Ada

Kabataş’tan Ada’ya o yolculuk – Betsy Penso (öykü)

Kabataş’ta buluşmaya sözleşmiştik. Aramızda bir şey var mıydı, yok muydu? Vardı elbet ama ismini koymaya cesaret edemezdik. Sözleşmelerimiz, buluşmalarımız öylesine gibi davranırdık. Arkadaş sayılmazdık fakat kesinlikle sevgili de değildik. Cuma akşam üzeriydi. Aylardan Temmuz. O zamanlar Paşabahçe vapuru kaderine terk edilmişti, Büyükada’ya katamaran1 ise tek tük vardı. Martı projesi var diye her taraf kazılıydı. İğrençti Kabataş. Sözleşmemiş olsak bu vapura yetişmeye çalışır mıydım? Hayır. Ama konuşmuştuk ya, ne olursa olsun oldurur, yetişirdim. 

Hıncahınç kalabalıktı iskele ama onu bulmam hiçbir zaman zor olmazdı. Spor-şık kıyafetiyle bir köşede telefonundan maillerini kontrol ediyordu. Etrafında bir sürü tanıdık. Hepsi de bana inat sanki onunla konuşmaya çalışırdı. Aslında öyle değildi muhtemelen ama bana öyle geliyordu. Onu paylaşamazdım, kıskanırdım. Sonuçta vapur bekliyorduk, onca kalabalıkta başbaşa olmak ancak bir hayaldi. Kalabalıklar içerisinde kaçamak saniyeler kovalayacaktım çaresiz. Sadece onun arkadaşları da değildi ki çevremizdekiler bir anda benim de yanım arkadaşlarımla doluvermişti zaten. 

Vapura alınana kadar bekletildiğimiz o minicik havalandırmasız bekleme salonunda üstüste altalta duruşumuzu izleyip gülerlerdi sanki Şehir Hatları’nda çalışanlar. Burgaz-Kınalı vapuru böyle dolu olmazdı, onlar rahat rahat yayılırlardı kendi bekleme salonlarında. Bazen inadına yapıyorlar diye düşünürdüm. Büyükada’ya giden vapurların bekleme salonları da daha büyük olmalıydı. 

Bu nefes alınmaz kalabalıkta acaba yanlışlıkla ellerimiz birbirine değer mi diye hayal kurardım. Değmemişti ama. O kalabalıkta kimse konuşacak konu da bulamazdı zaten, aramızdaki sessizlik uzadıkça telaşlanırdım. Sanki vapurda beraber oturamayacakmışız gibi gelirdi, endişelenirdim. Sonunda açmışlardı kapıları. Neredeyse koşarak ilerlerdik vapurun en iyi yerini kapmak için. Üst katta vapurun kıç tarafındaki açık kısmını tercih etmişti o gün arkadaşlarımız. Acaba onlar yanımızda olmasalar yan balkonda oturur muyuz diye düşünmüştüm. Oturmazdık herhalde, çocuk işiydi galiba yan balkonlarda oturmak veya ancak kısa mesafede oturulabilirdi. Böyle yazılı olmayan bir kural vardı adalılar arasında sanki.  

Üst katta oturduğumuz banklarda karşı karşıya denk gelmiştik. Benim yanımda kızlar vardı. Uzun süre onlarla konuştum. Bana bakıyor mu benimle konuşmak istiyor mu diye de göz ucuyla kontrol ediyordum arada. O daha sessizdi. Erkekler konuşurken dinliyor, nadiren yorum yapıyordu. Derken ortak bir sohbet başladı. Ne hakkındaydı, şimdi hatırlayamam çünkü ona çaktırmadan bakmaya çalışırken hiçbir şey dinleyemezdim. Fakat kısa süre içerisinde konu her zamanki gibi vapur tarifelerine geldi, herkes seyrekliğinden şikayet ediyordu. Biri ezbere katamaran tarifesini saymıştı: ‘Eskiden 7:35, 8:15, 9:05, 10:10, 11:00 katamaranları vardı, hangisiyle istersek onunla inerdik’ diyordu. Haklıydı, geçtiğimiz pazartesi sabah saatlerindeki tek katamarana yetişmeye çalışırken önümde iskelenin kapılarını kapatmışlar insanlar zorlayamasın diye de asma kilitle bağlamışlardı. Bunca talep olmasına rağmen anlaşılmaz bir biçimde artırmıyorlardı sefer sayılarını. O sabah erken gelmeme rağmen kaçırmıştım katamaranı. Öyle olunca Belediye Gazinosu’nda oturup bir çay içmiştim. O saatlerde Şaban abi çalışmazdı, sohbetim eksik kalmıştı. Çay da güzel değildi zaten, vakit geçirmeye gitmiştim, lanet olası motora kalmıştım. Motoru beklerken işe geç kalacağımı haber vermek zorunda kalmıştım. Tatilden dönüyor sayılmazdım ama motor saatinden ve motorun yavaşlığından dolayı işe de vaktinde varamıyordum. Garip bir şeydi adada yaşamak.  

O anda girdi lafa, aslında adayı sevmiyordu benim sevdiğim kadar, benim sevdiğim gibi. Ada mahpusluktur, demişti. İstediği saatte İstanbul’a inememe hissi onu hapiste hissettiriyormuş. Bu hissi daha sonraları çok defa yaşadım ancak bu hisse adada olduğum hiçbir an kapılmadım. Bana asla bu hissi veremez ada… Üzülmüştüm ada hakkında böyle hissetmesine o gün. Adadan tanışıyorduk sonuçta; birkaç sene önce bir gece iskelede Roma Dondurmacısı’nın önünde tanışmıştık. Ben o zamanlar sadece kaymaklı dondurma severdim. Ortak arkadaşlarımız vardı ama onu görüşten bile tanımıyordum. Zaten görür görmez düşmüştüm… Aynı yerlerden denize girmezdik, aynı arkadaş grubuyla dışarı çıkmazdık. Belki de bu sebeple ilerleyememişti arkadaşlığımız hiç. Yine de tanışmış olduğumuz yer hakkında böyle demesi üzmüştü beni. 

Artık yavaş yavaş Kınalı açıklarından geçiyorduk ki ben anlatmaya başladım, geçenlerde Kınalı’nın arkasında gittiğimiz gece kulübü Kamo’su. İçimden tek geçirdiğim şey ise bu hikayeyi dinledikten sonra aramızdan birinin bu programı tekrarlamamızı önermesiydi. Bu sayede grupça da olsa tekrar görüşebilir, daha fazla vakit geçirebilirdik. Ben ballandıra ballandıra anlatmıştım, ortamı, ışıkları, müzikleri, mekanın ferahlığını… Yeni bir şarkı keşfetmiştim hatta, nedense onun da çok hoşuna gideceğini düşünüyordum ama hikayeyi herkese anlattığım için söylemeye çekiniyordum. Belki de günün birinde bizim şarkımız olurdu öyle ulu orta söyleyemezdim bu keşfimi, “yollarım sonra size linkini” diyebilmiştim sadece. Aslında mesaj atabilmek için bir bahane de yaratmıştım bu sayede. Gerçi bahaneye mi ihtiyaç vardı? O sormuştu bu vapura yetişebilir miyim diye…  

Kimse Kamo’s programını tekrarlamayı önermemişti, tahmin de etmiştim hikayeyi anlatırken böyle olacağını. Gece kulübünden dönüş yolculuğunda bitap düşmüştük aslında. Büyükada’ya vardığımızda hava aydınlanmıştı artık. Galiba bozuntuya vermemişlerdi ama bir tek ben eğlenmiştim o gece. Neyseki kimse zevk aldığım bir şeyi yerme kabalığında da bulunmamıştı. Ama sonuç olarak beklediğim davet de gelmemişti. Ben de aslında emin değildim onun bu programdan hoşlanıp hoşlanmayacağından. Nedense çok az tanıdığımız kişilerin bilmediğimiz özelliklerini hayalimizdeki şekliyle tamamlayarak kurguluyoruz ve o kişilere aşık oluyoruz. Yakından tanımaya fırsat buldukça da genelde hep hayalkırıklıkları yaşıyoruz. Hayalkırıklığı yaşamamak için hayal kurmamak mı gerekiyor? Hayal kurmak vazgeçilebilir bir şey mi?  

Vapur Burgaz’a yaklaşırken laf elbette Burgaz’ın ne kadar küçük bir ada olduğuna, Burgazlı arkadaşlarımızın nasıl bir köy hayatı yaşadıklarına, hepsinin üstüste altalta olduğuna, kimsenin birbirinden sır saklayamadığına gelmişti. Bu klasiktir. Hepsi arkadaşımızdır, severiz ama muhakkak bu gerçeklere değinilir. Karşılığında Burgazlılar da Büyükadalıların şehir hayatı yaşadığını, bir zamanlar adada Starbucks bile olduğunu, adada birbirini tanımayan insanlar olduğunu söyleyip dalga geçerler. Kendilerini “azınlığın azınlığı” olarak tanımlarlar. Onların da bizim de haklı olduğumuz noktalar olduğu için karşılıklı bozulmadan kapanır bu muhabbet her seferinde. Ancak bizim vapurda hiç Burgazlı olmadığı için bir süre tek taraflı olarak devam etti bu ada sataşmaları: “Adanın çevresinde tur bile atılamıyor, anca Kalpazan’a kadar yürüyebiliyorlar”.  

Hafif bir rüzgar çıktı o an, güneş yavaş yavaş batmaya başlamıştı. Ürperdim, biraz hareket etmek için vapurun arkasına doğru yürüdüm. Peşimden geldi, hem de öyle uzun uzun bekletmeden… Sadece birkaç saniye sonra. Üşüdüğüm için acaba kol atar mı diye düşündüm, atmadı. Gözlerimin içine bakıp gülümsedi sadece. Beraber batmaya başlayan kocaman turuncu yuvarlağa baktık. Ne kadar da büyüleyiciydi… Biz Büyükadalılar, güneşi Heybeli’nin ardında batırmaya alışığızdır. Belki de yanımda olduğu için bu kadar büyüleyiciydi o an. Kollarımız birbirine değdi, belki de çarpıştılar, bilmiyorum. Ama 5-6 saniye çekmedim, o da çekmedi. Koskocaman insanlardık ama ihtiyacımız olan şey tam da böylesine çocuksu anlardı. Kalbim öylesine hızla çarpıyordu ki sesini duyacak diye ödüm kopuyordu. Sonra telefonunu çıkarıp birkaç manzara fotoğrafı çekti. Seneler sonra bensiz bindiği bir ada vapurunda çektiği bir günbatımı fotoğrafını bana yollayacak ve beni düşünürken bu fotoğrafı çektiğini söyleyecekti, ama ben artık bambaşka bir ülkede yaşıyor olacaktım. O gün ise İstanbul’dan başka bir şehirde yaşayabileceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. 

İstemeden de olsa daha fazla uzak kalmak için arkadaşlarımızın yanına döndük. İyiden iyiye Heybeli’ye yaklaşmıştık. Kızlardan biri birkaç hafta sonra önce Nigar Abla’nın mekanında enginar çiçeği dolması yiyeceğimizi sonra da Ruhban Okulu’nun bahçesinde bir konsere gideceğimizi söyledi ve hatta böyle bir şey konuşmamış olmamıza rağmen ‘kızkıza’ diye ekledi. Kızkıza gitmemizin sebebi erkeklerin hiç birinin gelmek istememesiydi oysa öyle bir kuralımız yoktu ki! Şimdi nasıl soralım bu gruba gelmek isterler mi diye? Veya onlar nasıl söylesin gelmek istediklerini? Bir program ihtimaline daha elveda demiştik bu vesileyle.  

Derken bir anda bana döndü, muzurca ‘Bizim evin balkonundan görünüyor orası gittiğinizde el sallarsınız bana bakalım görecek miyim?’ dedi. Gerçekten de Ruhban Okulu’nun Büyükada’yı tabak gibi gören muazzam bahçesinden aramıştım onu ellerim titreyerek. Bu galiba ilk telefonda konuşmamızdı. Aradığıma şaşırmamış ve hatta sevinmişti. Birbirimizi görememiştik ama bunu denediğimiz için çok gülmüştük. Bir diğer adadan bana bakıyor olması bana inanılmaz bir tatmin duygusu yaşatmıştı. Telefonu kapatmak istemediğine inanmıştım o an… 

Vapur ilk durağı olan Heybeli İskelesi’ne yandan yanaşmıştı bu sırada. Halatları ışık hızıyla bağlayan ve çözen mürettebatı izlerken bir taraftan da ne kadar tehlikeli bir iş olduğunu düşünerek cesaretlerine şaşırıyordum. İndi – bindiler yapılırken yine bana doğru döndü: ‘Bu askeri gemiler neden gelmiş buraya?’ diye sordu. Anlam veremedim bu soruya. Ben nereden bilebilirdim ki? ‘Bilmem her sene gelmiyor mu?’ diyebildim sadece. Meğerse 30 Ağustos’ta geliyormuş sadece, Temmuz’un ortasında ne işi varmış diye merak etmiş. Çok da önemsememiştim o anda, zaten bir tek de onun dikkatini çekmişti. Ancak onun bile aklına gelmemişti o akşam bir darbe teşebbüsü yaşanacağı ve gemilerin o anda bu ‘kalkışma’nın ardından hemen kapanacak Askeri Lise’nin önünde duruyor olduğu…  

Artık beraber son 10 dakikamızdı. Ben vapur çıkışında önce Ksidas’a uğrayacaktım. Sonra da hızlıca Büyükada Sinagogu’nda Şabat’ı karşılamaya gidecektim. O ise iskelede babası ve ablasıyla buluşup fayton ile eve dönecekti. O zamanlar faytonlar hala faaldi ve ben o süreçte adanın dokusunun değişmemesi için faytonun kalkmasına karşıydım. Adaya varana kadar faytonlar hakkında konuştuk grupça. Kızlar özellikle atlara yapılan kötü muamele sebebiyle faytonun kalkması taraftarıydı, erkeklerin bazıları bok kokusundan şikayetçiydi, kimi ise faytonların kalkmasını istemiyordu. Ben adanın ve bu piyasının bir şekilde mafyadan temizlenip düzgün işletmecilerle çalışılmasını ve faytonun yaşatılması gerektiğini savunuyordum. Faytonun kaldırılmasından sonra ise adanın kavuştuğu huzuru görünce kaldırılmalarının ne kadar doğru olduğunun farkına varmıştım. Ancak bundan sonra da YUKİ2 terörü başlamıştı. 

Bu konuşmalar eşliğinde adaya varmıştık. Vapurdan inmeye yakın Saat Meydanı’nda yemekten sonra buluşmak için sözleşenler oldu. Ondan ses çıkmayınca ben evde misafirler olduğunu ama akşam Splendid’e uğrayacağımı söylemiştim, üzerine alınmamıştı. Dünya üzerindeki en güzel iskeleye yanaşmıştı vapurumuz. Ada’da her zaman kargaşa ve acele olurdu böyle saatlerde. Vapur daha yanaşmadan iskeleye içinde başlardı itişmeler. Kendimizi karaya attık. İskelenin içerisinden geçerken vedalaştık. Acelesi vardı. Acaba yürüyerek beni eve bırakmak isteseydi programımı değiştirir miydim? Hiç bir zaman bilemedim, hiç bir zaman sormadı.  

Kapak resmi: Suzan Hazan, suluboya

1 Adalılar arasında deniz otobüsüne şekli sebebiyle katamaran denir. 

2 Ada sakinleri ve esnafı tarafından kullanılan özel motorlu araçların markalarından en yaygın olanı. Çoğunlukla illegal yollarla adaya getirilen bu araçları kimi zaman ehliyeti dahi olmayan kişiler kullanıyor. Hem ses hem görüntü kirliliği yaratan YUKİ’ler aynı zamanda Ada’nın bazı sokaklarını otopark haline getirdi.