ruh eşimi buldum filan da demesin! İstemez.
Az sonra ne kapım çalacak, ne de içeri biri girecek. Hiç kimse, üzerindekileri alelacele bir yere fırlatmayacak. Popoya şaplak atılmayacak. Kulak memesi civarında, duyulabilecek en seksi tondan, kirli konuşmalar duyulmayacak. Bedenlerin yanıp tutuşacağı, üzerine tek sigara yakılacak, gizli bir buluşma olmayacak.
Burnumda, aralık pencereden içeri dolan, Arap Yaseminlerinin kokusu… Karşımda begonviller… Çift kişilik yatakta, bir ben varım. Birazdan koluma çantamı takıp odadan çıkacağım. Uzun bir yürüyüş, Eskibağ’da manzaralı bir yemek, belki dönüşte Yunus’tan bir dondurma. Gökyüzünün bambaşka bir halinde, görmeyi unuttuğum yıldızlarla ineceğim bu kez çıktığım yokuşu. Nizam’a dönen yolda bazı şeylerin yokluğu iyi gelecek. Otele dönüp, o koca bembeyaz yatağa uzanıp, iyi yazılmış bir roman okuyacağım aşklı.
Ağustos, 2023
İlginizi çekebilir:
Paylaş: