Ada

Ege’de bir tanıdık: Midilli – Nazlı Usta Lazaris

On iki yaşımdan itibaren yazlarım Altınoluk’ta geçti. Radyoda Yunan kanalları, karasal antenden ise en net çeken TRT ile birlikte ERT idi. Televizyonun karşısına oturup tek bir kelimesini anlamasam da Yunanca haber bültenlerini izlediğimi hatırlıyorum. Bir yandan kulağıma müthiş melodik gelen bu dile karşı duyduğum merak, diğer yandan denizin öte yanında dağlarını gördüğüm Midilli’ye duyduğum ilgi… Yazlarımı heyecanlı kılan detaylardı bunlar. 

Üniversitedeyken İstiklal Caddesi’nin bir ara sokağında falcıya gitmiştik arkadaşlarımla. Falcı kadının fincanımı açınca tüm ciddiyetiyle söylediği ilk şeyi dün gibi hatırlıyorum: “Kaderinde yurtdışında yaşamak var. Gideceksin, içinde i harfi olan bir adaya”. Bunu o sıralarda yeni başvurduğum Erasmus’a yormuştum. “Ada değil ama eeeh işte, belki yarımada sayılabilir. Sanırım İsveç’e gidiyorum,” demiştim içimden. 

Yıllar sonra yaşadığım başka ilginç bir an daha aklıma geldi. Bir gece yarısı bilgisayarın başında otururken Youtube’dan Nilüfer’in “Ta Uzak Yollardan” şarkısını istedim ama bana şarkının Yunancasını, “Ta Mavra Matia Sou”yu önerdi algoritma. 2000’lerin başında da gayet iyi çalışıyormuş yani bu işler… O gece Giannis Kotsiras’ın yorumunu ve sonrasında sıradan tüm şarkılarını dinlediğimi hatırlıyorum. Bugün bu ilginç rastlantıları Midilli ile bağlayabilsem de o zamanlar aklımın ucundan bile geçmezdi bir gün bu adaya yerleşip, hayatımı baştan aşağı değiştireceğim… 

Sonraki yıllarda her yeni şarkısını heyecanla dinlediğim, Yunan müziğine olan sevgimi besleyen, gerçek anlamda hayran olduğum bir sanatçı oldu Kotsiras. “Bu şarkıları anlamam lazım, söyleyebilmem, bağıra çağıra eşlik edebilmem lazım” dedim kendime. Ardından geçen yıllar boyunca Yunanca öğrenmek için verilen onca çaba, Yunanistan’a yapılan tonla seyahat, akademik hayatımı Yunanca’yı kullanmak üzerine inşa etmeye karar vermem, eşimle tanışmam ve hayatımın patikasını değiştirmem… Yavaş giden, ama her metrede ilerleyeceği bir sonraki rayı inşa edip, kendine sağlam bir yol döşeyen bir trende seyahat etmek gibiydi… 

“Ada artık bana denizin ortasında bir yalnızlık hissi vermiyor…” 

Patikamı değiştirmeden önce de bir ada ile kesişiyordu yolum zaten. İstanbul’da, Burgaz’la… Hafta boyu Küçükyalı’da süren beyaz yakalı iş günlerim, altıncı günün sonunda Bostancı’dan bindiğim vapurla Burgaz’da sonlanırdı. Vapurdan indikten sonra iskelenin sağından devam eder, çay bahçesine girer, gün boyu kitap okurken bir kulağımla da etrafımı saran teyzeleri dinlerdim. Burgaz’ın kendine has huzuru hep çekmişti beni içine. 

İstanbul’daki arkadaş grubumuzda bir çocuk vardı. Tao zamanlar Heybeli’de yaşıyordu. O zamanki aklımla ada hayatı, ancak sakinlik istenen “yaşlılık” zamanında arzu edilebilir bir coğrafyaydı. Arkadaşımız ise adanın sessizliğini ve huzurunu hiçbir şeye değişmeyeceğini söylüyordu ve diğer biz arkadaşlarla bunu oldukça garip buluyorduk, anlamlandıramıyorduk. Boğaz’ın lodos yaptığı, denizin delirdiği günlerde arkadaşımın adada mahsur kaldığı zamanları düşününce, adada yaşama ısrarını anlamakta zorluk çekiyordum. Belki de “adada mahsur kalma” endişesi o zamandan zihnime yerleşmişti. 

Benim yer değiştirme hikayemde mesele hiçbir zaman kendi çemberimden uzaklaşma korkusu olmadı. En yakın arkadaşlarım bana ‘bukalemun’ derlerdi. Zihnimde bir şeyi kapatmak ve yeni bir şeye başlamak, bir defteri açıp kapatmak gibi kolaydı benim için. Bir yeri özleme duygusunu hissettiğimi hiç hatırlamıyorum. Dil ya da kültür de değildi çekince yaratan; çünkü Yunanistan’da en başından itibaren dile de kültüre de kendimi çok aşina hissettim. Bu yakınlık hissi belki de Karadeniz’den, atalarımdan gelen, nesillerdir genlerime işlenmiş kodlardan kaynaklıydı. Kader miydi, yoksa kendi irademle seçtiğim patikalar mı beni buraya ulaştırdı, ya da ikisinin kesişimi miydi, bilmiyorum. Ama, buradayım. 

Şimdi adada çok sevdiğim mekanlardan birinde oturmuş kahvemi içerken önümden akan kalabalığı izliyorum. Bu ada artık bana denizin ortasında bir yalnızlık hissi vermiyor. Beni bu topraklara ait hissettiren tanıdık bir his var içimde, ne yazıyla ne sözle tarif edebileceğim. Evlendikten sonra beş sene boyunca gelmemek için ayak sürüdüğüm bu ada artık benim evim ve sanırım itiraf etmem lazım, hiç de korktuğum gibi olmadı. 

Ada’da korona günleri 

Bir kapana kısılmışlıktan söz edeceksek, bunu en canlı yaşadığımız zaman korona virüslü kapanma günleriydi. Karşıda ışıklarını gördüğümüz Türkiye’ye ulaşamama, anakara ile tüm bağlantımızın kesilmesi, kimsenin gelememesi, bizim gidemememiz… İşte o günlerde çarpıcı şekilde deneyimledik bir adada olmanın avantajlarını ve dezavantajlarını. Bir taraftan çoğunluk gibi evlerimize tıkılı kalmadık, çünkü adanın kendisi varoluşsal şekilde korunaklıydı ve biz onun içinde​ ​dış dünyaya kıyasla daha rahat zaman geçiriyorduk. Fakat bir diğer taraftan da ihtiyaç duyacağımız her türlü acil yardıma uzaktık. Koca adada yalnızca sekiz adet yoğun bakım yatağı bulunduğunu da korona öğretti bizlere. Nispeten rahat ve düşük stresli günlerde bile bir çoğumuzun zihninin arkasında hep, “ya yardım gerekirse” oldu. Çünkü eğer gerekseydi, anakaraya uzak bir adada olmanın sonucu olarak, ihtiyaç duyacağımız yere varmamızın -en hızlı şekilde bile- en az bir saat süreceğini biliyorduk. Tam da bunun bilinciyle adalar kapandı. Ana karaya oranla daha da kapandı. Türkiye’deki birçok kişi korona tehdidinin azaldığı 2021 yazında neden adaların açılmadığını anlamadı. Ama bu tam da Antik Yunan’dan, Socrates’ten gelen felsefi öğretinin bir sonucuydu: γνώθι σαυτόν, know thyself, kendini bil. Yeterliliklerini de, imkansızlıklarını da… 

Çarşı Hamamı

“Her daim kaçılacak bir noktası var” 

Bir adada yaşamak tam olarak da kendini bilmeyi gerektiriyor sanırım. Bir Yunan adasında yaşama fikri insanı uzun vadede kendiyle daha fazla başbaşa bırakıyor. Yılların üstüne artık emin olduğum şeylerden biri bu ve sanırım adada yaşamanın bana iyi gelen tarafı da bu.  Önceliğin insan olması. Yalnızca yaşamak için çalışmak ve hayatın odağında tam da bizim hayatlarımızın olması. Bir yere yetişmek için koşmak zorunda olmamak ve hayatın en yavaş ritminde akabilmek. Virajlı yollarda 20 km hızla giden bir motorun arkasına takılmak ve onun ritminde ilerlemek. Ve bunların hiçbiri için hızlanma isteği duymamak… 

Bahsettiklerim adada yaşamaya hazır olanların müthiş keyif duyacağı detaylar olsa da, kendisiyle başbaşa kalmaktan kaçanlar için bir işkencedir muhtemelen. 

Midilli, gelenlere, kalanlara hacminden çok daha fazla şey vaat ediyor. Ülkenin en büyük adası olan Girit gibi başlı başına bir ülke hissi vermese de, yürüyerek gezilebilen ve taksiyle 20 dakikada bir ucundan diğerine ulaşılan adalardan da değil. Düzgünce en temel yerlerini gezmeniz için bile bir haftaya ihtiyacınız var ve bunun sonucu olarak da her daim kaçılacak bir noktası var. Yazın en kalabalık günlerinde bile adayı iyi bilenlerin saklanabileceği, kalabalıktan uzaklaşabileceği ve yine içine dönebileceği bir ada burası. Bir yandan Osmanlı yönetiminde geçirdiği yüzlerce yılın da etkisiyle anakaradan hem kültür, hem mutfak, hem de dil anlamında farklılaşan, öte yandan diasporada yaşayan Yunanların katkıları sayesinde dünyanın dört bir köşesinden bambaşka tatlar sunan bir ada. Midilli’den ya nefret ediyorsunuz, ya da onu çok seviyorsunuz. Klasik mavi beyaz Yunanistan imajı ile alakası olmasa ve size turkuaz sularda yüzme olanağı sunmasa da on iki ay yaşayan ve ziyaret edeni bence içine çekmeyi başarabilen bir yer. 

“Turistlerin çoğunun kaçırdığı, daha sakin mevsimlerde burada olanların bildiği detaylar…” 

Ada genelinde, içinizde en yoğun hisleri uyandıracak kısım sanırım başkent Mitilini. Adanın adı aslında Lesbos, veya Lesvos. Osmanlı zamanında başkentin adı olan Midilli, adanın tamamı için kullanılıyor.  

Limandan çıktığınızda adanın sembolü olan Agios Therapontas Kilisesi’ni gördüğünüzde başlıyor yolculuğunuz. Yüz metre sonra eski Osmanlı Bankası binasını, limanın tam orta kısmında Osmanlı döneminin Sahil Güvenlik Komutanlığı binasını görüyorsunuz. İç limanda çember çizerken eski Grand Britanya Hotel’i sizi büyülüyor diğer eski binaların arasında. Sonra da artık kapanmış olsa da Taş Kahve, nam-ı diğer Panellion… İç limandan ayrılıp merkezdeki alışveriş caddesi Ermou’ya girdiğinizde ister istemez kafanızın bir köşesinde mübadele dönemi canlanıyor. Çünkü çarşıda Metropol Kilisesi’ne kadar olan kısımda bir canlılık gözlemliyorsunuz; ama sonra bir anda bir ıssızlık hissi geliyor. Binaların yapısı da değişiyor, tanıdıklaşıyor. Çünkü Metropol Kilisesi, Osmanlı döneminde çarşının Rum ve Müslüman taraflarının sınırı gibiydi. Birkaç metre ilerleyince karşınıza çıkan Yeni Cami ve hemen karşısındaki Çarşı Hamamı da bunun kanıtlarındandır. Zaten Eski İskele’ye (Epano Skala) çıktığınızda birbirine birkaç yüz metre uzaklıkta iki tane daha cami görüyorsunuz. Sonra da solda, zamanın Müslüman mahallesi olan bugünün Synoikismos’unu… Tam karşıda denizin kıyısında ise Küçük Asyalı Ana heykeli sizi selamlıyor. Sırtını denize/Küçük Asya’ya, yüzünü şehre/Midilli’ye dönen ve çocuklarını sımsıkı kucaklayan bu anne size aslında çok şey anlatıyor. 

Yeni Cami

Sağa dönüp bir yay çizerek tekrar limana inelim derseniz, sizi Akdeniz’in en büyük kalelerinden biri karşılıyor. Kale surlarının hemen altında, restorasyonu yeni biten hamamın tavanındaki camlar bir anda renklendiriyor yürüyüşünüzü. Yolun hemen karşı tarafında Osmanlı döneminde adanın en önemli Müslüman ailelerinden biri olan Kulaksızların evini, Halim Bey Köşkü’nü görüp tepeyi tırmanıyorsunuz ve sağınızda bugünün adliye binasına, Osmanlı döneminin idadiyesine ulaşıyorsunuz. Ben buranın önünden her geçtiğimde aynı şeyi düşünüyorum: “Acaba bu binaya girenler ya da orada çalışanlar, günlük koşturmacalardan bir saniyeliğine de olsa sıyrılıp zamanında o koridorlarda yankılanan genç sesleri duyuyorlar mıdır?” Sonrasında Kioski (Köşk) semti boyu yürüyüp yeni limana varırken etrafınızı saran onlarca tarihi köşkü seyre dalıyorsunuz. Adaya gelen turistlerin çoğunun kaçırdığı, daha sakin mevsimlerde burada olanların bildiği detaylar bunlar.  

“Bu ada, kapana kısılmak deyimini kullanmaktan çok çok uzak kalacağımız bir yer” 

Yazın gelenler -tabii burada yaşayanlar da- mümkün olan boş vakitlerinin tamamını adanın sayfiye kısımlarında geçiriyorlar. Uzonun başkenti diyebileceğimiz adanın güneyi Plomari, adanın en güzel plajlarını ve koylarını barındırıyor. Burası son yıllarda Yahudi yatırımcıların da gözbebeği. İsrail’den ciddi bir göç alıyor. Artık Plomari’de kendi köyleri, tarlaları, evleri var. Bu büyük yatırımcılardan biriyle bir toplantı yapma şansı bulmuştum geçen yıllarda, ve sordum; “Neden Plomari?” Cevap o zaman ilginç gelmişti: “Çünkü bize İsrail’in eski halini ve hepimizin eski hayatlarını hatırlatıyor. Bir anlamda medeniyetten uzak, ama her metrekaresi ile çok güzel” demişti. O zaman anlayamamıştım sanırım, ama şimdi çok anlamlı geliyor. Çünkü tam olarak bu. Çok güzel, ama günümüz dünyasından belki otuz yıl geride… 

Türkiye’den gelen turistlerin en gözde destinasyonu ise adanın kuzeyi: Molivos. Burası UNESCO korumasında bir Ortaçağ köyü. Gerçekten taş evler, sakinlik ve kelimelerle tarif edemeyeceğim muhteşem bir gün batımı sizi kendine hayran bırakıyor. Araba ile beş dakika uzaklıktaki Petra da aynı şekilde; hem Türkiye’deki o eski, sakin, sade deniz kıyısı kasabalarını hatırlatıyor, hem de size Yunan adası tadını veriyor.  

Synoikismos Mahallesi

Ya da adanın en batısına, Sigri’ye doğru yol alıyorsunuz ve dünyadaki tek fosil ormanı ziyaret edebiliyorsunuz. Birkaç fosil ağaç değil, koca bir orman… Ve o kadar iyi organize edilmiş bir müzesi var ki, yalnızca adayı değil, tüm Edremit körfezinde yüzyıllar boyunca gerçekleşmiş değişimi inceleyebiliyorsunuz. Düşünüyorum mesela, bir çocuğa/gence hangi coğrafya bunu bu müzeden daha iyi resmedebilir? 

Birkaç kilometre ötede, Antik Yunan şairi Sapfo’nun memleketi olan Eresos’a uğruyorsunuz. Adada herkesin “lezbiyen” olmasını sağlayan o koca hikayenin başrolü olan Sapfo. Çünkü nasıl Parislilere Parizyen diyorsak, Lesboslulara da Lezbiyen dememiz gerekiyor! Ama bu kelimeyi eşcinsellikle ilişkilendiren o bilindik hikaye, Sapfo’nun bin yıllar öncesinde Eresos’ta bulunan okulu ile alakalı işte. 

Bir de Agiasos var tabii. Nam-ı diğer Agia Sion, Aziz Sion… Adayı belki de Kudüs’e direkt olarak bağlayan spiritüel noktalardan biri. İkonalar savaşı zamanında, Kudüs’ten başlayan ve uzun bir yolculuk sonunda Midilli’ye ulaşan Meryem Ana ikonası sayesinde inşa edilen koskoca bir köy. Pazar günleri her yerdeki ıssızlığa inat, adada hayatın tüm canlılığıyla yaşandığı alan burası.  

İdadiye

Bunlara ek olarak zamanında Müslüman cemaatin yaşadığı onlarca köy, ya da bugün bambaşka hikayeler barındıran tonla nokta… Günlük hayatın koşturmacasında biz bile çok farkında olamasak da gerçekten bu ada, kapana kısılmak deyimini kullanmaktan çok çok uzak kalacağımız bir yer. Ve daha önce de söylediğim gibi, kocaman bir tarih ve kültür barındırıyor. Kuzey Ege’nin rüzgarında saçlarınız dalgalanırken bir saat uzağınızdaki Türkiye kıyılarını düşünüyor ve “Nasıl?” diyorsunuz, “Nasıl bu kadar yakınken bu kadar farklı?”…