Kulüp, yoksul Yahudiler ve yoksul Müslümanlar veya azınlıklar ve kuir karakterler gibi farklı gruplar arasındaki dayanışmayı da tasavvur etmeye alan yaratıyor.
Kulüp dizisi üzerine hazırladığım bu yazı dizisinin ilk bölümünde, Ladino’nun kullanımından tutun klişelerin dışına çıkmış üç boyutlu karakterlerine kadar dizinin, Türkiyeli Yahudilerin temsili açısından ne kadar yeni ve önemli bir iş ortaya koyduğundan bahsetmiştim. İkinci bölümde, dizide Matilda’nın ailesini yoksullaştıran ve yok eden, bu travmayı yaşayan gerçek insanların torunlarını ise hala etkilemeye devam eden Türkleştirme politikalarını, özellikle 1942 Varlık Vergisi’ni, ele alan Kulüp’ün cesur siyasi içeriğini tartıştım.
Bu son bölümde ise dizinin diğer politik unsurlarını, özellikle farklı gruplar (yoksul Yahudiler ve yoksul Müslümanlar veya azınlıklar ve kuir karakterler) arasındaki dayanışmayı tasavvur etme şeklini inceliyorum.
‘‘Ne güzel şarkıymış’’
Bazı milliyetçi kesimler, Kulüp’ün Müslümanları ‘kötü adam’ olarak gösterdiğini iddia ederek sosyal medyada diziye olan tepkilerini dile getirmeye başladılar bile. (Bir troll, dizinin ‘‘çok güzel çekilmiş bir ‘Allah belasını versin Türkiye’nin, Türklerin’ projesi’’ olduğunu söylemiş).
Çelebi özelde Matilda’ya, genel olarak ise azınlıklara ve etkileşimde olduğu tüm kadınlara davranış şekliyle şüphesiz dizinin kötü adamı. Yakışıklı, ıssız adamdan hallice taksi şoförü Fıstık İsmet (Barış Arduç) ise dizide Türkiyeli erkeklerin gayrimüslim kadınlarla ilişkilenme şeklindeki çarpıklığa işaret eden ve bunun üzerine düşünmemize vesile olan bir karakter konumunda. İsmet’ten gerçek kimliğini saklayarak kendini Aysel olarak tanıtan Raşel’in, kendi tecrübesine istinaden konuşan annesi de der ki ‘‘O Müslüman sevmeyecek seni. Seni değil, Aysel’i seviyor.’’ Yine de dizinin bu konuda oldukça adil ve hatta Türk karakterlere karşı yer yer bağışlayıcı olduğunu söylemek mümkün. Daha doğru bir ifadeyle, dizi iyi azınlık–kötü Türk ikiliğine yaslanmak yerine, iyi ve kötü karakterler arasındaki temel ayrımı sınıfsal bir yerden kuruyor.
Dizi İstanbul Yahudilerinin ve Anadolu’dan İstanbul’a daha yeni göç etmiş halkın deneyimleri arasında defalarca paralellik gösteriyor mesela. Kasketleri, bağlamaları ve bohçaları ile gözleri fal taşı gibi açılmış bir halde gezinen köylülerin İstiklal’de sıra sıra dizildiklerini görüyoruz. Hepsi iş arıyorlar ve bir çoğu da kendilerini Kulüp İstanbul’da, işçi sınıfından gelen Yahudilerin, Rumların ve Ermenilerin yanında çalışırken buluyor.
Anadolu’dan göç etmiş bu karakterlerden biri de Hacı (Sezer Arıçay). Bu koca şehirde sudan çıkmış balığa dönüyor, ama yine de Kulüp’te haftada beş liraya çalışacağı bir iş buluyor kendine. Hacı ve Matilda arasında, dini ve etnik dinamiklerin ötesinde bir sınıf dayanışması ihtimalini gördüğümüz hassas ve dokunaklı anlar yaşanıyor.
Örneğin Hacı, Matilda’ya bir paket teslim etmek için La Kula’ya gelir. Matilda’yı avluda melankolik bir halde, genelde Janet-Jak Esim Ensemble tarafından icra edilen geleneksel Ladino şarkısı ‘‘Yo Era Ninya’’yı (Küçük Bir Kızdım) dinlerken bulur. Şarkı, uğruna varlıklı ailesinin sağladığı imkanları terk ettiği kocasının kötü muamelesine maruz kalan genç bir kadının öyküsünü anlatır. Bir apartmanın camı önündeki gramofondan dışarıya bu hüzünlü ezgi süzülürken Hacı, Matilda’nın yanına yaklaşır: ‘‘Ne güzel şarkıymış. Anamın bizi uyuturkenki ninnilerine benzettim.’’ Matilda, ‘‘Eski bir Sefarad şarkısı’’ diyince Hacı’nın kafası karışır. Bu kelimenin ne anlama geldiğini bilmiyordur. ‘‘Sefarad, yüzyıllar önce buraya göç eden Yahudiler. Benim gibi…’’ Hacı bu yanıt karşısında bir an duraksar ve gülümseyerek ‘‘Bizim gibi yani’’ der. Matilda tebessümle karşılık verir. Farklılıkları ne olursa olsun, bir yabancı gibi hissettirilme hissi ikisinin de anlayabileceği bir şey. Aynı zamanda, köylüler yoğun iç göçle beraber şehri sahiplenmeye başlarken İstanbul’da tutunmaları zor hale gelen ve Türkiye’deki geleceklerinden ümidi kesen bazı Yahudiler İsrail’e göç eder. Tıpkı günümüzde Türkiye’den ayrılan genç Yahudiler gibi...
Dizi, Matilda ve Hacı arasındaki potansiyel dayanışma anlarından bir diğerini daha gösterir. Gaddar Çelebi, Matilda’ya kulübün yeni assolisti için kulis olarak kullanılacak bir odayı dip köşe temizlemesini emreder. Matilda bu zahmetli işin gece yarısına sarkacağından endişe eder. Nitekim cuma günü güneşin batımıyla başlayan Şabat yaklaşmaktadır ve Matilda dini inancının gereği olarak günün geri kalanını ibadetle ve dinlenmekle geçirmek istemektedir. Çelebi bunu bilir bilmesine, zira ısrarının yegane sebebi budur. Sadece bir ışığı açıp kapatmanın bile teknik olarak yasak olduğunu iyi bilir, bu yüzden odadan çıkarken bile isteye ışığı kapatır.
Ancak bu basitçe Çelebi’nin antisemitizmiyle ilgili değil, hatta Matilda’ya eziyet etme çabasının altında bastırmaya gayret ettiği gizli bir hayranlık hissederiz. Bu daha çok kendisinin, kulübün hiyerarşisinde elde ettiği iktidar konumuyla ilgili. (Sadece) Türk olduğu için değil, patron olduğu için bu böyledir yani. Günün daha erken saatlerinde Hacı Cuma namazına gitmek istediğinde, Çelebi’nin ona mani olarak çalışmaya devam etmesini söylemesinden de bunu anlıyoruz.
Matilda ve Hacı arasındaki dayanışma anlarını yan yana koyduğumuzda görüyoruz ki, bu iki karakter farklılıklardan ziyade benzerlikler taşıyorlar. Dizi bize ‘‘yoksul Müslümanların ve yoksul Yahudilerin ortak düşmanı birbirleri değil de zenginlerdir’’ diye fısıldıyor sanki. Zenginler değilse de Çelebi gibi, bir zamanlar kendisi de köyden yeni göç etmiş bir çaycıyken başkalarının sırtına basarak sınıfsal sıçrama yapmaya çalışıp bu uğurda zalimleşenlerdir.
‘‘Kimimiz gökkuşağından / Diğerimiz yasak doğuştan’’
Dizinin gösterdiği bir diğer potansiyel dayanışma kanalı, muhteşem performansı sadece Gökçe Bahadır’ınkiyle kıyaslanabilecek Salih Bademci’nin canlandırdığı Selim Songür ile Matilda karakterleri arasında. Dağınık saçlı, gözlüklü Selim’in bir hayali var: 1950’lerde çoğunlukla apayrı mekanlarda icra edilerek ayrıştırılmış olan alaturka ve alafranga müziğini birleştiren, yeni bir varyete şov modeli yaratmak. Getirdiği bu Doğu-Batı müzikal sentezi önerisi yüzünden o güne dek gittiği kulüplerden kovulur, ancak Kulüp’ün patronu Orhan Bey ona bir şans verir. Anlaşma imzalarlar ve Selim Kulüp İstanbul’da Türkçe sözlü yeni bir varyete şov hazırlamak üzere çalışmalara başlar.
(Bu arada, bana kalırsa dizideki oldukça az sayıdaki tarihi hatalardan biri şu: Kulüp’ün geçtiği dönemde – 1950’lerin ortasında – değil de, ondan yaklaşık on yıl sonra sahnede böylesi bir müzikal sentezin ilk denemesi yapılabilmişti. 1964’te Tülay German sahnede türküleri caz enstrümanları ile icra ederek, ondan sadece İngilizce ve Fransızca şarkılar duymak isteyen smokinli ve gece elbiseli dinleyicisini ilk kez şaşırtmış ve Anadolu Rock’ın önünü açmıştı.)
Kulüp’te yepyeni bir şov icra edeceği netlik kazandığında, Orhan dışındaki herkes Selim’e şüpheyle yaklaşır. ‘‘Erkek assolist mi olur?’’ diye sorup bakışanlar olur. Dile getirilmeyen ima, Selim’in gay olduğudur. Selim’in Zeki Müren’i andıran göz alıcı sahne performansıyla ve gösterişli kıyafetleriyle de dizi buraya göz kırpar. Kendisi de ‘yaralı’ olan Selim, bir başka örselenmiş ruhu gözünden tanır ve Matilda’ya hemencecik kanı kaynar. Ona Harry Belafonte’nin meşhur kalipso şarkısı ‘‘Matilda’’ ile serenat bile yapar. En sonunda, arkadaşı ve sırdaşı olan bu kadını çamaşır odasındaki sürgününden kurtarmak için Çelebi’yle konuşur ve Matilda’nın kendisinin kulis asistanı olmasını sağlar.
Selim ve Matilda arasındaki bu dostluk veya ittifak, farklı azınlık grupları arasındaki dayanışma anları üzerine düşünmemize olanak tanıyor. Bilindiği gibi Pera, tarihsel olarak uzun zamandır LGBTİQ+’ların Ermeni, Rum ve Yahudi komşuları arasında yer buldukları bir semt olmuştur. Bu ilişkilerin her zaman uyumlu olduğu söylenemese de Beyoğlu, lubunyaların her zaman dayanak bulabildikleri bir bölgeydi. Bayram Sokak’taki evlerin mühürlenmesinden tutun Onur Yürüyüşü sırasında her yıl karşılaşılan polis şiddetine kadar, bu olasılık bugün hızla kapanıyor. Yine de birçok insan hala Beyoğlu’nun, Sünni Türk ve heteroseksüel ‘makbul vatandaş’ profiline sığmayanların kendilerini ait hissedebilecekleri yegane yerlerden biri olma konusundaki itibarını korumak için mücadele ediyor.
Matilda ve Selim karakterleri arasında kurulan köprünün işaret ettiği, dini kimlikleri ve cinsel yönelimleri nedeniyle ayrımcılığa uğrayanların potansiyel kader birliği Ece Ayhan’ın ‘‘Ortodoksluklar’’ başlıklı şiir kitabında vurgulanarak ölümsüzleşmiştir. 1968’de yazılan kitabın başlığı, hem semtin Ortodoks Hristiyanlarına bir atıfta bulunur, hem de ‘sertlik, orostopolluk, fahişe, eşcinsel’ anlamlarına gelen argo bir sözcük ifade eder. Kulüp, bu unutulmuş bağlantıların iplerini alttan alta birbirine bağlar. Örneğin, Ladino’daki ‘pishar’ (işemek) kelimesinin Lubuncaya ‘pişar naşlamak’ olarak girmesi bize bu toplulukların fiziksel yakınlığını ve örtüşmesini gösteriyor.
Her ne kadar Kulüp’teki siyasi temalar kuvvetli olsa da, Selim karakterinin eşcinsel kimliğinin dizide hayli örtük bir şekilde ima edildiğini söylemek mümkün. Burada hemen, bir başka Netflix Türkiye projesi Aşk 101’deki Osman karakteri akıllara gelecektir. Nisan 2020’de, dizideki Osman karakterinin en başta gay bir karakter olarak yazıldığına dair söylentiler ayyuka çıkınca RTÜK’e şikayetler ve Netflix’e boykot tehditleri gelmeye başladı. (Söylentilerin aksine, Aşk 101’deki Osman’ın hiçbir zaman gay bir karakter olarak yazılmadığı ortaya çıktı. Aslında Özge Özpirinçci’nin başrolde olacağı Şimdiki Aklım Olsaydı adlı dizinin gay bir karaktere yer vermesi gerekiyordu, ancak proje RTÜK’ün itirazı üzerine rafa kaldırıldı ve ekibin onay olmak için senaryoda değişiklikler yapmayı reddetmesiyle tamamen iptal edildi.) Görünen o ki Kulüp dizisindeki Selim Songür karakteri ile birlikte Netflix, ‘milli hassasiyetler’i kabul etmiş durumda ve Türkiyeli seyirciler için açık bir şekilde gay bir karakter yazmaya dahi yeltenmiyor. Dünya için gökkuşağı kapitalizmi (bir doz transfobi ile birlikte) bize heteroseksüelliği dayatıyor.
Ve böylece Selim’in kendi arzularına veya gönül ilişkilerine tanıklık etmek yerine, onun Matilda’yla olan dostluğunu seyrediyoruz. Sonunda, dizilerde ve filmlerde sıkça karşımıza çıkan ‘bir kadın ve onun en yakın eşcinsel arkadaşı’ minvalinde bir ilişki prototipi kalıyor elimizde: zararsız, çünkü cinsel gerilimden azade bir arkadaşlık… Öte yandan, Orhan ile Selim arasında, bir adım ileri gidilse pekala homoerotik gerilime kapı açacak sahneler mevcut. Ancak belki de bir önceki paragrafta saydığımız sebeplerle dizi bu ihtimalin üzerinden atlıyor ve geriye sadece bu iki karakter arasındaki, karşılıklı anlayışa ve derin muhabbete dayanan bir ‘yakınlık’ kalıyor.
Yine de dizinin Beyoğlu’ndaki gayrimüslim ve LGBTİQ+ tarihi arasındaki bağlantıları çağrıştırması göz önüne alındığında, bu tema hala değerli. Hem bugün sansür ve otosansür rejimi altında yazılıp çizilen pek çok şeyde, tweet’lerden edebi eserlere kadar, şahit olduğumuz üzere, bazen en güçlü fikirler tam anlamıyla vücut bulanlar değil de belli belirsiz işaret edilenlerdir. Selim’in parlak renkli kıyafetiyle ve kanatlarıyla sahnede bir zafer edasıyla seslendirdiği ‘‘Masal’’ şarkısında dile getirdiği gibi: ‘‘Kimimiz gökkuşağından / Diğerimiz yasak doğuştan / Cihana meydan okuyuştan sabıkalı vesselam.’’
“Alas no tengo, bolar me kero / Kanadım yok ama uçmak istiyorum“
17 yaşındaki Raşel de doğuştan sabıkalı doğduğunu biliyor ve ister piç olarak tanımlansın ister istediği kişiyi sevemez olsun, hayatının merkezinde hep yasaklardan kaçış arzusu var. Sahnede kanatlarını açan Selim gibi, o da uçup giderek tüm bu olan bitenden kaçmanın hayalini kuruyor. Bir arkadaşına hayal kırıklığıyla boğuşurken dediği gibi, ‘‘Kanadım yok ama uçmak istiyorum.’’
Raşel isyankar, bir yerlere zorla girmeyi ve yağmura göğsünü açıp sarhoş olmayı sever. Kaçak göçek bir ilişki yaşadığı, serseri taksi şoförü İsmet’in ‘‘Üzerim seni kızım’’ uyarısına ‘‘Belki ben seni üzerim’’ diyerek meydan okur. (Spoiler geliyor) Hamile kalınca Raşel, İsmet ile bir düzen kurmalarının mümkün olup olmadığını sorgular. İsmet’le aynı yolda yürümenin pek de oluru olmadığını görüp bebeği onsuz dünyaya getirmeye karar verince, sadık arkadaşı Mordo’nun (İlker Kılıç) uzattığı eli tutar. Mordo ile evlenmeyi ve İsrail’e gitmeyi planlarlar, fakat Raşel’in bu karardan mutlu olmadığı ayan beyan ortadadır.
Kulüp, İsmet’i aklamak için büyük bir enerji harcıyor gibi. Raşel İsmet’e adının Aysel olduğunu söyler önce, ama ilk sevişmelerinden sonra ona gerçek adını ve Yahudi olduğunu itiraf eder. Bunun üzerine, İsmet Raşel’i tokatlar ve onu ıssız bir yerde öylece tek başına bırakır. Bu noktada izleyici İsmet karakterinin anlatıdan kaybolmasını bekler, ama İsmet’i şişenin dibine vururken, sigara dumanlarının arasından üzgün gözlerle uzaklara dalarken görürüz. Başka kadınlarla teselli ararken hep Raşel’i düşünür. Dizinin defalarca vurguladığı üzere, o Raşel’in Yahudi olduğu gerçeğini değil de onun söylediği yalanı hazmedemez. Diğer yandan, sonraki konuşmalarında Raşel’e ısrarla Aysel diye hitap etmeye devam eder. Yaramaz bir oğlan çocuğu eyler gibi, bizim de İsmet’in başını okşamamız beklenir sanki. Kavgalı olduğu babasının annesini dövdüğünü, yani İsmet’in şiddet dolu bir ailede büyüdüğünü de öğreniriz. Dizi bu yolla tokatı aklamaz, ama İsmet’in şiddete başvurmasının nedenlerini veya arka planını bize alttan alta açıklamaya çalışır.
Daha sonra, Raşel’in arkadaşı Tasula onu merdiven altı bir klinikte kürtaj yaptırmaya götürür. Oradaki diğer kadınların acı içinde, perişan bir halde klinikten ayrılmasını izledikten sonra Raşel oradan ayrılmaya karar verir. Keşke bir kez olsun, sadece bir kez, bir kadının hamileliğini sonlandırmaya kendi iradesiyle karar verdiği, bu işlemi sorunsuz bir şekilde tecrübe ettiği ve sonrasında kendisi için en doğru kararı vermiş olduğu hissiyle rahatlamış bir halde hayatına devam ettiği bir kürtaj sahnesi çekebilmiş/izleyebilmiş olsaydık. Kültür eleştirmeni Madeline Lane McKinley’nin Amerikan televizyon ve filmlerindeki kürtaj komedileri üzerine bir yazısında belirttiği gibi, ‘‘Kürtaja karşı kayıtsızlık radikal bir jest, kürtajın bir feminist mücadele alanı olmaya devam etmesinin yollarının kabulü olabilir.’’ Bunun yerine Kulüp’te, anaakım televizyonda olduğu gibi, daha çok melodramla ve öfkeyle karşı karşıya kalıyoruz.
Sonuçta, dizinin ana temalarından birinin ‘aile’ olduğunu söylemek mümkün. En başta Matilda ve Raşel var. Sonra Orhan, annesi ve aile geçmişleriyle ilgili sakladıkları o büyük sır var. Geleneksel bir hayatı seçmediği için evlatlıktan reddedilen Selim’in ailesi, şiddet faili babasıyla ve fazla bağışlayıcı annesiyle İsmet var. Dizi, bütün bu ilişkilerin iktidar ağları ve suçluluk duygusu üzerine kurulu olduğunu gösterirken olası bir alternatife de işaret ediyor. İlk bölümlerde Raşel, sırf kan bağı olduğu için annesi olduğunu söyleyen bir kadını kabul etmez mesela ve Matilda’ya der ki ‘‘Aileni seçemezsin derler ya? Aslında seçebilirsin.’’ Yönetmen Günay Tan, Altyazı dergisine verdiği röportajda bu temaya açık bir şekilde değinir ve Matilda ile Raşel’in hikayesinde en çok ilgisini çeken noktalardan birinin, ‘‘aileyi kutsamak yerine aile içindeki kişilerin birbirine birey olarak yaklaşması’’ olduğunu söyler. Gerçekten de Raşel Matilda’ya aşina oldukça, ona bir insan olarak yaklaştıkça, onun hikayesine kulak verdikçe onunla ilişkilenmeye başlamayı ‘seçer’. Birinin annesi veya çocuğu olmak, güven ve özenle kazanılan bir şeydir.
Ve dizi boyunca, farklılıklara rağmen dayanışmanın bir başka yolu olarak önümüze çıkan ‘seçilmiş aile’ anlarına şahitlik ederiz. Matilda’nın ve Hacı’nın birbirlerini kollaması, Matilda’nın Çelebi tarafından pavyonlarda çalışmaya zorlanan genç bir kadına yardım etmesi… Kulüp bize diyor ki bu türden bağlar veya dayanışmalar geliştirebilirsek ve başkalarına yapılan haksızlıklarına bunlar kendi başımıza gelmişçesine ses çıkarabilirsek, işte o zaman geçmişi nostaljiyle kutsamak yerine onunla yüzleşmenin bir yolunu bulabiliriz. Böylesi bir yüzleşmeyi ve bugün hep birlikte farklı bir anlatı inşa edebilmeyi tahayyül etmek, ancak geçmişle ilgili açıkça ve yüksek sesle konuşmakla mümkün olur. Kulüp’ün sesi her şeyden önce budur.
Kulüp, yoksul Yahudiler ve yoksul Müslümanlar veya azınlıklar ve kuir karakterler gibi farklı gruplar arasındaki dayanışmayı da tasavvur etmeye alan yaratıyor.
Kulüp dizisi üzerine hazırladığım bu yazı dizisinin ilk bölümünde, Ladino’nun kullanımından tutun klişelerin dışına çıkmış üç boyutlu karakterlerine kadar dizinin, Türkiyeli Yahudilerin temsili açısından ne kadar yeni ve önemli bir iş ortaya koyduğundan bahsetmiştim. İkinci bölümde, dizide Matilda’nın ailesini yoksullaştıran ve yok eden, bu travmayı yaşayan gerçek insanların torunlarını ise hala etkilemeye devam eden Türkleştirme politikalarını, özellikle 1942 Varlık Vergisi’ni, ele alan Kulüp’ün cesur siyasi içeriğini tartıştım.
Bu son bölümde ise dizinin diğer politik unsurlarını, özellikle farklı gruplar (yoksul Yahudiler ve yoksul Müslümanlar veya azınlıklar ve kuir karakterler) arasındaki dayanışmayı tasavvur etme şeklini inceliyorum.
‘‘Ne güzel şarkıymış’’
Bazı milliyetçi kesimler, Kulüp’ün Müslümanları ‘kötü adam’ olarak gösterdiğini iddia ederek sosyal medyada diziye olan tepkilerini dile getirmeye başladılar bile. (Bir troll, dizinin ‘‘çok güzel çekilmiş bir ‘Allah belasını versin Türkiye’nin, Türklerin’ projesi’’ olduğunu söylemiş).
Çelebi özelde Matilda’ya, genel olarak ise azınlıklara ve etkileşimde olduğu tüm kadınlara davranış şekliyle şüphesiz dizinin kötü adamı. Yakışıklı, ıssız adamdan hallice taksi şoförü Fıstık İsmet (Barış Arduç) ise dizide Türkiyeli erkeklerin gayrimüslim kadınlarla ilişkilenme şeklindeki çarpıklığa işaret eden ve bunun üzerine düşünmemize vesile olan bir karakter konumunda. İsmet’ten gerçek kimliğini saklayarak kendini Aysel olarak tanıtan Raşel’in, kendi tecrübesine istinaden konuşan annesi de der ki ‘‘O Müslüman sevmeyecek seni. Seni değil, Aysel’i seviyor.’’ Yine de dizinin bu konuda oldukça adil ve hatta Türk karakterlere karşı yer yer bağışlayıcı olduğunu söylemek mümkün. Daha doğru bir ifadeyle, dizi iyi azınlık–kötü Türk ikiliğine yaslanmak yerine, iyi ve kötü karakterler arasındaki temel ayrımı sınıfsal bir yerden kuruyor.
Dizi İstanbul Yahudilerinin ve Anadolu’dan İstanbul’a daha yeni göç etmiş halkın deneyimleri arasında defalarca paralellik gösteriyor mesela. Kasketleri, bağlamaları ve bohçaları ile gözleri fal taşı gibi açılmış bir halde gezinen köylülerin İstiklal’de sıra sıra dizildiklerini görüyoruz. Hepsi iş arıyorlar ve bir çoğu da kendilerini Kulüp İstanbul’da, işçi sınıfından gelen Yahudilerin, Rumların ve Ermenilerin yanında çalışırken buluyor.
Anadolu’dan göç etmiş bu karakterlerden biri de Hacı (Sezer Arıçay). Bu koca şehirde sudan çıkmış balığa dönüyor, ama yine de Kulüp’te haftada beş liraya çalışacağı bir iş buluyor kendine. Hacı ve Matilda arasında, dini ve etnik dinamiklerin ötesinde bir sınıf dayanışması ihtimalini gördüğümüz hassas ve dokunaklı anlar yaşanıyor.
Örneğin Hacı, Matilda’ya bir paket teslim etmek için La Kula’ya gelir. Matilda’yı avluda melankolik bir halde, genelde Janet-Jak Esim Ensemble tarafından icra edilen geleneksel Ladino şarkısı ‘‘Yo Era Ninya’’yı (Küçük Bir Kızdım) dinlerken bulur. Şarkı, uğruna varlıklı ailesinin sağladığı imkanları terk ettiği kocasının kötü muamelesine maruz kalan genç bir kadının öyküsünü anlatır. Bir apartmanın camı önündeki gramofondan dışarıya bu hüzünlü ezgi süzülürken Hacı, Matilda’nın yanına yaklaşır: ‘‘Ne güzel şarkıymış. Anamın bizi uyuturkenki ninnilerine benzettim.’’ Matilda, ‘‘Eski bir Sefarad şarkısı’’ diyince Hacı’nın kafası karışır. Bu kelimenin ne anlama geldiğini bilmiyordur. ‘‘Sefarad, yüzyıllar önce buraya göç eden Yahudiler. Benim gibi…’’ Hacı bu yanıt karşısında bir an duraksar ve gülümseyerek ‘‘Bizim gibi yani’’ der. Matilda tebessümle karşılık verir. Farklılıkları ne olursa olsun, bir yabancı gibi hissettirilme hissi ikisinin de anlayabileceği bir şey. Aynı zamanda, köylüler yoğun iç göçle beraber şehri sahiplenmeye başlarken İstanbul’da tutunmaları zor hale gelen ve Türkiye’deki geleceklerinden ümidi kesen bazı Yahudiler İsrail’e göç eder. Tıpkı günümüzde Türkiye’den ayrılan genç Yahudiler gibi...
Dizi, Matilda ve Hacı arasındaki potansiyel dayanışma anlarından bir diğerini daha gösterir. Gaddar Çelebi, Matilda’ya kulübün yeni assolisti için kulis olarak kullanılacak bir odayı dip köşe temizlemesini emreder. Matilda bu zahmetli işin gece yarısına sarkacağından endişe eder. Nitekim cuma günü güneşin batımıyla başlayan Şabat yaklaşmaktadır ve Matilda dini inancının gereği olarak günün geri kalanını ibadetle ve dinlenmekle geçirmek istemektedir. Çelebi bunu bilir bilmesine, zira ısrarının yegane sebebi budur. Sadece bir ışığı açıp kapatmanın bile teknik olarak yasak olduğunu iyi bilir, bu yüzden odadan çıkarken bile isteye ışığı kapatır.
Ancak bu basitçe Çelebi’nin antisemitizmiyle ilgili değil, hatta Matilda’ya eziyet etme çabasının altında bastırmaya gayret ettiği gizli bir hayranlık hissederiz. Bu daha çok kendisinin, kulübün hiyerarşisinde elde ettiği iktidar konumuyla ilgili. (Sadece) Türk olduğu için değil, patron olduğu için bu böyledir yani. Günün daha erken saatlerinde Hacı Cuma namazına gitmek istediğinde, Çelebi’nin ona mani olarak çalışmaya devam etmesini söylemesinden de bunu anlıyoruz.
Matilda ve Hacı arasındaki dayanışma anlarını yan yana koyduğumuzda görüyoruz ki, bu iki karakter farklılıklardan ziyade benzerlikler taşıyorlar. Dizi bize ‘‘yoksul Müslümanların ve yoksul Yahudilerin ortak düşmanı birbirleri değil de zenginlerdir’’ diye fısıldıyor sanki. Zenginler değilse de Çelebi gibi, bir zamanlar kendisi de köyden yeni göç etmiş bir çaycıyken başkalarının sırtına basarak sınıfsal sıçrama yapmaya çalışıp bu uğurda zalimleşenlerdir.
‘‘Kimimiz gökkuşağından / Diğerimiz yasak doğuştan’’
Dizinin gösterdiği bir diğer potansiyel dayanışma kanalı, muhteşem performansı sadece Gökçe Bahadır’ınkiyle kıyaslanabilecek Salih Bademci’nin canlandırdığı Selim Songür ile Matilda karakterleri arasında. Dağınık saçlı, gözlüklü Selim’in bir hayali var: 1950’lerde çoğunlukla apayrı mekanlarda icra edilerek ayrıştırılmış olan alaturka ve alafranga müziğini birleştiren, yeni bir varyete şov modeli yaratmak. Getirdiği bu Doğu-Batı müzikal sentezi önerisi yüzünden o güne dek gittiği kulüplerden kovulur, ancak Kulüp’ün patronu Orhan Bey ona bir şans verir. Anlaşma imzalarlar ve Selim Kulüp İstanbul’da Türkçe sözlü yeni bir varyete şov hazırlamak üzere çalışmalara başlar.
(Bu arada, bana kalırsa dizideki oldukça az sayıdaki tarihi hatalardan biri şu: Kulüp’ün geçtiği dönemde – 1950’lerin ortasında – değil de, ondan yaklaşık on yıl sonra sahnede böylesi bir müzikal sentezin ilk denemesi yapılabilmişti. 1964’te Tülay German sahnede türküleri caz enstrümanları ile icra ederek, ondan sadece İngilizce ve Fransızca şarkılar duymak isteyen smokinli ve gece elbiseli dinleyicisini ilk kez şaşırtmış ve Anadolu Rock’ın önünü açmıştı.)
Kulüp’te yepyeni bir şov icra edeceği netlik kazandığında, Orhan dışındaki herkes Selim’e şüpheyle yaklaşır. ‘‘Erkek assolist mi olur?’’ diye sorup bakışanlar olur. Dile getirilmeyen ima, Selim’in gay olduğudur. Selim’in Zeki Müren’i andıran göz alıcı sahne performansıyla ve gösterişli kıyafetleriyle de dizi buraya göz kırpar. Kendisi de ‘yaralı’ olan Selim, bir başka örselenmiş ruhu gözünden tanır ve Matilda’ya hemencecik kanı kaynar. Ona Harry Belafonte’nin meşhur kalipso şarkısı ‘‘Matilda’’ ile serenat bile yapar. En sonunda, arkadaşı ve sırdaşı olan bu kadını çamaşır odasındaki sürgününden kurtarmak için Çelebi’yle konuşur ve Matilda’nın kendisinin kulis asistanı olmasını sağlar.
Selim ve Matilda arasındaki bu dostluk veya ittifak, farklı azınlık grupları arasındaki dayanışma anları üzerine düşünmemize olanak tanıyor. Bilindiği gibi Pera, tarihsel olarak uzun zamandır LGBTİQ+’ların Ermeni, Rum ve Yahudi komşuları arasında yer buldukları bir semt olmuştur. Bu ilişkilerin her zaman uyumlu olduğu söylenemese de Beyoğlu, lubunyaların her zaman dayanak bulabildikleri bir bölgeydi. Bayram Sokak’taki evlerin mühürlenmesinden tutun Onur Yürüyüşü sırasında her yıl karşılaşılan polis şiddetine kadar, bu olasılık bugün hızla kapanıyor. Yine de birçok insan hala Beyoğlu’nun, Sünni Türk ve heteroseksüel ‘makbul vatandaş’ profiline sığmayanların kendilerini ait hissedebilecekleri yegane yerlerden biri olma konusundaki itibarını korumak için mücadele ediyor.
Matilda ve Selim karakterleri arasında kurulan köprünün işaret ettiği, dini kimlikleri ve cinsel yönelimleri nedeniyle ayrımcılığa uğrayanların potansiyel kader birliği Ece Ayhan’ın ‘‘Ortodoksluklar’’ başlıklı şiir kitabında vurgulanarak ölümsüzleşmiştir. 1968’de yazılan kitabın başlığı, hem semtin Ortodoks Hristiyanlarına bir atıfta bulunur, hem de ‘sertlik, orostopolluk, fahişe, eşcinsel’ anlamlarına gelen argo bir sözcük ifade eder. Kulüp, bu unutulmuş bağlantıların iplerini alttan alta birbirine bağlar. Örneğin, Ladino’daki ‘pishar’ (işemek) kelimesinin Lubuncaya ‘pişar naşlamak’ olarak girmesi bize bu toplulukların fiziksel yakınlığını ve örtüşmesini gösteriyor.
Her ne kadar Kulüp’teki siyasi temalar kuvvetli olsa da, Selim karakterinin eşcinsel kimliğinin dizide hayli örtük bir şekilde ima edildiğini söylemek mümkün. Burada hemen, bir başka Netflix Türkiye projesi Aşk 101’deki Osman karakteri akıllara gelecektir. Nisan 2020’de, dizideki Osman karakterinin en başta gay bir karakter olarak yazıldığına dair söylentiler ayyuka çıkınca RTÜK’e şikayetler ve Netflix’e boykot tehditleri gelmeye başladı. (Söylentilerin aksine, Aşk 101’deki Osman’ın hiçbir zaman gay bir karakter olarak yazılmadığı ortaya çıktı. Aslında Özge Özpirinçci’nin başrolde olacağı Şimdiki Aklım Olsaydı adlı dizinin gay bir karaktere yer vermesi gerekiyordu, ancak proje RTÜK’ün itirazı üzerine rafa kaldırıldı ve ekibin onay olmak için senaryoda değişiklikler yapmayı reddetmesiyle tamamen iptal edildi.) Görünen o ki Kulüp dizisindeki Selim Songür karakteri ile birlikte Netflix, ‘milli hassasiyetler’i kabul etmiş durumda ve Türkiyeli seyirciler için açık bir şekilde gay bir karakter yazmaya dahi yeltenmiyor. Dünya için gökkuşağı kapitalizmi (bir doz transfobi ile birlikte) bize heteroseksüelliği dayatıyor.
Ve böylece Selim’in kendi arzularına veya gönül ilişkilerine tanıklık etmek yerine, onun Matilda’yla olan dostluğunu seyrediyoruz. Sonunda, dizilerde ve filmlerde sıkça karşımıza çıkan ‘bir kadın ve onun en yakın eşcinsel arkadaşı’ minvalinde bir ilişki prototipi kalıyor elimizde: zararsız, çünkü cinsel gerilimden azade bir arkadaşlık… Öte yandan, Orhan ile Selim arasında, bir adım ileri gidilse pekala homoerotik gerilime kapı açacak sahneler mevcut. Ancak belki de bir önceki paragrafta saydığımız sebeplerle dizi bu ihtimalin üzerinden atlıyor ve geriye sadece bu iki karakter arasındaki, karşılıklı anlayışa ve derin muhabbete dayanan bir ‘yakınlık’ kalıyor.
Yine de dizinin Beyoğlu’ndaki gayrimüslim ve LGBTİQ+ tarihi arasındaki bağlantıları çağrıştırması göz önüne alındığında, bu tema hala değerli. Hem bugün sansür ve otosansür rejimi altında yazılıp çizilen pek çok şeyde, tweet’lerden edebi eserlere kadar, şahit olduğumuz üzere, bazen en güçlü fikirler tam anlamıyla vücut bulanlar değil de belli belirsiz işaret edilenlerdir. Selim’in parlak renkli kıyafetiyle ve kanatlarıyla sahnede bir zafer edasıyla seslendirdiği ‘‘Masal’’ şarkısında dile getirdiği gibi: ‘‘Kimimiz gökkuşağından / Diğerimiz yasak doğuştan / Cihana meydan okuyuştan sabıkalı vesselam.’’
“Alas no tengo, bolar me kero / Kanadım yok ama uçmak istiyorum“
17 yaşındaki Raşel de doğuştan sabıkalı doğduğunu biliyor ve ister piç olarak tanımlansın ister istediği kişiyi sevemez olsun, hayatının merkezinde hep yasaklardan kaçış arzusu var. Sahnede kanatlarını açan Selim gibi, o da uçup giderek tüm bu olan bitenden kaçmanın hayalini kuruyor. Bir arkadaşına hayal kırıklığıyla boğuşurken dediği gibi, ‘‘Kanadım yok ama uçmak istiyorum.’’
Raşel isyankar, bir yerlere zorla girmeyi ve yağmura göğsünü açıp sarhoş olmayı sever. Kaçak göçek bir ilişki yaşadığı, serseri taksi şoförü İsmet’in ‘‘Üzerim seni kızım’’ uyarısına ‘‘Belki ben seni üzerim’’ diyerek meydan okur. (Spoiler geliyor) Hamile kalınca Raşel, İsmet ile bir düzen kurmalarının mümkün olup olmadığını sorgular. İsmet’le aynı yolda yürümenin pek de oluru olmadığını görüp bebeği onsuz dünyaya getirmeye karar verince, sadık arkadaşı Mordo’nun (İlker Kılıç) uzattığı eli tutar. Mordo ile evlenmeyi ve İsrail’e gitmeyi planlarlar, fakat Raşel’in bu karardan mutlu olmadığı ayan beyan ortadadır.
Kulüp, İsmet’i aklamak için büyük bir enerji harcıyor gibi. Raşel İsmet’e adının Aysel olduğunu söyler önce, ama ilk sevişmelerinden sonra ona gerçek adını ve Yahudi olduğunu itiraf eder. Bunun üzerine, İsmet Raşel’i tokatlar ve onu ıssız bir yerde öylece tek başına bırakır. Bu noktada izleyici İsmet karakterinin anlatıdan kaybolmasını bekler, ama İsmet’i şişenin dibine vururken, sigara dumanlarının arasından üzgün gözlerle uzaklara dalarken görürüz. Başka kadınlarla teselli ararken hep Raşel’i düşünür. Dizinin defalarca vurguladığı üzere, o Raşel’in Yahudi olduğu gerçeğini değil de onun söylediği yalanı hazmedemez. Diğer yandan, sonraki konuşmalarında Raşel’e ısrarla Aysel diye hitap etmeye devam eder. Yaramaz bir oğlan çocuğu eyler gibi, bizim de İsmet’in başını okşamamız beklenir sanki. Kavgalı olduğu babasının annesini dövdüğünü, yani İsmet’in şiddet dolu bir ailede büyüdüğünü de öğreniriz. Dizi bu yolla tokatı aklamaz, ama İsmet’in şiddete başvurmasının nedenlerini veya arka planını bize alttan alta açıklamaya çalışır.
Daha sonra, Raşel’in arkadaşı Tasula onu merdiven altı bir klinikte kürtaj yaptırmaya götürür. Oradaki diğer kadınların acı içinde, perişan bir halde klinikten ayrılmasını izledikten sonra Raşel oradan ayrılmaya karar verir. Keşke bir kez olsun, sadece bir kez, bir kadının hamileliğini sonlandırmaya kendi iradesiyle karar verdiği, bu işlemi sorunsuz bir şekilde tecrübe ettiği ve sonrasında kendisi için en doğru kararı vermiş olduğu hissiyle rahatlamış bir halde hayatına devam ettiği bir kürtaj sahnesi çekebilmiş/izleyebilmiş olsaydık. Kültür eleştirmeni Madeline Lane McKinley’nin Amerikan televizyon ve filmlerindeki kürtaj komedileri üzerine bir yazısında belirttiği gibi, ‘‘Kürtaja karşı kayıtsızlık radikal bir jest, kürtajın bir feminist mücadele alanı olmaya devam etmesinin yollarının kabulü olabilir.’’ Bunun yerine Kulüp’te, anaakım televizyonda olduğu gibi, daha çok melodramla ve öfkeyle karşı karşıya kalıyoruz.
Sonuçta, dizinin ana temalarından birinin ‘aile’ olduğunu söylemek mümkün. En başta Matilda ve Raşel var. Sonra Orhan, annesi ve aile geçmişleriyle ilgili sakladıkları o büyük sır var. Geleneksel bir hayatı seçmediği için evlatlıktan reddedilen Selim’in ailesi, şiddet faili babasıyla ve fazla bağışlayıcı annesiyle İsmet var. Dizi, bütün bu ilişkilerin iktidar ağları ve suçluluk duygusu üzerine kurulu olduğunu gösterirken olası bir alternatife de işaret ediyor. İlk bölümlerde Raşel, sırf kan bağı olduğu için annesi olduğunu söyleyen bir kadını kabul etmez mesela ve Matilda’ya der ki ‘‘Aileni seçemezsin derler ya? Aslında seçebilirsin.’’ Yönetmen Günay Tan, Altyazı dergisine verdiği röportajda bu temaya açık bir şekilde değinir ve Matilda ile Raşel’in hikayesinde en çok ilgisini çeken noktalardan birinin, ‘‘aileyi kutsamak yerine aile içindeki kişilerin birbirine birey olarak yaklaşması’’ olduğunu söyler. Gerçekten de Raşel Matilda’ya aşina oldukça, ona bir insan olarak yaklaştıkça, onun hikayesine kulak verdikçe onunla ilişkilenmeye başlamayı ‘seçer’. Birinin annesi veya çocuğu olmak, güven ve özenle kazanılan bir şeydir.
Ve dizi boyunca, farklılıklara rağmen dayanışmanın bir başka yolu olarak önümüze çıkan ‘seçilmiş aile’ anlarına şahitlik ederiz. Matilda’nın ve Hacı’nın birbirlerini kollaması, Matilda’nın Çelebi tarafından pavyonlarda çalışmaya zorlanan genç bir kadına yardım etmesi… Kulüp bize diyor ki bu türden bağlar veya dayanışmalar geliştirebilirsek ve başkalarına yapılan haksızlıklarına bunlar kendi başımıza gelmişçesine ses çıkarabilirsek, işte o zaman geçmişi nostaljiyle kutsamak yerine onunla yüzleşmenin bir yolunu bulabiliriz. Böylesi bir yüzleşmeyi ve bugün hep birlikte farklı bir anlatı inşa edebilmeyi tahayyül etmek, ancak geçmişle ilgili açıkça ve yüksek sesle konuşmakla mümkün olur. Kulüp’ün sesi her şeyden önce budur.
Paylaş: