Beyoğlu’nun dokusu gitgide bozulurken, ‘‘Beyoğlu’nu geri alıyoruz’’ demek bugünlerde popüler. Ancak bir şeyi ‘‘geri almaktan’’ bahsetmeden önce o apartmanlarının, dükkanlarının ve kafelerinin en başta kimlerin elinden alındığını sormamız gerekir. İşte Kulüp dizisinin anlattığı da tam bunun hikayesi.
Yazımın birinci bölümünde vurguladığım gibi, Kulüp bir belgesel film veya katıksız bir nostalji denemesi değil ama şunu kabul edelim: 1950’lerde Pera sokaklarında geziniyor olmanın nasıl hissettireceğini hayal etmek harika bir his. Çağan Irmak imzalı Yeşilçam (2021) dizisinde olduğu gibi, İstiklal Caddesi’nin (Kulüp’teki bazı karakterlerin ifade ettiği şekliyle Cadde-i Kebir’in) platoda yeniden inşa edilmiş bir kopyası bize gerçek bir seyir zevki sunuyor. Kulüp’ün sanat yönetmenleri, 1955 senesine (muhtemelen 6-7 Eylül’ün sadece birkaç ay öncesine) birebir uygun bir Grande Rue de Péra – caddenin diğer bir adını kullanmak istersek – yaratmak için her ayrıntısına özenilmiş bir iş ortaya koymuşlar. Dizinin yapımcıları, tarihi konularda danışmanlık yapmaları için doğru isimler seçmişler: Arşiv çalışmalarıyla tanınan araştırmacı ve yazar Gökhan Akçura ile Şalom Gazetesi yazarı, profesyonel tur rehberi ve İstanbul uzmanı Mois Gabay.
Ayrıntılar gerçekten nefis: Hala ‘‘Şişli-Beyazıt’’ işareti taşıyan tarihi tramvay, Hristo Peruka ve benzeri dükkan isimleri, Çıplak Ayaklı Kontes ve Cennetin Doğusu gibi o dönemde gerçekten gösterime girmiş filmlerin afişleri… Hatta dizi Galata Kulesi’ni, daha sonra restore edilmiş sivri külahlı haliyle değil de 1950’lerin ortasındaki kademeli teraslarıyla birlikte gösterince Twitter üzerinden mimarların övgüsünü aldı bile.
Dizinin ana ekseninde İstiklal yer alıyor, ama Kulüp Tünel’de bitmiyor. Olayların merkezinde Beyoğlu’nun arka sokakları, özellikle Matilda’nın ve cemaatinin La Kula diye ifade ettiği Galata Kulesi civarı bulunuyor. Çoğu izleyici bu semtin nüfusunun, nasıl ki Beyoğlu’nun diğer bölgelerinin nüfusu Rumlardan, Ermenilerden ve diğer azınlıklardan oluşuyorsa, 1950’lere kadar ağırlıklı olarak işçi sınıfı ve orta sınıf Yahudilerden oluştuğunu bilmeyebilir.
Kentsel dönüşüm yasaları, soylulaştırma projeleri, mimarı yapıların itinayla korunması gerekirken ihmal edilmesi nedeniyle (çoğunluğun iddia ettiğinin aksine, Suriyeli mülteciler yüzünden değil) Beyoğlu’nun dokusu gitgide bozulurken, ‘‘Beyoğlu’nu geri alıyoruz’’ demek bugünlerde çok popüler. Evet, özellikle pandemi döneminde pek çok tarihi mekan, bar ve işletme kapatılmışken bunun gerçek sorumlusu olan hükümete işaret etmekten geri durmamalıyız. Ancak herhangi bir şeyi ‘‘geri almaktan’’ bahsetmeden önce bugünün binalarının, apartmanlarının, dükkanlarının ve kafelerinin çoğunun en başta kimlerin elinden alındığını sormamız gerekir. İşte Kulüp dizisinin anlattığı da tam bunun hikayesi.
‘‘Eğlence sektörünü şu gayrimüslimlerin elinden bir kurtarsak mı diyorum?’’
Kulüp’ün anlatı eksenini takip edebilmek için biraz geriye gidelim. Dizi Matilda Aseo’nun cezaevinden çıkışıyla başlıyor. Sonradan sevgilisi olduğunu öğreneceğimiz birini öldürmekten 17 yıl içeride yattıktan sonra genel af yasasıyla salıveriliyor ve işlerini yoluna koyup İsrail’e gitmek üzere La Kula’ya geri dönüyor. Gerçekten de ‘‘Vatandaş Türkçe Konuş’’ kampanyalarından, 1934 Trakya Olayları’ndan ve 1942 Varlık Vergisi Kanunu’ndan sonra pek çok Yahudi İsrail’e göç etmiştir. Altaras’ın işaret ettiği gibi, sadece 1947 ve 1949 yılları arasında Türkiyeli Yahudilerin neredeyse yarısı İsrail’e çoğunlukla ideolojik değil de politik ve ekonomik sebeplerle göç etmiştir. Ama Matilda geçmişini arkasında bırakıp İsrail’e gidemez, çünkü hapishanede dünyaya getirdikten sonra bırakmak zorunda kaldığı kızının bir yetimhanede büyüdüğünü öğrenir.
Matilda’nın 17 yaşındaki kızı Raşel (Asude Kelebek), hazırcevap ve isyankar bir kişiliğe sahip. Bir gece vakti meşhur Kulüp İstanbul’a gizlice girerek kendisini bir polis karakolunda bulur. Gece kulübüne Rum arkadaşı Tasula (Merve Seyma Zengin) ile birlikte, onun kimliğini çalmak için girer. Tasula’nın kimliğine el koyan ise, ona kulüpte dansçı olarak çalışmaktan başka bir çare bırakmak istemeyen zalim müdür Çelebi’den (Fırat Tanış) başkası değildir. Matilda tam İsrail’e gidiş biletini eline almışken, kızının nezarette olduğu haberini alıp karakola koşar. Raşel’i enseleyen Çelebi ise Matilda’yı emniyette görünce şikayetini geri çekmekten son anda vazgeçer. En nihayetinde Çelebi şikayetini geri çekme konusunda ikna olur olmasına, ama Matilda’nın borcunu ödemek için Kulüp’te çalışmaya başlaması karşılığında… Bu noktadan sonra hikayenin iki sorunun etrafında ilerleyerek canlandığını söylemek mümkün: Neden Çelebi’nin, neredeyse yirmi yıl hapis yatmış olan Matilda’ya karşı kişisel bir garezi var? Yetimhanede geçen bir çocukluğun ardından Raşel, Matilda’yı annesi olarak kabul edecek mi?
Beyoğlu’nun bir mikro formu olan Kulüp İstanbul
Çelebi’nin kulüp çalışanları üzerinde tahakküm kurma çabasına şahit olduğumuz andan itibaren, Kulüp İstanbul’un dansçılarla, caz gruplarıyla ve en şık kıyafetleriyle rakı içen müşterilerle dolu bir fantezi dünyası olmadığını anlıyoruz. Burası her şeyden önce, bütün ekonomik sömürü ilişkileriyle ve katı hiyerarşisiyle, enikonu bir iş yeri. Hem mekanın ön yüzünü (vestiyerler, çiçek satıcıları, garsonlar) ve arka yüzünü (aşçılar, çamaşırcılar, hademeler), hem sahne önü (şarkıcılar, dansçılar) ve sahne arkası emekçilerini (koreograflar, ışıkçılar) görürüz. Hepsinin müdürü zorba Çelebi’yken, mekanın sahibi de Orhan Şahin’dir (Metin Akdülger).
Çalışanlarının çeşitliliği, Kulüp’ün dizide adeta Beyoğlu’nun bir mikro formu gibi resmedildiğini gösteriyor. İçinde Ermenice, Fransızca, Rumca, Ladino ve Türkçenin aynı anda konuşulduğu minik bir Babil Kulesi… Aslında bir Ceneviz kolonisi olan Beyoğlu (orijinal adıyla ‘‘Pera’’ – Tarihi Yarımada’nın ötesinde bir yeri işaret eden, ‘‘ötede/orada’’ anlamındaki Yunanca kelime) Osmanlı İmparatorluğu yıkılana kadar yabancı büyükelçiliklerin bulunduğu ve Levantenlerle Ermenilerin, Rumlarla Yahudilerin yaşadığı bir yerdi. Bütün bu gayrimüslim azınlıkların varlığı Beyoğlu’nu aynı zamanda meyhanelerin, içki kültürünün ve bir burjuva Avrupalı icadı olan restoranların merkezi yaptı. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde yani mütareke yıllarında Beyoğlu, özellikle Beyaz Rusların ve diğer Avrupalıların akınıyla birlikte barlarıyla ve gece kulüpleriyle bilinir hale geldi. İşte bu tarihi miras, bugün neden hala içmek için Beyoğlu’na gidiyoruz sorusuna bir yanıt teşkil ediyor.
Kulüp dizisinin geçtiği dönemde, yani 1950’lerde, çoğu barın ve gece kulübünün sahipleri veya en azından çalışanları gayrimüslimlerdi. Bugüne dek varlığını sürdürmeyi başarabilmiş az sayıdaki işletme (Tarlabaşı’ndaki Asır Meyhanesi ve Nevizade’deki Krependeki İmroz gibi) ise bir zamanlar, sonradan mekanlarını Müslüman çıraklarına devreden Rumlara aitti (Niko Taş ve Yorgo Baba). Rum meyhaneci konseptinin pek çok insan için nostaljik bir çağrışımı olabilir, ama pek azı durup da geçmişten gelen bu figürün neden yok olup gittiğini sorgular.
Kulüp dizisi bu noktaya nasıl geldiğimizi anlatıyor işte. Kulüp Rum garsonlar ve dansçılarla, Ermeni sahne emekçileriyle ve aşçılarla, Yahudi çamaşırcı kadınlar ve asistanlarla dolu. Hepsi sektörde yıllardan beri biriktirdikleri tecrübelerle, kendi alanlarında uzmanlaşmış durumdalar. Dizinin başlangıcında Kulüp İstanbul sezon açılışı yapmak üzereyken mekanın patronu Orhan Şahin bir Türk iş insanı olarak prestijli bir ödüle aday gösterildiğini öğrenir. Ancak ona adaylık haberini veren kişi, bu ödülün Orhan Bey’e verilmesinin mühim bir şartı olduğunu belirtir:
‘‘İstanbul’un gece hayatı, eğlence mekanları, artık Türk müteşebbislerle yeniden insa edilmelidir.’’ Konuşma devam ettikçe bu kişinin niyeti iyice görünür hale gelir: ‘‘Eğlence sektörünü şu gayrimüslimlerin elinden bir kurtarsak mı diyorum?’’ Diğer bir deyişle, bu ödüle layık olabilmesi için Orhan Bey’in Yahudi ve Hristiyan çalışanlarını kovarak vatanperverliğini ispat etmesi gerekmektedir.
Ama bir gece kulübü sahibinin böyle bir talebi yerine getirmesi o kadar da kolay değildir. Orhan çok geçmeden şu gerçeği itiraf etmek mecburiyetinde kalır: ‘‘Meziyetli adam bulmak zor.’’ Nitekim o vakitlerde gayrimüslimler eğlence sektöründe uzman konumundadır: ‘‘Gece kulübünde çalışacak Türk bulmak büyük mesele.’’ Bunun hem dini, hem de İstanbul’un yerleşim pratikleriyle ilgili sebepleri vardır. Orhan gayrimüslim çalışanlarını kovma fikriyle epey bir süre cebelleşir, ama en sonunda devlet nezdinde basamakları tırmanıp yüksek bir mevki elde edebilmesinin tek yolunun onları işten çıkarmak olduğunu kabul eder. Ayrıca Türkleri işe alması konusunda ona verilen ‘‘tavsiye’’ de esasında üstü kapalı bir talimattan, hatta örtük bir emirden başka bir şey değildir.
Orhan Bey Çelebi’den kulübün gayrimüslim çalışanlarının bir listesini hazırlamasını istediğinde, Varlık Vergisi Kanunu’nun ilanı sonrasında il defterdarlıkları tarafından, kimin ne miktarda vergi ödeyeceğini ve kimlerin çalışma kamplarına gönderileceğini belirlemek için tutulan cetvellerin akla gelmesi kaçınılmaz. Önceden hiçbir uyarı yapılmadan tazminatı eline verilerek kovulan yaşlı Yani’den başlayarak, kulübün gayrimüslim çalışanlarına bir bir yol görünür. Ama ışıkçı Agop gibi bu en kalifiye emekçiler ayrılırken, kulübün işleyişinde de ciddi aksaklıklar meydana gelmeye başlar. Daha yeni kente göç etmiş Müslüman bir genç sadece birkaç gündür Agop’un çırağı olarak çalışırken, ustasının kovulmasıyla işin başına geçmek zorunda kalır. Halbuki Agop ile aynı kalibrede bir performans sergilemek için gerekli ne bilgisi ne de deneyimi vardır. Sonuç, sahnedeki şov esnasında ışıktan kaynaklı aksiliklerin yaşanmasıdır.
Kulüpteki bu yapısal değişiklikler bir yana, yavaş yavaş 6-7 Eylül Olayları’nın ayak seslerini duymaya başlarız. Orhan’ı ziyarete gelen devlet adamları ondan, hazır EOKA’yı destekleyen Türkiyeli Rumlarla ilgili dedikodular da ortalıkta dolanırken, ödül konuşması esnasında Kıbrıs meselesi ile ilgili bir şeyler söylemesini isterler. Kıbrıs Sorunu 1950’ler ve 1960’lar boyunca Rumlara yönelik saldırıların ve onların göçe zorlanmalarının zemininde olmaya devam etti.
İşte Beyoğlu’nun geçirdiği tarihsel dönüşüme odaklanan bu anlatı, Kulüp dizisinin belki de en değerli tarafı. Çemberimde Gül Oya veya Güz Sancısı gayrimüslümleri, mezalime uğrayan azınlıklar olarak resmederken onlarla empati kurulmasının önünü açıyor. Ancak Kulüp sadece gayrimüslim azınlıkların değil, aslında Türkiye’de yaşayan herkesin bu ayrımcı devlet politikalarının bir kurbanı olduğunu gösteriyor. Mimariden tutun eğlence sektörüne kadar pek çok alanda bugün gördüğümüz vasatlığın, yavanlığın ve ehliyetsizliğin, devlet eliyle yürütülen bu Türkleştirme süreciyle de ilintili olduğuna işaret ediyor. Evet, dizi kayıp gitmiş bir zenginliğin ve renkliliğin hikayesine ışık tutuyor ama aynı zamanda anlatıyor ki ‘‘mala çökmek’’ ve ‘‘kendi adamlarını koymak’’ ifadelerinin temelindeki zihniyet bugün hala kapitalizme ve devlet bürokrasisine içkin bir yerde duruyor.
“İstedikleri oldu. Orada öldüler.”
Yine de hepimiz aynı gemide değiliz, çünkü bu durumun kaybedenleri, daha çok kaybedenleri ve her şeyini kaybedenleri var. Axel Çorlu’nun yazdığı gibi, Kulüp’ün insanlara geçmişin konuşulmayan taraflarını göstermesi veya hatırlatması ve onları duygulandırması önemli, fakat “o sırada üstüne çökülen mallar ve mülkleri gündelik hayatta takip etmek, acaba benim ailem de bundan beslenmiş midir diye sormak çoğu insanın aklına gelmez.”
Türkleştirme, mülksüzleştirme, etnik ayrımcılık… Başka açılardan anaakım kabul edilebilecek bir internet dizisi için bunlar oldukça cesur temalar, dizinin tek başına bu konularda radikal bir yüzleşme yaratması beklenmese de. Eğer Kulüp sadece Türkiyeli Yahudilerin tarihini ve kültürünü temsil etmeye ve seyircisinin kulağına birkaç satır Ladino çalmaya odaklansaydı bile değerli bir iş olurdu, ama dizi bunların de ötesine geçiyor. 79 yıl önce bu hafta ilan edilen Varlık Vergisi’nin zorlu mirasıyla, somut ve rahatsız edici detaylar göstererek boğuşuyor. Çelebi’nin dairesinde guguklu saat sesi işittiğinde, çocukluğundan bildiği bu melodi nedeniyle Matilda’nın yüzünde kederli ve sarsılmış bir ifade beliriyor mesela. Anlıyor ki babası ve ağabeyi Aşkale’ye sürüldükten sonra aileleri dağılınca, Çelebi bu saati ya onların aile evinden çalmış ya da kelepir diye satın almış. Dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu ve şürekası tarafından oluşturulan çalışma kamplarıyla ilgili Matilda’nın sözleri bu yüzden çok keskin: ‘‘İstedikleri oldu. Orada öldüler.’’
Burada projenin yaratıcısı ve yönetmeni Zeynep Günay Tan ile Kulüp’te kendi ailesinin hikayesini anlatan, dizinin senaryo yazarlarından biri olan Rana Denizer’e (diğer senaristler Ayşin Akbulut ve Necati Şahin’i de anmadan geçmeyelim) özellikle şapka çıkarmak gerekiyor. Ancak dizi her ne kadar Bir Başkadır ile benzer minvalde ses getirmiş ve izleyicilerine ince işçilikle bezeli bir görsellik sunmuş olsa da, Kulüp hikaye anlatıcılığı bakımından bir sanat filminden çok ana akım bir melodramaya göz kırpıyor. Günay Tan televizyona yaptığı nitelikli işlerle (Öyle Bir Geçer Zaman Ki, Kayıp ve İstanbullu Gelin gibi) tanınan, alanının belki de en iyisi bir yönetmen ve Kulüp onun dijital platformlar için çektiği ilk iş. Yani karşımızda televizyon dünyasında ana akım hikaye anlatıcılığının kodlarını çok iyi bilen, geleneksel anlamda melodramatik bir anlatının nasıl estetize edileceği konusunda işinin ehli bir yönetmen var. (Kendisi anlattığı gibi “Ben uzun süredir ana akıma diziler çeken bir yönetmenim. O dizilerin dünyada bir anlatı karşılığı var.”) Kulüp’ün iki bölümünü yöneten sinemacı Seren Yüce de kendi elinden çıkan bölümlerde deneysel bir maceraya girmemiş, Günay Tan’la aynı eksen üzerinde ilerlemeyi tercih etmiş. Yani eğer Kulüp’ten beklentiniz bir sanat filmi estetiğine yakınsamak, alternatif bir kamera açısıyla karşılaşmak veya konvansiyonel bir dramatik yapının ötesine geçmekse yanlış yerde olabilirsiniz. Bunun yerine Kulüp’te seyrettiğimiz, sıklıkla arka plana yerleşen melankolik bir müzik eşliğinde karakterin yüzlerine uzun uzun odaklanmak. Ama burada kıymetli ve hatta radikal olan şey, bu dizinin mercek altına aldığı hikayeler. Anlatılması, bu ülkenin tanıklık etmesi gereken hikayeler…
Kulüp ile ilgili üç bölümlük bu yazı dizisinin ilk iki kısmında, Türkiyeli Yahudilerin dizideki temsilini ve dizinin hikayesinin tarihsel boyutlarını tartıştım. Üçüncü ve son bölümde ise Kulüp’ün işaret ettiği ama tamamına erdirmediği daha radikal taraflarını göstermek istiyorum: queer karakterler ve toplumsal cinsiyet meselesine tavrı ile sınıfsallık üzerine politik yaklaşımı.
[…] ikinci bölümüne buradan […]
[…] Behzat Sharpe‘nin “Nostaljinin Ötesinde: Beyoğlu’nu ‘Geri Alma’” başlıklı yazısı ve “Nostaljiden Fazlası: Sınıf ve Seçilmiş Aile” incelemesi.” olarak […]