Ada

Cunda: Çocukluğun Yaz Günleri – Deniz Yılmaz Akman

İnsan, çocukluğu boyunca nerede mutlu olduysa, en çok orayı özler durur derler. Hayatım boyunca hep çok özlediğim, gitmediğim bir sene dahi olmayan, başkalarına göre belki ‘sıradan’, küçük, ama benim için çocukluğumu bir nevi dondurduğum; hatıralarımın en özel yerinde saklı kalan tek bir ada var: Cunda. Diğer adıyla Yunda, başka bir adıyla Moshonis; yani kokulu ada. Ve hatta iyice gerilere gidersek Nesos.  

1990’ların başında, ayak bastığımız bu gizemli kara parçası, o zamanlar haritadaki yerinde sanki sadece bizim bildiğimiz bir adaydı. İnsanı azdı ve herkes birbirine ismiyle hitap ederdi. Güneşin sokaklarını kavurmadığı saatlerde, kapı önlerine uzanmış baygın bakışlı sarmanlara balık artıklarından ikram eden balıkçılar, elinde tepsisiyle ada fırınına tatlı bir telaşla girip çıkan kadınlar, günün her saati ütülü beyaz gömlekleriyle her zaman şık restoran çalışanları, ahşap teknelerini kıyıya büyük bir ciddiyetle yanaştıran balıkçılar, zeytinyağı üretimi yapan atölyelerde işlerini bitirip günün hesap defterini kapatır kapatmaz Taş Kahve’nin yolunu tutan ada sakinleri vardı. Daha nicesi vardı ama gözlerimi kapatıp çocukluğumun Cunda resmini düşündüğümde, bunlar ilk öne çıkanlardı. Cunda dışında arada bir Alibey, bazen de Girit ve Midilli kelimeleri işitilirdi sohbetler arasında. Bu üç ada arasında yer değiştirirdi diller, kelimeler ve şarkılar. Hatta, sonradan öğreneceğim üzere lehçeler de.  

Düşlerimizi Ayvalık rüzgarı ve dalga sesleriyle öğlen uykularına yatırdığımız, yüzümüze kapadığımız bir hasır şapkanın kokusunda kumsalda rüyalara uzandığımız, kocaman deniz kabuklarını kulağımıza dayayıp dinlediğimiz uğultularla uzakların hayalini kurduğumuz yıllar. Henüz, kumdan yapılan kalelerin veya pastaların modasının geçmediği, simli deniz ayakkabılarıyla girdiğimiz Ayvalık denizinde deniz hıyarına yanlışlıkla dokunduğumuz her defada çığlığı bastığımız, akşam olsa da adaya gidip lokma kızartması yesek diye saatleri saydığımız bir tatlı geçmiş zaman… Ara ara hala burnuma gelen çocukluğumun Ayvalık ve Cunda kokularındadır o hasırın kokusu, reçine, çam ve güneşin etkisiyle yazları iyice orta çıkan sarı otların kokusu. 

O zamanlar adamız, sanki sadece tertemiz duygulara kucak açan, bu yüzden de bana kendimi güvende hissettiren, bugünün aksine kavramsal olarak kafa dinleme, bir özgürlük arayışı ya da tek başınalık imgeleriyle vücut bulmadığı; aksine tanıdık bildik bir kalabalığın ve biz bizeliğin sığınağıydı.  O “tanıdık olma” hali, değişmeyen bazı sahnelerin içinde hayat bulmuştu. Buzlu badem satan seyyar araba sahilin hep aynı noktasında durur, aynı meyhane haftanın hep aynı günü aile içi kahkahalarımıza ev sahipliği yapar, gözlerim hep aynı taş evin begonvilli penceresine takılır durur,  yaşlı merametçi aynı sokağın, aynı köşesinde ağlarını onarırdı. Yıllar içinde değişmeyen bunca şey, beni rahatlatır, sanki içime bir su serperdi. Aradığımda elimle koymuş gibi çocukluğumu bulacağım her şey.  

Bazı günler sepetler hazırlanır; içlerine bademli kurabiyeler konur, kirazlı hasır şapkalar takmış çocukların ve çiçek elbiseli kadınların her an birbirlerine bir sır verecekmiş gibi dip dibe oturdukları feribotta, kanunlu, cümbüşlü müzikler eşliğinde denizin üzerinden yavaşça süzülerek adaya uzanılırdı. Yolcular güle oynayarak çaylarını yudumlarken çocuk gözlerimle ilk kez görüyor gibi baktım Ayvalık’a özgü o ince belli ahşap teknelere. O tekneleri hep çok sevdim ve nereye gidersem gideyim gözlerim o zarif araçları aradı hep. O teknelerden ağlar atılır, ağlar toplanır, yeri geldiğinde güvertede küçük bir mangalda hızlıca kızartılan papalinalarla rakılı zevküsefalar yapılırdı. Ayvalık’ın sırtları önünde, kayalıkların ve onlarca adacığın arasına gizlenmiş bu balıkçı teknelerini ve o teknelerde yaşam süren deniz insanlarını ilk kez o zaman sevmeye başladım.  

Çocukluğumun Cunda’sında Lezzet Ritüelleri  

Cunda’ya dair en sevdiğim şeylerden biri de rakıyla fazlasıyla haşır neşir olan amcamın, kerahet vakti tüm aile bireylerini bir masa etrafında toplayıp geçmiş zaman hikayeleri anlatmasıydı. Bu anlatılarda bazen Safiye Ayla olurdu, bazen Kör Agop veya Kör Rıfat (sevdiği meyhaneciler), bazen Madam Anahit’li Çiçek Pasajı akşamları, bazen Sultanhamam’ın kumaşçı esnafları, bazen de masadaki belli bir yaşa erişmemiş çocukların duymaması gereken fıkralar… Bu dinletiler genelde Tuzlalı Kemal’in Yeri’nde gerçekleşirdi. Pendik, henüz böylesine bozulmuş bir semt değilken Tuzlalı Kemal, ahşap kazıklar üstünde kurduğu meyhanesinde lezzetli mezeler ve buğulama yapar, amcam da müdavim olarak sıkça oraya giderdi. Yıllar sonra da tesadüfen birbirlerini Cunda’da bulmuşlar, esnaf-müdavim ilişkisini adada da sürdürmüşlerdi. Sinarit buğulamasını mekanın gözde aşçısı yapar, belli bir saatten sonra restoranın köşesinde duran cümbüş kılıfından sıyrılır ve gecenin meşkine esin olurdu. Yetişkin sohbetlerinin beni artık sarmadığı esnada, masadan ayrılıp kedilerin peşinde dolanmak; belli bir mesafeyi korumak şartıyla kedilere kılçık vermek, köşedeki seyyar satıcıdan bir tabak buzlu badem almak ve Nihat’ın Yeri’ne kadar şöyle bir yürüyüp gelmek sevdiğim bir gece aktivitesiydi.  

Denizin kokusu üzerinde çıtır kalamarlar, yıllar sonra büyüdüğümde rakıyla nasıl eşsiz bir tat ikilisi olacağını keşfedeceğim peynir-kavun, yemek arasına buzlu badem, yemek üzerine ada sahili boyunca sıralanmış seyyar tezgahlarda satılan kızarmış tatlı lokma ve gecenin kapanışında herkese  birer külah alınan sakızlı dondurma adaya dair unutamadığım lezzet ritüelimizdi. Hepsi, anason kokulu aile sofralarının uzun saatlere acelesizce yayıldığı ve kimsenin elinde telefon olmadığı için sadece birbirlerinin gözlerinin içine baktığı yılların -benim için unutulmaz olan- lezzetleriydi.  

Adadaki ‘Dünyanın’ Merkezi: Taş Kahve 

Gezip dolaştığım her yerde oraya özgü geleneksel kahveleri arar durur gözlerim. Böyle yerlerde kitap okumayı, etrafı izlemeyi, dili anlıyorsam neler konuşulduğunu duymayı severim. Taş Kahve de yalnız Cunda’da değil, bu ülke sınırları içinde kendimi en huzurda hissettiğim köşelerdendir. Yüksek tavanını ve kırlangıçlarını görüp büyülendiğim, Ayvalık tostunu afiyetle yediğim o ilk yazımın üzerinden 30 yıl geçmiş olsa da halen aynı duygularla izlerim kahve sakinlerini, aynası üzerine asılı eski siyah-beyaz resmi ve vitraylarından süzülen ışık oyunlarını.  

Bu kahvenin, yaşları bir hayli ilerlemiş adalı müdavimleri de sanki hiç değişmez. Her gün, aynı saatte gelip kart oynarlar, bunalınca bir soğuk soda içerler, arada şakalaşıp etraflarına bakarlar… Yorulunca kalkıp, biraz bellerini kütletip evlerinin yolunu yavaş adımlarla tutarlar.  

İçlerinden biriyle sohbete koyulurum bir gün. Ailesi Girit mübadili olan İbrahim Bey, bu adada doğar büyür. Bu adanın ödünç alınmış dillerini konuşur. Ailesinin lehçesini unutmamak için adada Girit’ten gelenleri bulur, onlarla sohbete koyulur çocukluğu boyunca. Ada kahvesinde dillendirir unutulmak üzere olan veya zihinlerde tek tük yer etmiş anıları. Nikoslar, Antonisler, Marialar… Dimitriler, Yorgakiler, Zigardeller. Hepsinin kulakları çınlatılır örtüsü henüz kirlenmemiş masalarda. Kaptanlık yaptığı yıllar boyunca topladığı şişelerden bir koleksiyon yapar ve karşısına geçip izler arada. “Güneş ışığında, bambaşka renklere bürünür” diye ekler, yeşil camdan tek bir nefesle yapılmış gibi gözüken, kocaman zeytinyağ kavanozlarına bakarken. Adalıların deyimiyle Giritli Duro amca, kedilere her gün mama ve su verir. Ve sadece içinden gelirse gülümser insanlara. Şişelerle çevrili dükkanında, sayfalarının köşesi kıvrılmış eski defterlerini açıp okur arada. Kurşun kalemle yapar hesapları, silgiyle siler yanlışları. Bazen özlem öyle bir basar ki içini, alıp başını gider Midilli’ye teknesiyle. Oradaki dostlarıyla buluşmaya. O özlem dinince de geri döner, yıllardır mesken tuttuğu Taş Kahve’nin o köşesine. “Eskisi gibi tadı yok” dese de, arada bir kart turnuvalarını izler kahve masasında. Sıkılınca bir çay söyler ve gelen geçeni seyreder eğer oyun çekişmeli değilse.  

Adadaki dünya bu kahvede döner durur. Hangi arsayı kim nereden, kaça almış? Kimin torunu çıkıp gelmiş dün akşam ziyarete? Kimin yeğeni yağ satarken kazıklanmış? Bu haftanın inciri en iyi nerede bulunurmuş? Ortada bir soru olmasa dahi, herkesin anlatacağı vardır; “bir sade, bir orta, bir sakız” siparişleri havada uçuşup dururken. 

Giritli İbrahim Bey

Aynı eski günlerdeki gibidir her şey burada, yaz günlerinin kalabalığı dışında. Kışın sobası tüter, mahmur kediler sobanın karşısında uyuyakalır. Yazın ada sakinleri biraz serzenişle bakar içeriye, yine kalabalıktır, gürültülüdür ama belli bir saatte sakinleşince ada, masalarına kurulurlar sanki sözleşmiş gibi. Zamana kısmen de olsa yenilmemiş mis kokulu adalarının, aynı yerinde her gün yeniden kurarlar dünyayı. Bazen neşe, bazen kederle. Ben de onları izlerken nostaljimden haz duyar, tebessüm ederim. Özlediğim ve uzakta olmadığına sevindiğim bu küçücük adada, yıllar geçse de sıkılmayacağımı bildiğimden.