Derinliklerden beslenerek büyüyen bir tepenin üzerinde zarifçe yükselir Ve zirvesinden durup da aşağıya bakanlara Yer çekimini alt etmiş uçan bir bina hissini verir. Bir yüzünü kente ve Heybeli’ye doğru eğer, diğerini Sedef Adası’na Ve diğer ikisi… Kuzey ve güney uçları ise Tüm deli rüzgârların hizmetindedir.
Genelde uzaktan seyre dalmakla yetinilen, içinden ve ücra yükseltilerinden dünyaya bakması ise cesaret isteyen ada tepeleri, ileriyi görebilen zihinler için ufuklar açmıştır hep. Adadan dünyaya, herkesin aynı ufuk çizgisine bakarak farklı hayallere dalmasını tahayyül eden Alexandre Vallaury gibi… Birlikte Sanayi-i Nefise Mektebi’ni inşa ettiği Osman Hamdi’nin “Mimar-ı Şehîr” olarak adlandırdığı Vallaury, herkesin görebilmesi için çamların arasından göğe doğru yükselen, düş ve gerçeğin gövdesinde birleştiği heybetli bir bina inşa etti. Adanın derinliklerinden yükselen bu yapı çepeçevre sarıldığı ormanın dev bir yansıması gibiydi. Öyle ki, yıllar yılı karşı adanın zirvesiyle aynı rüzgârları paylaştı… aynı anda bulutlara gömüldü…
Ancak mimarın hayali yerini bulsa da, inşa ettiği odaları dolduracak bedenlere kapısını açamadı . Odaları dolduranlar daha ziyade; ada rüzgârları, camlarına değen çam iğnelerinin hışırtısı, nefes alıp veren ahşap bedeninin derin ancak ağır, gıcırtılı devinimi ve içindeki sayısız boşluğun sessizliği oldu.
Sonraları bu dev yapının içini, heybetinin karşısında ufacık kalan yetimler dolduracaktı. Dev bir ağacın bedenine sığınmış canlılar gibi hayatta tek başına kalanlar için bir yuvaya dönüşmüş gibiydi adeta. Her odasında; içinde geçen zamanı ve alınan yaşı temsilen duvarlarında belirli bir boy hizasına kadar çiziklerin atıldığı, yatakların altına çocukluk hayallerinin ve kimi zaman korkularının süpürüldüğü, yatakla tavan arasındaki mesafede hayallerin uçuştuğu ve yalnızlık duygusunu alt eden kader birliğinin kol kanat gerdiği zamanlara tanıklık etti. Hayatın eşit haklardan yoksun bıraktığı küçük misafirlerinin büyümesini ve ondan öğrendikleriyle akıp giden zamanın ve hayatın kollarına atılmalarını izledi tekrar tekrar. Göremeyenlere ötedekini görmeyi ve işitmeyi, kaybı kazanıma dönüştürmeyi ve yoktan var etmeyi öğreten bir hayat okulu gibiydi.
İçinde barınanların olduğu kadar kendisinin de dönüşümünü izleyip durdu yıllar yılı… Bilinmeyenin giderek artan bir hızla ötekileştirildiği ve bir tehlike olarak görüldüğü zamanlar geldiğinde, tarihin kaydını çatısı altında tutmuş bu dev külliyat da yakasını yaklaşan bu dev dalgadan sıyıramadı. İçinde sakladığı, biriktirdiği, büyütüp yeşerttiği ne varsa sökülüp atıldı… Geriye kalan tek şey kaybın sesi ve duvarlarda asılı kalan sahipsiz zaman.
İçi boşaltılmış bir hayalet gibi, her şeye ve herkese rağmen doğduğu tepede altında ezilip gittiğimiz tarihin heybeti ile süzülmeye devam etti… Etmeye de devam ediyor…
Şu sıralar kanat seslerinin mesken tuttuğu zamanları yaşıyor olsa da, yine kendinden kat kat küçük olan bedenlere yuva olmuş… Bomboş odalarında gün boyunca yer değiştirerek cirit atan gün ışığı zaman zaman görünürü görünmez kılan gölgelere dönüşüyor.. kimi zaman da saklı olanı gün yüzüne çıkarıyor…Duvarlarını sıyırıp geçen huzmeler kalp atışlarını andıran çatlakların üzerinde geziniyor…
Geçmiş zaman parçacıklarını tomar tomar kâğıtlar gibi taşıyan duvarlar artık tutunabileceği bir kolonun olmadığı gerçekliğiyle yüzleşmiş gibi… Ayağının altından kayıp giden yeryüzü gibi, geçmiş zamanlarda yüzlerce adımın atıldığı zemin yıkılmış…
Bir ağacın yaşını okuduğumuz damar çizgileri gibi… Dökülmüş sıvaların ardında saklı bağdadi duvarların ele verdiği yaşanmışlık sayısının kaydını tutturuyor insana.
Geçmişe batmış bir şimdi… Şimdinin acı gerçeğini hazmedemeyen bir geçmiş… Kendisini içten dışa doğru parça parça söker halde…
Hera Büyüktaşcıyan, 2018
*Bu yazı Büyüktaşcıyan’ın 2018 yılında Galata Rum Okulu’nda küratörlüğünü gerçekleştirdiği ‘’206 Odalı Sessizlik : Büyükada Rum Yetimhanesi Üzerine Etüdler’’ sergisinin giriş yazısı olarak kaleme alınmıştır.
Derinliklerden beslenerek büyüyen bir tepenin üzerinde zarifçe yükselir
Ve zirvesinden durup da aşağıya bakanlara
Yer çekimini alt etmiş uçan bir bina hissini verir.
Bir yüzünü kente ve Heybeli’ye doğru eğer, diğerini Sedef Adası’na
Ve diğer ikisi…
Kuzey ve güney uçları ise
Tüm deli rüzgârların hizmetindedir.
Genelde uzaktan seyre dalmakla yetinilen, içinden ve ücra yükseltilerinden dünyaya bakması ise cesaret isteyen ada tepeleri, ileriyi görebilen zihinler için ufuklar açmıştır hep. Adadan dünyaya, herkesin aynı ufuk çizgisine bakarak farklı hayallere dalmasını tahayyül eden Alexandre Vallaury gibi… Birlikte Sanayi-i Nefise Mektebi’ni inşa ettiği Osman Hamdi’nin “Mimar-ı Şehîr” olarak adlandırdığı Vallaury, herkesin görebilmesi için çamların arasından göğe doğru yükselen, düş ve gerçeğin gövdesinde birleştiği heybetli bir bina inşa etti. Adanın derinliklerinden yükselen bu yapı çepeçevre sarıldığı ormanın dev bir yansıması gibiydi. Öyle ki, yıllar yılı karşı adanın zirvesiyle aynı rüzgârları paylaştı… aynı anda bulutlara gömüldü…
Ancak mimarın hayali yerini bulsa da, inşa ettiği odaları dolduracak bedenlere kapısını açamadı . Odaları dolduranlar daha ziyade; ada rüzgârları, camlarına değen çam iğnelerinin hışırtısı, nefes alıp veren ahşap bedeninin derin ancak ağır, gıcırtılı devinimi ve içindeki sayısız boşluğun sessizliği oldu.
Sonraları bu dev yapının içini, heybetinin karşısında ufacık kalan yetimler dolduracaktı. Dev bir ağacın bedenine sığınmış canlılar gibi hayatta tek başına kalanlar için bir yuvaya dönüşmüş gibiydi adeta. Her odasında; içinde geçen zamanı ve alınan yaşı temsilen duvarlarında belirli bir boy hizasına kadar çiziklerin atıldığı, yatakların altına çocukluk hayallerinin ve kimi zaman korkularının süpürüldüğü, yatakla tavan arasındaki mesafede hayallerin uçuştuğu ve yalnızlık duygusunu alt eden kader birliğinin kol kanat gerdiği zamanlara tanıklık etti. Hayatın eşit haklardan yoksun bıraktığı küçük misafirlerinin büyümesini ve ondan öğrendikleriyle akıp giden zamanın ve hayatın kollarına atılmalarını izledi tekrar tekrar. Göremeyenlere ötedekini görmeyi ve işitmeyi, kaybı kazanıma dönüştürmeyi ve yoktan var etmeyi öğreten bir hayat okulu gibiydi.
İçinde barınanların olduğu kadar kendisinin de dönüşümünü izleyip durdu yıllar yılı… Bilinmeyenin giderek artan bir hızla ötekileştirildiği ve bir tehlike olarak görüldüğü zamanlar geldiğinde, tarihin kaydını çatısı altında tutmuş bu dev külliyat da yakasını yaklaşan bu dev dalgadan sıyıramadı. İçinde sakladığı, biriktirdiği, büyütüp yeşerttiği ne varsa sökülüp atıldı… Geriye kalan tek şey kaybın sesi ve duvarlarda asılı kalan sahipsiz zaman.
İçi boşaltılmış bir hayalet gibi, her şeye ve herkese rağmen doğduğu tepede altında ezilip gittiğimiz tarihin heybeti ile süzülmeye devam etti… Etmeye de devam ediyor…
Şu sıralar kanat seslerinin mesken tuttuğu zamanları yaşıyor olsa da, yine kendinden kat kat küçük olan bedenlere yuva olmuş… Bomboş odalarında gün boyunca yer değiştirerek cirit atan gün ışığı zaman zaman görünürü görünmez kılan gölgelere dönüşüyor.. kimi zaman da saklı olanı gün yüzüne çıkarıyor…Duvarlarını sıyırıp geçen huzmeler kalp atışlarını andıran çatlakların üzerinde geziniyor…
Geçmiş zaman parçacıklarını tomar tomar kâğıtlar gibi taşıyan duvarlar artık tutunabileceği bir kolonun olmadığı gerçekliğiyle yüzleşmiş gibi… Ayağının altından kayıp giden yeryüzü gibi, geçmiş zamanlarda yüzlerce adımın atıldığı zemin yıkılmış…
Bir ağacın yaşını okuduğumuz damar çizgileri gibi… Dökülmüş sıvaların ardında saklı bağdadi duvarların ele verdiği yaşanmışlık sayısının kaydını tutturuyor insana.
Geçmişe batmış bir şimdi…
Şimdinin acı gerçeğini hazmedemeyen bir geçmiş…
Kendisini içten dışa doğru parça parça söker halde…
Hera Büyüktaşcıyan, 2018
*Bu yazı Büyüktaşcıyan’ın 2018 yılında Galata Rum Okulu’nda küratörlüğünü gerçekleştirdiği ‘’206 Odalı Sessizlik : Büyükada Rum Yetimhanesi Üzerine Etüdler’’ sergisinin giriş yazısı olarak kaleme alınmıştır.
Paylaş: