Makaleler

Kurtuluş Yok Tek Başına – Yakup Cemel

Antakya, Kurtuluş Caddesi, No:51 Daire:3, isimsiz bir apartman, kapıda bir şey yazmaz ama herkes bilir bizim oturduğumuzu. Girişinde bir tabela yok. Sadece “No:51” var. Aile apartmanı. Sinagogun tam karşısında girişi çok da belli olmayan üç katlı, mimari açıdan özelliği olmayan bir apartman. Adresi tarif ederken Oral Medikal’in karşısı derdim. Birinci katta büyükanne otururdu, babaannemin annesi, ailenin en büyüğü, nine Emeli; ikinci katta Matuk Hoca, büyük teyzemin eşi, Harbiye’de sınıf öğretmeni; üçüncü katta biz, babaannem, annem, babam, abim, kardeşim ve ben. Gürültülü bir apartmandı bizden mütevellit. Tek başımıza on daire gücünde gürültü yapardık. Gürültü yanında eksik olmayan kızartma kokuları… Kardeşim ve abimle kim daha fazla patates kızartması yiyecek kavgası yapardık.

Okula yürüyerek giderdim. Ali Sayar İlkokulu. Evimize 300-400 metre mesafede. Her gün okul yoluna çıktığımda tarihin ilk aydınlatılan caddesinde yürüdüğümü bilmeden çocukça kaygılarımı peşime takardım. Kimseye aldırmadan bağıra çağıra şarkı söyleyip de okula gittiğim olurdu. Hafta sonlarını koca bir boşluk ve can sıkıntısı ile tarif ettiğim zamanlar… Saatlerin hep yavaş ilerlediği, zamanın hızlı geçmesini istediğim yıllar… Çocukluk ile ergenliğimin iç içe geçtiği dönemden hatıralar beynimin derinliklerinden yüzeye çıkıyor, hipokampüs taraflarından, denizin dibinden yüzeye çıkar gibi…

Anıları fotoğraf kareleri şeklinde görüyorum. İlk kare Affan Kahvesi… Yaşım on dört, bilemediniz on beş, evden sadece “ben çıkıyorum” diyerek çıkabiliyorum.  Evimizin karşı çaprazında, 50 metre ileride meşhur Affan Kahvesi. Geceleri eve haytalı sipariş veriyoruz, Affan’ın meşhur tatlısı. Beyaz muhallebi, pembe gül suyu ve üstünde iki top dondurması… Şimdi de o tat yüzeye çıkıyor. Kahvenin karşısındaki yoldan yokuş aşağı gittiğimde Saray Caddesi’ne kilisenin önüne çıkıyorum. Kilisenin girişi bir diğer fotoğraf karesi… Birkaç basamak arkasında kilisenin gizemli kapısı… Kapı arkasında geniş bir avlu ve neredeyse Antakya’da her yerden görünen çan kulesi… Çan sesleri… Şimdi de sesler kulaklarımda, beynim bana oyunlar oynuyor. Güneşli bir cumartesi olarak hatırlıyorum. Gözlerimi kapatınca anılar bu sefer de kokular şeklinde yüzeye çıkıyor. Çifte kavrulmuş kahve ve kuruyemiş kokuları… Kilisenin önünden geçip yavaş yavaş köprü başına doğru yol alırken dönercilerden karşı koyulmaz kokular geliyor burnuma. Yürümeye devam ediyorum lokantalardan gelen davetkâr yemek kokuları… Hayat yavaş akıyor, insanlar telaşsız, sakin… Koşturmaca hengâme yok. Yolda tanıdık birilerini görüp başımı hafifçe eğerek selam veriyorum. Yürümeye devam ediyorum; Ulu Cami yanında künefeciler… Kibarca davet ediyorlar, zor da olsa reddediyorum. Evden çok uzaklaşmıyorum. Ayakkabıcılar çarşısına giriyorum. Ağır deri kokusu burnumda. Kurşunlu Han’ı geçtikten sonra sola dönüyorum, humus, bakla ve ağır sarımsak kokularını da geride bırakarak babamın dükkânına giriyorum. Manifatura, mefruşat… Burnumda kumaş kokusu. Arkadaşlar ile çıkmak için harçlık isteyeceğim. Babam harçlığı hemen vermiyor. “Emek harcamadan elde edemezsin,” diyerek hayat dersi vermeye çalışıyor ama hayat dersine zamanım yok. Ben bir an önce çıkmak istiyorum. Çıkmak mümkün olmuyor. Rafları düzelt, kumaş katla, dükkânın önünde müşterileri karşıla derken saatler geçiyor. Arkadaşlar ile buluşamamanın verdiği huzursuzluk içimde. Sonrasında Cihangir abinin Şam tatlısı ile gönlümü alıyor. Harçlığı veriyor bana ama akşam oluyor. Babam ile eve dönüyoruz.

Huzursuzluk diyordum ya, çocukça huzursuzluklar… Bazen daha şiddetli huzursuzluklar da yaşıyordum. Anksiyeteyi tetikliyordu… Huzursuzluk, altında değişik duygular saklıyordu. Pandora misali… Hemen kutudan çıkıyordu öfke, biraz utanç, azıcık isyan, yaşım kadar suçluluk, çokça korku. Bu duyguların köküne inmeye çalışıyordum.   Dillere pelesenk “medeniyetler beşiği Antakya” söyleminin aksine yaşadığım deneyimlerim nedeniyle bu duyguların yüzeye çıktığını düşünüyordum çünkü Antakya’da herkes, aslında, kendi mahallesinde izole yaşamlar sürerdi ve yaşamlarımız kesiştiğinde duyduklarım azınlık psikolojisini tetikleyecek cinsten cümlelerdi. Belki de bilinçaltımın bana bir oyunu.

Antakya ile ilgili hislerimi tarif etmeye çalışırsam; dönem dönem farklılık gösterdiğini görüyorum. Mesela bebeklikte anne babaya duyulan bağımlılık, sevgi ve hayranlık, bebeklik ve çocukluk yıllarından sonra kıskançlığa evrilip, ergenlikte aileye isyana dönüşüyor. Orta yaşta ise duygular, düşünceler olgunlaştıkça sevgi kalıyor geriye. Bu döngü sanırım Antakya ile ilgili duygularımı da birebir tarif ediyor. Şimdi oraya karşı sevgi ve aidiyet hissi var içimde. Tek sorun, ait olduğum yerin fiziksel olarak var olmaması.

2024 Şubat ayında büyük deprem felaketin üzerinden tam bir yıl geçmiş oldu. Bu sefer gerçekten Kurtuluş yok ve maalesef hiçbirimiz kalmadık… Asırlardır var olan bu şehir, yıkıntılar arasından ayağa kalkmaya çalışırken kendimi sorguluyorum. Bu sırada elimde bir kitap, İzel Rozental Ergenlik Sivilceleri… Kendimden de bir şeyler bulduğum bir paragraf gözüme takılıyor. Mişu ile Güney Afrikalı kız arkadaşı Amy arasında geçen bir diyalog. Aynen şöyle: “Biliyor musun? Küçükken kendimi gerçek İstanbullu, bu sokakları ise ailemin malı sanırdım, meğer biz aslen İstanbullu bile değilmişiz,” diye itiraf etti Mişu safça. Güney Afrikalı kız arkadaşı Amy’nin bilgece yanıtını ise ömrü boyunca unutmadı: “Küçükken daha akıllıymışsın! İstanbul senin kentin, sizin kentiniz… ama benim de! Tek fark, ben birkaç günlüğüne buralardan geçip gidiyorum, sen ise sadece bir yüzyıldan az kalıp gideceksin… Bu şehir asırlardır var! Olmayı da sürdürecek… İstanbul’u birazcık olsun yaşayan, O’nu seven herkes tartışmasız İstanbulludur.”

Antakya için de şunu söyleyebilirim: “Bu şehri tadan, bu şehri koklayan, bu şehri duyan, hatta bu şehri anılarında yaşatan herkes tartışmasız Antakyalıdır.”

Bir saniye…

Tartışmasız Antakyalı mıdır? Son birkaç aydır kafam çok karışık. Susarsam mı Antakyalıyım? Konuşursam mı? Bir saksı bitkisi gibi yaşayıp buralara kök salamamak mı ya da köklerimi toprakla buluşturup sıkı sıkıya bağlanıp burada mücadele vermek mi? Fikirlerimi söylersem sıra bana da gelir mi? İşin içinden çıkamıyorum. Ama ben Antakyalıyım. Orada doğdum, büyüdüm, okudum, arkadaşlıklar kurdum, âşık oldum, güldüm, ağladım ve depremde Antakyalı olarak Antakyasız kaldım… Gerçekten sadece depremle mi? Aklımda deli sorular var ve sanırım demem o ki bu topraklarda yüzlerce yıl yaşayıp böyle hissetmek gücüme gidiyor.