Geçmiş Zaman Hikayeleri

Osmanlı’dan Fransa ve Meksika’ya uzanan bir göç hikayesi: Turkos, 1. Dünya Savaşı ve Holokost – Övgü Ülgen

Bu yazı doktora tezim gereği ismini gizlilik anlaşmasıyla Rina olarak değiştirdiğim Meksika doğumlu ve şu anda Montreal’de ikamet etmekte olan Sefarad Yahudisi bir görüşmecimin hayat hikayesinden kesintilerden oluşuyor. Mülakat pandeminin dehşetli ilk senesi ve yazı olan Haziran 2020’de Zoom üzerinden İngilizce gerçekleşti. Rina’nın aile hikayesi ailesinin nerede doğdukları ve ne iş yaptıklarına, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarına ve Meksika’ya yerleşmiş Osmanlı ve Türkiyeli Yahudileri’nin, diğer bir deyişle “Turkos”ların, günlük yaşamlarına ışık tutuyor. 1800’lerden 1900’ların ortalarına uzanan bu yüzyıllık aile hikayesiyle birlikte dünya tarihini anlamak için Rina’nın baba ve anne tarafından büyükanne ve büyükbabalarının geçmişini mercek altına almamız gerekiyor.  

Rina’nın baba tarafından büyükbabası ve büyükannesi on dokuzuncu yüzyılda Constantinople’da doğup Birinci Dünya Savaşı sırasında Paris’e göç ediyorlar. Osmanlı şehri Adrianople’da (bugünkü Edirne) doğan ve le chef des chemins de fer turc olan, diğer bir ifadeyle 1888’de kurulan ve merkezi bugünkü İstanbul’da olan Osmanlı Demiryolları’nın şefliğini yapmış, anne tarafından büyükbabası ise Birinci Dünya Savaşı sırasında, Rina’nın belirttiği üzere, Osmanlı askerleri düşmanla savaşırken bir şekilde tren raylarını saptırarak düşman birliklerinin Osmanlı birliklerine saldırısını engelliyor. Adrianople’lu büyükbabası konvoyunu kurtardığı için kahraman ilan ediliyor ve Osmanlı devleti tarafından ona bir madalya veriliyor. Anne tarafından büyükannesi ise o zamanlar Osmanlı topraklarına ait olan Manastır şehrinde dünyaya geliyor. Baba tarafından büyükannesi ve büyükbabası Fransa’da, anne tarafından büyükannesi ve büyükbabası ise Osmanlı topraklarında tanışıyorlar. Annesi modern Türkiye’de babası ise Paris’te doğuyor.

Rina’nın babaannesi

Baba tarafından büyükbabası Birinci Dünya Savaşı devam ettiği sırada Fransa’da savaşa katılmamak için direniyor. Rina’nın amcaları Fransız ordusunda savaşa katılma kararı alırlarken büyükbabası savaşa “katiyen” katılmayacağını dile getiriyor. Bu sırada, Rina’nın altını çizdiği üzere, Osmanlı kökenli Sefarad bir grup bir araya geliyorlar ve Marsilya’dan Meksika’ya giden bir gemiye biniyorlar. Daha sonra Rina’nın amcaları onlara eşlik ediyor. Birinci Dünya Savaşı’nın amcaları üzerindeki etkisi oldukça büyük oluyor; savaş ortamının yarattığı travma hala üzerlerinde hissediliyor. Ailesi, Rina’nın ifadesiyle, iki sebepten ötürü Meksika’ya yerleşiyor: Birincisi Ladino dilinde konuşmaları, ikincisi ise o zamanlar Amerika Birleşik Devletleri’nde 1924 Göç Yasası’nın yürürlükte olması. Bu federal yasa Asya’dan gelen göçü engelleyen ve Doğu ve Güney Avrupa’dan gelen göçmenlerin sayısına kota koyan bir yasa olduğu için Rina’nın aile üyelerinin Ladino dilinde konuşmaları ve Meksika’nin o dönemde göçmen kabul eden bir ülke olması sebebiyle annesi henüz 6 aylıkken Türkiye’den, babası ise henüz 6 yaşındayken Paris’ten Meksika’ya göç ediyorlar. Rina Meksika’da doğuyor ve İspanyolca konuşulan bir ortamda yetişiyor. Büyükanne ve büyükbabaları, Rina’nın aktardığı üzere, İspanyolca yerine Ladino konuşuyorlar kendi aralarında ve Türkçe “buyurun” lafını kullanıyorlar. “Uyusun da büyüsün” ninnisi büyükanne ve büyükbabaları tarafından kulağından eksik edilmiyor Rina’nın. Meksika’da Rina’ya “nereden geliyorsunuz?” diye soranlar olduğunda onlara “ben Türk Yahudi’siyim, Turkos” yanıtını veriyor.  

Rina’nın İkinci Dünya Savaşı’nda Fransa’da kalan büyük amcalarından Joseph Auschwitz’te katlediliyor. O sırada 70 yaşında olan büyük büyükannesi Rosa ise çocuğuyla birlikte Fransa’dan sınır dışı ediliyor. Rina onlara neler olduğunu araştırmak için Fransa Ulusal Arşivleri’ne gittiğinde bulduğu bir belgede büyük amcasının ırksal sebeplerden ötürü sürgün edildiğini şu satırlarda öğreniyor: Il était déporté pour des questions raciales. Ailesinden Türkiye’de kalanlar ve 1960’larda İsrail’e gitmeye karar verenlerse Rina’nın tabiriyle görece daha huzurlu bir hayat sürüyorlar. Baştan beri Fransa’yı hayal eden ve orada kalmayı tercih eden aile üyelerini İkinci Dünya Savaşı karanlık ve ölümcül bir sonla karşılıyor. Rina Meksika’da oldukça yaygın bir deyişten söz ederek ailesinin nihayetinde Fransa için biçtiği değerin aslında ne kadar yanıltıcı ve beklenmedik olduğunu şu sözlerle dile getiriyor: Parlayan her şey altın değildir (not everything that shines is gold).  

Rina’nın anne tarafından büyükbabası

Meksika’daki yaşam şeklinden bahsederken, Osmanlı ve modern Türkiye kültürüne imada bulunarak, bir arada olmanın oldukça yaygın bir eylem olduğuna vurgu yapıyor Rina. Öğleden sonraları annesi, teyzesi ve topluluktaki diğer kadınlar toplaşıp yoksul çocuklar için kazak ve şal örüyorlar Meksika’da. Babası ise hastanelere Meksika’daki Yahudi topluluğunun bağış için topladığı battaniyeleri götürüyor. Rina mülakatı şu sözlerle bitiriyor: “Bildiğiniz gibi, insanların hayatlarının anısını getirmek çok faydalı çünkü onlardan öğrenerek dünyamızı kanıtlıyor ve kendimizi anlıyoruz. Dünya gezegeninde hayatın nasıl olduğunu ekleyen çok renkli hikayeler var.”