Geçmişle yüzleşmek için, hiç değilse toplumsal meseleler hakkında dürüst diyaloglar kurabilmek için, klişeleşmiş anlatım biçimlerinden kopmamız gerekiyor. Travmalar bundan daha fazlasını talep ediyor.
Fethiye Çetin’in Anneannemisimli anı kitabında ünlü avukat, anneannesi Seher/Heranuş’un Ermeni olduğunu keşfeder. Kitabın ortalarına doğru, anneannenin acı hikâyesini öğreniriz. Soykırım sırasında köyün kadınları sürgüne yollanır, yolculuk sırasında ise o dönem çocuk olan anneanne Türkler tarafından kaçırılır. İşin çarpıcı yanı, soykırıma müsaade eden ve kendisini öz annesinden kaçıran jandarma komutanını, anneanne bir baba figürü olarak benimser, ondan yufka yürekli diye bahseder. Çetin tarafından bu çelişki irdelendiğinde anneannesi tepki gösteremez, cevabı hep aynı olur: “Ne bileyim?”
Anneannenin “ne bileyim?” cevabındaki o hüzünlü kafa karışıklığı, kitabı okumadan önce kendi anneannemle yaptığım bir sohbeti çağrıştırdı. 6-7 Eylül öncesi her yaz Büyükada’da görüştüğü Rum arkadaşları ikinci sınıfa başladığı yıl ortadan kaybolur. Anneanneme “arkadaşların nerede diye hiç sorgulamadın mı? Onları hiç özlemedin mi?” diye sorduğumda, hikâyedeki pasif anlatıma itiraz ettiğimde, anneannemin tepkisi de benzer olur: “Her yaz görüşürdüm, sonra görüşemedim. Bilmem ki.”
Çocukluğunu Kuledibi’nde geçiren anneanneme karşılık, kendi çocukluğumu güvenlikli sitede geçirdim. Ailece politik olarak hep sessiz kaldık; konu Türkiye olunca hâlâ sosyal medyada fikirlerimi beyan etmekte tedirginimdir. Anneannem arkadaşlarına, zaman zaman da anneme Ladino konuşur. Annem Ladino’yu anlar ama Türkçe cevap verir. Bense anneannemin Ladinosunu ancak mimiklerinden veya araya serpiştirdiği Türkçe kelimelerden anlamaya çalışırım. Bu gibi anlarda anneannemin önceki gün benim için yaptığı börekitaslar servis edilir. Kulüp dizisindeki Raşel’in favorisi ıspanaklıymış ama benimkisi patlıcanlı.
Eğer bir Twitter kullanıcıysanız ve son bir haftadır az çok gündemi takip ediyorsanız, Netflix’in yeni dizisi Kulüp’ü duymuş ve hakkında yayımlanan yazılara göz gezdirmişinizdir. Dizideki Yahudi kültürüne ait her detayı uzmanca yorumlayan canım arkadaşım Nesi’nin tweetlerini okumanızı tavsiye ediyorum. Türkiyeli Yahudiler olarak hepimizin hemfikir olduğu konu, dizinin Yahudi kültürünü titizlikle ekrana yansıtması. Ekip Yahudi olmasa bile, birçok Yahudi danışanla çalışılmış ve ortaya gerçekten de kültüre saygılı, bir o kadar da gerçekçi bir iş çıkmış. Herkesin de üstüne basa basa söylediği gibi popüler bir Netflix dizisinde Ladino duymak, birçoğumuzun hayal bile edemeyeceği bir şeydi. Sadece bu sebepten alkışlanacak bir proje olmuş.
Bu yazıyı ilk tasarladığımda, yazmak istediğim konu ana akımda ötekinin temsiliydi. Türkiye’de kötü bir bağlamda kurnaz, sinsi, paragöz, iyi bir bağlamda ise kibar “komşu” olarak ötekileşmiş Yahudilerin, ilk defa ana karakterler olması, diziyi onların perspektifinden izliyor olmamız, temsiliyet bağlamında bütün ezberleri bozuyor, bu fikre hâlâ katılıyorum. Ancak dizide, bütün bu pozitif örneklerin yanı sıra, beni tatmin etmeyen bir şeyler var. Etrafımdaki Yahudi aile üyelerim ve arkadaşlarımın aksine, diziden pek zevk alamadım, hatta bitirmekte zorlandım. Belki de problem, bir felaketin ana akımın dilinden hiçbir zaman etkili bir biçimde aktarılamayacağı gerçeği.
Dizinin ana karakteri Matilda, varlıklı bir aileden gelir. Geçmişi gösteren sahnelerde Matilda, babasının sağ kolu Mümtaz’dan hamile kalır. Daha sonra babası ve abisi Aşkale Çalışma Kampı’na yollanır ve orada öldürülür. Ailesini Mümtaz’ın ihbar ettiğini öğrenen Matilda, Mümtaz’ı vurur ve (afla çıkana kadar) müebbet hapis cezasına çarptırılır.
Bu hikâyedeki sistematik şiddeti ve nesiller boyu devam edecek travmayı tahmin edebiliyorsunuzdur. Ancak dizideki olay örgüsü, benim yukarıda anlattığım kadar basit bir şekilde, tek bir sahnede anlatılıyor. Olayların kurgulanma şekli, toplumsal bir yarayı açmak, içerideki tüm unutulmuşları akıtmaktansa bir Hollywood dokunuşuyla öksüz kız ve anne arasındaki ilişkiyi onarmaya yarıyor.
Fethiye Çetin’in Anneannem kitabının en etkileyici kısmı, soykırım hikâyesindeki sessizlikler, boşluklar ve çelişkiler. Anneanne Ermeni kimliğiyle de, sistematik bir şiddet sonucu benimsediği Müslüman kimliğiyle de, dopdolu bir yaşam sürdürüyor, kendisine iki aile kurmayı beceriyor. Ermeni ailesini dağıtan komutan, “yufka yürekli” olabiliyor, bazı detaylar atlanıyor, bazılarının atlanılması tercih ediliyor. Bu tarz bir anlatım, ister istemez alışılmış kurgulardan sapıyor, bizi daha karmaşık, daha belirsiz, daha sınırsız bir alana sürüklüyor.
Son yıllarda hafızaya tanıklık ve felaketin temsili aslında Türkiye’deki akademik diskurun önemli bir parçası haline geldi. Pandemi sırasında Hakikat Adalet Hafıza Merkezi’nin hazırlamış olduğu Hafıza ve Sanat sempozyumu veya Hazal Özvarış moderatörlüğünde yayımlanan Adalet Atlası podcasti bahsettiğim meseleler hakkında düşünmek için çok değerli kaynaklar.
Podcastin “Yazarların Yazamadıkları” bölümünde yayına katılan Sema Kaygusuz, Dersim katliamını ele aldığı Yüzünde Bir Yer romanından bahsediyor. Kitabın yayımlandığı dönem ana akım basından gelen eleştirileri açıklayan Kaygusuz, baskın ideolojinin dil dünyasına cevap vermenin, kendi dilimizi kaybetmemize sebep olacağını vurguluyor. Sema Kaygusuz’un işaret ettiği baskın ideolojinin dilini reddetme eylemi, bize aslında kendi geçmişimize sahip çıkma imkânı tanıyor.
Tarihsel gerçeklik ve Yahudi kültürünün ekrana yansıtılması açısından Kulüp dizisinin başarısı aşikâr. Ancak en nihayetinde dizide Varlık Vergisi, derinlikle ele alınacağına kurgudaki boşlukları kapatan bir trajedi olarak aktarılıyor. Bu tercihin bir sebebi hikâyenin son derece karmaşık olması: sadece altı bölümde dinler arası bir aşk hikâyesine, canlı bir müzik performansının sahnelenme sürecine, öksüz kız ve kayıp anne arasındaki gerilime ve Varlık Vergisinin izini taşıyan milliyetçi politikalara tanık oluyoruz. Saydığım olaylar içinde Matilda’nın ruhsal durumuna ayrılacak zaman, ister istemez yok denilecek kadar az.
Kulüp dizisinde hissettiğim tatminsizlik, aslında Türkiye medyasındaki son gelişmelere de ayna tutuyor. Dijitalin popülerliği ile ana akım medyanın sansürüne maruz kalmıyoruz, ancak baskın dilden sıyrıldık mı emin değilim. Dizinin en tartışılan anlarından biri, ilk bölümde geçen “Biz 400 yıldır buradayız, vatan yahu” repliği. Dizideki bu dil, aslında Yahudilerin vatanseverliğinin devamlı olarak ölçüldüğü ırkçı bir anlayışı onaylamış oluyor. Geçmişle yüzleşmek için, hiç değilse toplumsal meseleler hakkında dürüst diyaloglar kurabilmek için, klişeleşmiş anlatım biçimlerinden kopmamız gerekiyor. Travmalar bundan daha fazlasını talep ediyor.
Geçmişle yüzleşmek için, hiç değilse toplumsal meseleler hakkında dürüst diyaloglar kurabilmek için, klişeleşmiş anlatım biçimlerinden kopmamız gerekiyor. Travmalar bundan daha fazlasını talep ediyor.
Bu yazı önce Argonotlar‘da yayınlanmıştır.
Fethiye Çetin’in Anneannem isimli anı kitabında ünlü avukat, anneannesi Seher/Heranuş’un Ermeni olduğunu keşfeder. Kitabın ortalarına doğru, anneannenin acı hikâyesini öğreniriz. Soykırım sırasında köyün kadınları sürgüne yollanır, yolculuk sırasında ise o dönem çocuk olan anneanne Türkler tarafından kaçırılır. İşin çarpıcı yanı, soykırıma müsaade eden ve kendisini öz annesinden kaçıran jandarma komutanını, anneanne bir baba figürü olarak benimser, ondan yufka yürekli diye bahseder. Çetin tarafından bu çelişki irdelendiğinde anneannesi tepki gösteremez, cevabı hep aynı olur: “Ne bileyim?”
Anneannenin “ne bileyim?” cevabındaki o hüzünlü kafa karışıklığı, kitabı okumadan önce kendi anneannemle yaptığım bir sohbeti çağrıştırdı. 6-7 Eylül öncesi her yaz Büyükada’da görüştüğü Rum arkadaşları ikinci sınıfa başladığı yıl ortadan kaybolur. Anneanneme “arkadaşların nerede diye hiç sorgulamadın mı? Onları hiç özlemedin mi?” diye sorduğumda, hikâyedeki pasif anlatıma itiraz ettiğimde, anneannemin tepkisi de benzer olur: “Her yaz görüşürdüm, sonra görüşemedim. Bilmem ki.”
Çocukluğunu Kuledibi’nde geçiren anneanneme karşılık, kendi çocukluğumu güvenlikli sitede geçirdim. Ailece politik olarak hep sessiz kaldık; konu Türkiye olunca hâlâ sosyal medyada fikirlerimi beyan etmekte tedirginimdir. Anneannem arkadaşlarına, zaman zaman da anneme Ladino konuşur. Annem Ladino’yu anlar ama Türkçe cevap verir. Bense anneannemin Ladinosunu ancak mimiklerinden veya araya serpiştirdiği Türkçe kelimelerden anlamaya çalışırım. Bu gibi anlarda anneannemin önceki gün benim için yaptığı börekitaslar servis edilir. Kulüp dizisindeki Raşel’in favorisi ıspanaklıymış ama benimkisi patlıcanlı.
Eğer bir Twitter kullanıcıysanız ve son bir haftadır az çok gündemi takip ediyorsanız, Netflix’in yeni dizisi Kulüp’ü duymuş ve hakkında yayımlanan yazılara göz gezdirmişinizdir. Dizideki Yahudi kültürüne ait her detayı uzmanca yorumlayan canım arkadaşım Nesi’nin tweetlerini okumanızı tavsiye ediyorum. Türkiyeli Yahudiler olarak hepimizin hemfikir olduğu konu, dizinin Yahudi kültürünü titizlikle ekrana yansıtması. Ekip Yahudi olmasa bile, birçok Yahudi danışanla çalışılmış ve ortaya gerçekten de kültüre saygılı, bir o kadar da gerçekçi bir iş çıkmış. Herkesin de üstüne basa basa söylediği gibi popüler bir Netflix dizisinde Ladino duymak, birçoğumuzun hayal bile edemeyeceği bir şeydi. Sadece bu sebepten alkışlanacak bir proje olmuş.
Bu yazıyı ilk tasarladığımda, yazmak istediğim konu ana akımda ötekinin temsiliydi. Türkiye’de kötü bir bağlamda kurnaz, sinsi, paragöz, iyi bir bağlamda ise kibar “komşu” olarak ötekileşmiş Yahudilerin, ilk defa ana karakterler olması, diziyi onların perspektifinden izliyor olmamız, temsiliyet bağlamında bütün ezberleri bozuyor, bu fikre hâlâ katılıyorum. Ancak dizide, bütün bu pozitif örneklerin yanı sıra, beni tatmin etmeyen bir şeyler var. Etrafımdaki Yahudi aile üyelerim ve arkadaşlarımın aksine, diziden pek zevk alamadım, hatta bitirmekte zorlandım. Belki de problem, bir felaketin ana akımın dilinden hiçbir zaman etkili bir biçimde aktarılamayacağı gerçeği.
Dizinin ana karakteri Matilda, varlıklı bir aileden gelir. Geçmişi gösteren sahnelerde Matilda, babasının sağ kolu Mümtaz’dan hamile kalır. Daha sonra babası ve abisi Aşkale Çalışma Kampı’na yollanır ve orada öldürülür. Ailesini Mümtaz’ın ihbar ettiğini öğrenen Matilda, Mümtaz’ı vurur ve (afla çıkana kadar) müebbet hapis cezasına çarptırılır.
Bu hikâyedeki sistematik şiddeti ve nesiller boyu devam edecek travmayı tahmin edebiliyorsunuzdur. Ancak dizideki olay örgüsü, benim yukarıda anlattığım kadar basit bir şekilde, tek bir sahnede anlatılıyor. Olayların kurgulanma şekli, toplumsal bir yarayı açmak, içerideki tüm unutulmuşları akıtmaktansa bir Hollywood dokunuşuyla öksüz kız ve anne arasındaki ilişkiyi onarmaya yarıyor.
Fethiye Çetin’in Anneannem kitabının en etkileyici kısmı, soykırım hikâyesindeki sessizlikler, boşluklar ve çelişkiler. Anneanne Ermeni kimliğiyle de, sistematik bir şiddet sonucu benimsediği Müslüman kimliğiyle de, dopdolu bir yaşam sürdürüyor, kendisine iki aile kurmayı beceriyor. Ermeni ailesini dağıtan komutan, “yufka yürekli” olabiliyor, bazı detaylar atlanıyor, bazılarının atlanılması tercih ediliyor. Bu tarz bir anlatım, ister istemez alışılmış kurgulardan sapıyor, bizi daha karmaşık, daha belirsiz, daha sınırsız bir alana sürüklüyor.
Son yıllarda hafızaya tanıklık ve felaketin temsili aslında Türkiye’deki akademik diskurun önemli bir parçası haline geldi. Pandemi sırasında Hakikat Adalet Hafıza Merkezi’nin hazırlamış olduğu Hafıza ve Sanat sempozyumu veya Hazal Özvarış moderatörlüğünde yayımlanan Adalet Atlası podcasti bahsettiğim meseleler hakkında düşünmek için çok değerli kaynaklar.
Podcastin “Yazarların Yazamadıkları” bölümünde yayına katılan Sema Kaygusuz, Dersim katliamını ele aldığı Yüzünde Bir Yer romanından bahsediyor. Kitabın yayımlandığı dönem ana akım basından gelen eleştirileri açıklayan Kaygusuz, baskın ideolojinin dil dünyasına cevap vermenin, kendi dilimizi kaybetmemize sebep olacağını vurguluyor. Sema Kaygusuz’un işaret ettiği baskın ideolojinin dilini reddetme eylemi, bize aslında kendi geçmişimize sahip çıkma imkânı tanıyor.
Tarihsel gerçeklik ve Yahudi kültürünün ekrana yansıtılması açısından Kulüp dizisinin başarısı aşikâr. Ancak en nihayetinde dizide Varlık Vergisi, derinlikle ele alınacağına kurgudaki boşlukları kapatan bir trajedi olarak aktarılıyor. Bu tercihin bir sebebi hikâyenin son derece karmaşık olması: sadece altı bölümde dinler arası bir aşk hikâyesine, canlı bir müzik performansının sahnelenme sürecine, öksüz kız ve kayıp anne arasındaki gerilime ve Varlık Vergisinin izini taşıyan milliyetçi politikalara tanık oluyoruz. Saydığım olaylar içinde Matilda’nın ruhsal durumuna ayrılacak zaman, ister istemez yok denilecek kadar az.
Kulüp dizisinde hissettiğim tatminsizlik, aslında Türkiye medyasındaki son gelişmelere de ayna tutuyor. Dijitalin popülerliği ile ana akım medyanın sansürüne maruz kalmıyoruz, ancak baskın dilden sıyrıldık mı emin değilim. Dizinin en tartışılan anlarından biri, ilk bölümde geçen “Biz 400 yıldır buradayız, vatan yahu” repliği. Dizideki bu dil, aslında Yahudilerin vatanseverliğinin devamlı olarak ölçüldüğü ırkçı bir anlayışı onaylamış oluyor. Geçmişle yüzleşmek için, hiç değilse toplumsal meseleler hakkında dürüst diyaloglar kurabilmek için, klişeleşmiş anlatım biçimlerinden kopmamız gerekiyor. Travmalar bundan daha fazlasını talep ediyor.
Paylaş: