Sana koşuyorum bir vapur içinde
Ölmemek delirmemek için
Yaşamak bütün âdetlerden uzak
Yaşamak…
Sait Faik
Ada denince aklıma Burgaz gelir. Bugüne kadar iki kez gidebildim. İlki hayali bir yolculuktu. Sait Faik bana kalbini verdi. Çok uzun yıllar önceydi bu; seksenli yılların tam başında.
İzmir’de üniversiteye başlamıştım. Büyük bir hayal kırıklığıydı benim için. Okumak istediğim bölümde değildim. Dersler çok basit geliyordu. Adeta lisenin devamı gibiydi. Hocaları dinleyemiyor, ders çalışmak istemiyordum. Bitirsem ne olacak, sonra ne yapacağım diyordum. Kampüse giriş kapısında her sabah upuzun kuyruklar oluyordu, suçluymuşuz gibi aranarak giriyorduk içeri. Tadım tuzum kaçmıştı; okul haricinde de hiçbir şeyin zevkine varamıyor, ne edeceğimi bilemiyordum. Eskiler kendi alemlerinde; yenilginin yasını tutuyorlardı, yenilerse benim gibi şaşkınlık içindeydiler. Etrafımda bir tane kafa dengi arkadaşım da yoktu ki azıcık içimi döküp rahatlayayım.
Aklıma teyzem geldi. İki buçuk saat ötedeki bir ilçede yaşıyordu. En iyisi hafta sonunda ona gideyim, biraz kafam dağılsın dedim. Tam mevsimi, biber salçası yapıyorlardır şimdi. Otururum bir sininin başına, yardım ederim. Kafamdaki düşüncelerden de kurtulurum böylece. Hatta belki kendime bir çıkış yolu bulurum. Ertesi gün, atladım dolmuşa, doğruca garajlara gittim. Otobüs kalkmak üzereydi. Ben daha binerken hareket etti. Ortalarda bir yerde, pencere kenarında, ben yaşlarda bir kız oturuyordu, yanındaki koltuk boştu. Selam verip iliştim yanına. Kız sinirli sinirli bir şeyler homurdanarak pencere tarafına döndü.
Haddizatında-niyeyse içimden böyle demek geldi-çenesi düşük biri değilimdir. Otobüs yolculuklarında yanımdakilerle pek sohbet etmem. Hiç tanımadığım insanlara ahiret soruları sorup fenalıklar geçirtmem. Bu yüzden kızın beni o tür insanlarla karıştırmasına, üstüne üstlük arkasına dönmesine fena bozuldum. Alt tarafı selam vermişim; iade etse kıyamet mi kopar? Üstelik sırt dönmek mi lazım? Sitem edeyim en azından hatasını anlasın dedim içimden. Sonra vazgeçtim. Yaptığı kabalığı yüzüne vursam ne olacaktı? Bir de terslerse bozulduğumla kalırdım. Koridor tarafına yanaşıp yüzümü yola çevirdim.
Otobüs o arada şehirlerarası karayoluna çıkmış, yaylana yalana ilerliyordu. Kasetçalarında bir arabesk şarkı çalıyordu. Kulağımı verip dinlemediğim halde kederi üzerime yapışmıştı çoktan. Dikiz aynasının önünde, ucunda sarı bir kuş olan bir nazarlık sallanıyordu. Otobüs sarsıldıkça boncuklar fırıl fırıl dönüyor, sarı kuş da şarkının ritmine uyarak sağa sola savruluyordu.
Yazın son günleriydi ama hava henüz serinlememişti. Otobüsün içi cehennem gibiydi. Yetmezmiş gibi, tepemdeki meme ucuna benzeyen kapakçık biteviye bir homurtuyla üzerime sıcak hava püskürtüyordu. Pencereler sonuna kadar açıktı ama en ufak bir esinti girmiyordu içeri.
Otobüs bir virajı alırken, aniden yan yattı, yanımdaki kıza doğru kaydım. Hemen pardon diye fısıldadım ama ne fayda! Kız uzun bir öf çektikten sonra anlamadığım bir araba laf etti. İyice koridor tarafına çekildim, ona değmemek için büzüldükçe büzüldüm. Kız, fırsat bu fırsat; açtığım yere doğru kaydı, neredeyse bir buçuk kişilik yere rahat rahat yerleşti. Kafasını pencereye yapıştırdı tekrar.
Muavin, sarsıntıdan yanlışlıkla değmiş gibi koluma sürtünerek geçti. O kadar irkildim ki az daha çığlık atacaktım. Bu masum kılıklı tacizleri kadınlara soracaksın. Muavin önden arkaya geçerken hemen çekmiştim kolumu ama arkadan öne doğru gelirken fark etmediğim için hazırlıksız yakalanmıştım. Bu git gellerin epeyce süreceği başından belliydi.
Şimdi benle bu muavin bir mi? Benim, yanımdaki kıza yanlışlıkla, istemeden, hiç niyetim yokken değmemle, şu muavinin yaptığı aynı mı?
Muavin yetmezmiş gibi, bir de yan koltukta oturan başka bir adam çıkmıştı başıma; gözü de göz değildi. Aldırış etmeyeyim diyordum, olmuyordu. Ne zaman kafamı çevirsem, bakışlarıyla karşılaşıyordum.
Sıcak, arabesk şarkı, muavin, yan koltuktaki adam; yanımdaki kız…
“Durdurun şu otobüsü, inecek var,” diye avaz avaz bağırmak istiyordum.
Aklıma yanıma aldığım kitap geldi. Yolculuklarda okuyamam pek, gözlerim iyi görmez, midem bulanır. Ama çarem kalmamıştı. Yerde, ayaklarımın önünde duran sırt çantamı kaldırdım, ön gözünden kitabı çıkardım. Çantamı tekrar önüme kucağıma koydum. Kaldığım yeri buldum, “Kış Akşamı, Maşa, Sandalye” öyküsünü okudum.
İçimden hikâyedeki adam gibi Kumkapılı bir Ermeni küfrü sallamak geçti.
Ama hiç duymamıştım ki öyle bir küfür daha önce. Hiç Ermeni bir balıkçıya da denk gelmemiştim. Ne bir Rum komşum olmuştu o güne kadar ne de Yahudi bir arkadaşım. Şimdi onlardan biri yanımda otursaydı, öyle sanıyordum ki, yine konuşmazdık belki ama gülümsemeyi, sıcak bir merhabayı da esirgemezdik birbirimizden.
Ah Sait Faik! Canım, sevgilim, ustam… Kitabı kapadım düşündüm biraz. Sait Faik olsam ne yapardım şimdi? Envaiçeşit rüzgârı, kapkaççı martıları, kavruk tenli çapkın ada balıkçılarını, göğüsleri yemiş kokan ceviz kabuğu kadar esmer Bursalı çocukları çok sevmiş Sait Faik olsam, yanına oturduğum için benden nefret eden kızı; koridordan koluma sürtünerek geçen muavini, yan koltuktan beni gözleriyle yiyen adamı, şu vıcık vıcık kedere batmış şarkıyı sever miydim? Gidip Sait Faik’e sorayım dedim. Böyle der demez sırtım oturduğum koltuktan ayrıldı. Ayaklarım yerden kesildi. Havalandım. Bir de baktım biraz önce yanımda oturan kız aşağıda kalmış, ona tepeden bakıyorum. Başım otobüsün tavanına yapıştı. Metal yumuşadı, kafamın üstünde kocaman bir delik açıldı. Açılan delikten kayarak çıktım.
Serince bir rüzgâr esiyordu dışarıda. Saçlarım uçuşmaya başladı. Otobüs aşağıdaki asfalt yoldan güneye inmeye devam ederken kafamı aksi yöne çevirdim, daha da yükseldim. Bulunduğum yerden Marmara Denizi’ni apaçık görebiliyordum. Yönümü Burgaz Adası’na döndüm. Uçmaya devam ettim. Güneye doğru inen yuvarlak kıçlı külüstür otobüsün hırıltıları, kasetçalarda çalan şarkı, uzaklaştı. Burgaz’a doğru alçaldım. Dalgalar köpüre köpüre kıyıya kadar gidiyor, çarparak sakince eriyordu. Limanın üzerinden geçtim, bahçe içindeki evlere, ağaçlarla çevrili sokaklara tepeden baktım. Ve zarif işlemeli beyaz köşkü elimle koymuş gibi buldum. Yavaşça süzülerek inip bahçesine kondum.
İşte o! Sait Faik! Tam karşımda duruyordu. Başım döndü heyecandan. Fotoğraflarındakine hiç benzemiyordu. Bu adamı yolda görsem tanımam. Beyaz keten gömleği üstünden düşecek gibiydi; derisi incecik kalmış ellerinin kemikleri görünüyordu. Bir tek gözleri değişmemiş. Belki mavisi biraz solmuş. Biraz da griye dönmüş. Uzun uzun bakıştık. Biz bakışırken ne yağmur yüklü bulutlar ne kara yeller ne yandan çarklılar geçti aramızdan. Anlattım ona içimdekileri. Ben artık sevemiyorum. Sen nasıl bu kadar sevebildin, dedim. Sakince dinledi beni. Başka çaresi mi var, dedi. Bir ömür boyu seveceksin. Yetmeyecek. Bin ömrün olsa bin kere daha seveceksin. Ama öyle boş bir sevmek olmayacak. Sevmekle başlayacak her şey, sevmekle nihayetlenecek. Senin kalbin çürümüş, yoksa sevmeden yapamaz insan, dedi. Elini göğüs kafesinden içeri daldırıp kalbini çıkardı. Uzandı, sol mememin altındaki boşluğuma yerleştirdi. İçimde pata küte, pata küte bir telaş başladı. Böyle mi atarmış Sait Faik’in kalbi?
Bir de baktım, otobüsteki koltuğumdayım. Yanımdaki kız hafiften horluyor, otobüsün kasetçalarında yeni bir şarkı başlamış, dikiz aynasına takılı sarı kuş çıldırmış, dönüyor.
İzmir’e geri döndüğümde oturup bu başımdan geçenlerin öyküsünü yazdım. Okulda Türkçe Yazma dersinde okudum. Sonra o, öykü defterimde öylece kaldı. Aradan yıllar geçti. Defteri kaybettim. Çok sonra yeniden yazmayı da denedim, pek bir şeye benzemedi. Ne kadar uğraştıysam da ilki gibi olmadı. Bu arada Sait Faik’in kalbini taşıdığımı da unuttum. Ama pek esaslı âşık oldum. Kalbim fena kırıldı. Herkese biraz daha benzedim. Böylece bir zaman daha geçti.
Okul arkadaşım Neşe ile arada sırada görüşüyorduk. Bir sohbet sırasında ondan, ortak arkadaşımız Nermin’in ağır bir hastalığa yakalandığını öğrendim.
Nermin’i okul bittikten sonra hiç görmemiştim. İstanbul’da, ailesiyle yaşıyordu ve aldığı tedavi sebebiyle saçları dökülmüştü. Morale ihtiyacı vardı. Bir iki günü beraber geçirmek ona iyi gelebilirdi. Atlayıp gittim. Beni çok sıcak karşıladılar. Sadece Nermin değil, annesiyle babası da memnun olmuştu geldiğime. İkisi de yaşını başını almış, güzel insanlardı. Annesi, arada babasına tuhaf bir şekilde sesleniyordu. Sanki kızarak ya da takılır gibi. Tekrarlandıkça hep aynı şeyi söylediğini fark ettim. Geçmiş gün, yanlış anlamış kulağıma farklı çalınmış da olabilir. Ama sanki “çemi bero” diyordu. Anlamını sordum Nermin’e. O da bilmiyormuş. Annesi, babasına hep böyle seslenirmiş, ama bir gün olsun merak etmemiş anlamını.
Bir punduna getirip bu sefer de annesine sordum. Önce durakladı bir. Sonra anlattı. Gürcüce, “benim ihtiyarım” demekmiş. Çok etkilendim bu sözden. Sevgi, beraber geçirilen onca zaman, takılma…Basit görünen bu iki sözcük ne çok anlamı barındırıyordu içinde.
Yemekten sonra Nermin’in kuzeni Servet geldi. Aynı sokakta, birkaç apartman ötede oturuyorlarmış. Edebiyat Fakültesini kazanmış, bir ay sonra başlıyormuş. Akşam güzel güzel sohbet ettik. Sabah kahvaltıya çağırdık. Seve seve gelirim, dedi. Demek ki sohbetten hoşlanmıştı. Yol yorgunu olduğum için izin istedim. Odama çekildim. Nermin gelip yanıma oturdu. Tedavi sürecini anlattı. Psikoterapi de alıyormuş. Hastalığının nedenlerini çocukluğunda yaşadığı travmalara bağlamıştı. Dinlerken dehşetler içinde kaldım, inanması zor şeylerdi söyledikleri. Ama o öylesine rahat anlatıyordu ki dilim tutuldu. Çok geçmeden odasına çekildi, arkasından ben de yattım.
Huyum kurusun, yabancı yataklarda uzun uzun uyuyamam, tavşan uykusuna benzer benimki. Sabah ortalık ışır ışımaz, zıpladım ayağa. Kalkıp giyindim. Mutfağa giderken koridorda, küçücük bir oda çarptı gözüme. Karşı pencerenin altında, duvara dayanmış birkaç raflık mütevazı bir kitaplık vardı, raflara deri ciltli, karton kapaklı kitaplar dizilmişti. Yanlarına yaklaştım. Çömelip baktım. Sırtlarından belli. Diyorlar ki; bizler memleket ve dünya meselelerini dert etmiş, ağırbaşlı, ciddi kitaplarız. Ağırlığımız ondandır. Kenarına koyu yeşil şeritler çekilmiş küçücük bir kitap sıkışmış aralarına. Bana da bir nefesçik yer açın der gibi bir hâli var. Nerede görsem tanırım. Kapağının üzerindeki mektup pulu şeklindeki bölümde; “Sait Faik Abasıyanık. Son Kuşlar” diye yazar. Bazen bana öyle gelir ki elime aldığımda, daha kapağını açıp okumadan yüreğime sevgi salan bu kitap bu dünyada gözlerimi parlatacak tek şeydir. Dünya meseleleriyle yorgun düşmüş asık yüzlü arkadaşlarının arasından göz kırpar, “bol yeşiliyle kuşlarla beraber olunca insana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürür.”
Tabii ya, Nermin’e iyi gelecek tek yer Burgaz Adasıdır. Bugün oraya gidelim, Sait Faik’i ziyaret edelim, diye geçti içimden. Hem belki denk gelirse, havam yerinde olursa, yaptığım ilk yolculuğu da anlatırım ona.
Kitabı yerine koyup mutfağa geçtim. Servet de gelmişti. Selamlaşıp oturduk sofraya. Kahvaltımızı neşe içinde yaptık. Keyif çaylarımızı içerken konuyu açtım. Burgaz’a gidelim mi, dedim. Nermin tuhaf tuhaf süzdü beni. Sonra, Burgaz’da ne olduğunu sordu. Şaşırdım bir an. Nasıl bir soruydu bu? Söyledim ya, dedim. Burgaz var, Sait Faik var. Evine gideriz, odalarını gezeriz, çalışma odasına bakarız. Biraz hayal kurar, kalanını tamamlarız. Nermin bu defa da öğretmen halleri takındı, dik dik baktı yüzüme. Sait Faik’in artık orada olmadığının farkında mıymışım? Dondum kaldım. O anda kendimi satranç oyuncularına benzettim. Hani rakibi bir hamle yapar da bizimki oyunu ta en son hamlesine kadar görüp, yenildiğini anlar ya… İşte o haldeydim. Nermin, Neşe’den söz açtı. Benim çok duygusal olduğumu söylermiş hep ya, haklı olduğunu anlamış şimdi. Duygusallık o zamanın hiç de makbul olmayan politik bir eleştiri sebebiydi. Canım sıkıldı bu söze. Duygusal değil, duygulu diye itiraz edecektim; demedim bir şey. Israrla önerimi tekrar ettim. Servet, olur gidelim, dedi sonunda. İyi olurmuş, edebiyat öğretmeni olunca öğrencilerine, Sait Faik’in evini anlatırmış hem.
Böylece çıktık yola. İki otobüs değiştirip Eminönü’ne geldik. Vapura binip Burgaz’a gittik. Yol boyunca kayda değer bir şey olmadı, aklımda pek bir şey kalmadı. Bir şey hariç: vapurda birkaç kişiye Sait Faik’in evine nasıl gideceğimizi sordum, kimse nerede olduğunu bilmiyordu. Burgaz’a varınca indik vapurdan. Kızların önüne düştüm. Adanın içlerine doğru yürümeye başladık. Şansımızdan etrafta çok kimse yoktu. Yanlış bir zamanda mı gelmiştik nedir, karşılaştıklarımız da bize evi tarif edemediler. Nasıl olur, diyordum kendi kendime. Bir kişi bile bilmez mi? Bilmek şöyle dursun, hepsi Sait Faik’in adını ilk kez duymuş gibi bakıyordu yüzüme. Şaşırdıkça şaşırıyordum. Ama, Nermin’in söyleyeceklerinden korktuğum için yüksek sesle dile getiremiyordum aklımdan geçenleri. Gerçi Nermin şikâyet etmeden geliyordu peşimden. “Ben sana demedim mi” der gibi de bakmıyordu. Servet’in de gıkı çıkmıyordu. Araya araya, nihayet inci tanesi kadar parlak, bembeyaz köşkü bulduk. Önünde durduğumda mutluluktan nefesim kesildi. Tam hayal ettiğim gibiydi. Demir parmaklıklı kapısının yanındaki levhada, “Sait Faik Abasıyanık Müzesi, Kuruluş 1959” yazıyordu. Altındaki levhada ziyaret saatleri belirtilmişti. Kapısındaki zile bastım. Bir bekçi merdivenlerin önüne dikiliverdi. Evi gezemezmişiz. Pazartesi olduğu için kapalıymış. Başımdan kaynar sular döküldü. Olduğum yere yığılacaktım neredeyse. Kendimi çok kötü hissediyordum. Arkadaşlarımı ben sürüklemiştim buraya. Ama evi gezemeyecektik. Sait Faik’le bu bahçede geçen konuşmamızı onlara anlatamayacaktım. Mecburen geri dönecektik. Bekçi yüzümün düştüğünü fark etti. Kendince teselli etti beni. İçeride de görülecek pek bir şey yokmuş zaten. Bir yatak, masa, sandalye, daktilo filan.
Nermin, civardaki sokakları dolaşmayı teklif etti. Daha zamanımız vardı nasılsa. Artık diyecek bir şeyim kalmamıştı. Ses çıkarmadım. Evin önünden ayrılıp bir sokağa daldık. Karşımıza çıkan köşkler, müstakil evler, ne kadar şahsiyetliydi, ağaçlar ne güzel, bahçeler ne kadar bakımlı. Ama ben hâlâ suçluluğun verdiği iç sıkıntısından kurtulamamıştım, dikkatimi hiçbir şeye tam anlamıyla veremiyordum.
Dolaşırken epeyce zaman geçmiş, iskeleden epeyce uzaklaştığımızı da fark etmemişiz. Artık geriye dönmemiz ve elimizi çabuk tutmamız gerekiyordu. Vapur saati yaklaşıyordu.
Bir gürültü koptu arkamızda. Gülüşmeler, bağırışlar geldi. Arkamızı dönüp baktık. Üç dört oğlan çocuğu, bir atın çektiği dört tekerlekli dümdüz bir arabanın üzerine oturmuş, yokuş aşağı iniyorlardı. Dizginleri tutan çocuğun elinde kırbaç, gözlerinde delikanlı pırıltılar. On bir on iki yaşlarında, pek de zengin görünmeyen çocuklardı. El ettim. Eli kırbaçlı çocuk, atın dizginlerini çekti. At yavaşladı. Yanımıza gelip durdular. Nereye gittiklerini sordum. Aşağı, merkeze gidiyorlarmış. Vapura yetişmemiz gerektiğini söyledim. Çok yorgun olduğumuzu. Rica etsem bizi de bırakırlar mıydı limana? Çocuk duruşunu hiç bozmadı. Dizginleri tutan elleri hiç kıpırdamadı. Gözlerimin içine dikti gözlerini. “Sizi limana mı bırakayım?” dedi buz gibi bir sesle. Çok sakindi ama. Ürkütücü denecek kadar. Sonra tane tane, her kelimeyi sindirerek, “Sizin gibi üç tane daha bulsam, aygır diye arabaya koşarım” deyiverdi.
O kadar şaşırdım ki, buz kestim birden. Belki de o sebepten söyledikleri içime işlemedi. Bir müddet öylece bakıştık. Çocuk dizginleri gevşetti. At yavaş yavaş yürümeye başladı. Önümüzden geçerek yokuş aşağı inip uzaklaştılar. Onlar köşeyi dönüp gözden kaybolunca yürümeyi akıl ettik. Hiç konuşmadan limana kadar hızlı hızlı yürüdük. Hiçbirimiz ağzını açıp tek laf edemiyordu. İskeleye varıp vapura bindik. Aynı günün akşamı ayrıldım İstanbul’dan.
Ne kadar zaman sonraydı bilmem. Neşe aradı.
“Nermin hasta değilmiş meğer,” dedi. “Yanlış teşhis koymuşlar. İlacı bırakmış, saçları tekrar çıkmış.”
Dedim ya, ada denince aklıma Burgaz gelir. İki kez gittim oraya. Bir daha nasip olmadı.
İlkinde Sait Faik kalbini vermişti bana.
Hiç unutmuyorum.
Kapak fotoğrafı: Ara Güler
Sana koşuyorum bir vapur içinde
Ölmemek delirmemek için
Yaşamak bütün âdetlerden uzak
Yaşamak…
Sait Faik
Ada denince aklıma Burgaz gelir. Bugüne kadar iki kez gidebildim. İlki hayali bir yolculuktu. Sait Faik bana kalbini verdi. Çok uzun yıllar önceydi bu; seksenli yılların tam başında.
İzmir’de üniversiteye başlamıştım. Büyük bir hayal kırıklığıydı benim için. Okumak istediğim bölümde değildim. Dersler çok basit geliyordu. Adeta lisenin devamı gibiydi. Hocaları dinleyemiyor, ders çalışmak istemiyordum. Bitirsem ne olacak, sonra ne yapacağım diyordum. Kampüse giriş kapısında her sabah upuzun kuyruklar oluyordu, suçluymuşuz gibi aranarak giriyorduk içeri. Tadım tuzum kaçmıştı; okul haricinde de hiçbir şeyin zevkine varamıyor, ne edeceğimi bilemiyordum. Eskiler kendi alemlerinde; yenilginin yasını tutuyorlardı, yenilerse benim gibi şaşkınlık içindeydiler. Etrafımda bir tane kafa dengi arkadaşım da yoktu ki azıcık içimi döküp rahatlayayım.
Aklıma teyzem geldi. İki buçuk saat ötedeki bir ilçede yaşıyordu. En iyisi hafta sonunda ona gideyim, biraz kafam dağılsın dedim. Tam mevsimi, biber salçası yapıyorlardır şimdi. Otururum bir sininin başına, yardım ederim. Kafamdaki düşüncelerden de kurtulurum böylece. Hatta belki kendime bir çıkış yolu bulurum. Ertesi gün, atladım dolmuşa, doğruca garajlara gittim. Otobüs kalkmak üzereydi. Ben daha binerken hareket etti. Ortalarda bir yerde, pencere kenarında, ben yaşlarda bir kız oturuyordu, yanındaki koltuk boştu. Selam verip iliştim yanına. Kız sinirli sinirli bir şeyler homurdanarak pencere tarafına döndü.
Haddizatında-niyeyse içimden böyle demek geldi-çenesi düşük biri değilimdir. Otobüs yolculuklarında yanımdakilerle pek sohbet etmem. Hiç tanımadığım insanlara ahiret soruları sorup fenalıklar geçirtmem. Bu yüzden kızın beni o tür insanlarla karıştırmasına, üstüne üstlük arkasına dönmesine fena bozuldum. Alt tarafı selam vermişim; iade etse kıyamet mi kopar? Üstelik sırt dönmek mi lazım? Sitem edeyim en azından hatasını anlasın dedim içimden. Sonra vazgeçtim. Yaptığı kabalığı yüzüne vursam ne olacaktı? Bir de terslerse bozulduğumla kalırdım. Koridor tarafına yanaşıp yüzümü yola çevirdim.
Otobüs o arada şehirlerarası karayoluna çıkmış, yaylana yalana ilerliyordu. Kasetçalarında bir arabesk şarkı çalıyordu. Kulağımı verip dinlemediğim halde kederi üzerime yapışmıştı çoktan. Dikiz aynasının önünde, ucunda sarı bir kuş olan bir nazarlık sallanıyordu. Otobüs sarsıldıkça boncuklar fırıl fırıl dönüyor, sarı kuş da şarkının ritmine uyarak sağa sola savruluyordu.
Yazın son günleriydi ama hava henüz serinlememişti. Otobüsün içi cehennem gibiydi. Yetmezmiş gibi, tepemdeki meme ucuna benzeyen kapakçık biteviye bir homurtuyla üzerime sıcak hava püskürtüyordu. Pencereler sonuna kadar açıktı ama en ufak bir esinti girmiyordu içeri.
Otobüs bir virajı alırken, aniden yan yattı, yanımdaki kıza doğru kaydım. Hemen pardon diye fısıldadım ama ne fayda! Kız uzun bir öf çektikten sonra anlamadığım bir araba laf etti. İyice koridor tarafına çekildim, ona değmemek için büzüldükçe büzüldüm. Kız, fırsat bu fırsat; açtığım yere doğru kaydı, neredeyse bir buçuk kişilik yere rahat rahat yerleşti. Kafasını pencereye yapıştırdı tekrar.
Muavin, sarsıntıdan yanlışlıkla değmiş gibi koluma sürtünerek geçti. O kadar irkildim ki az daha çığlık atacaktım. Bu masum kılıklı tacizleri kadınlara soracaksın. Muavin önden arkaya geçerken hemen çekmiştim kolumu ama arkadan öne doğru gelirken fark etmediğim için hazırlıksız yakalanmıştım. Bu git gellerin epeyce süreceği başından belliydi.
Şimdi benle bu muavin bir mi? Benim, yanımdaki kıza yanlışlıkla, istemeden, hiç niyetim yokken değmemle, şu muavinin yaptığı aynı mı?
Muavin yetmezmiş gibi, bir de yan koltukta oturan başka bir adam çıkmıştı başıma; gözü de göz değildi. Aldırış etmeyeyim diyordum, olmuyordu. Ne zaman kafamı çevirsem, bakışlarıyla karşılaşıyordum.
Sıcak, arabesk şarkı, muavin, yan koltuktaki adam; yanımdaki kız…
“Durdurun şu otobüsü, inecek var,” diye avaz avaz bağırmak istiyordum.
Aklıma yanıma aldığım kitap geldi. Yolculuklarda okuyamam pek, gözlerim iyi görmez, midem bulanır. Ama çarem kalmamıştı. Yerde, ayaklarımın önünde duran sırt çantamı kaldırdım, ön gözünden kitabı çıkardım. Çantamı tekrar önüme kucağıma koydum. Kaldığım yeri buldum, “Kış Akşamı, Maşa, Sandalye” öyküsünü okudum.
İçimden hikâyedeki adam gibi Kumkapılı bir Ermeni küfrü sallamak geçti.
Ama hiç duymamıştım ki öyle bir küfür daha önce. Hiç Ermeni bir balıkçıya da denk gelmemiştim. Ne bir Rum komşum olmuştu o güne kadar ne de Yahudi bir arkadaşım. Şimdi onlardan biri yanımda otursaydı, öyle sanıyordum ki, yine konuşmazdık belki ama gülümsemeyi, sıcak bir merhabayı da esirgemezdik birbirimizden.
Ah Sait Faik! Canım, sevgilim, ustam… Kitabı kapadım düşündüm biraz. Sait Faik olsam ne yapardım şimdi? Envaiçeşit rüzgârı, kapkaççı martıları, kavruk tenli çapkın ada balıkçılarını, göğüsleri yemiş kokan ceviz kabuğu kadar esmer Bursalı çocukları çok sevmiş Sait Faik olsam, yanına oturduğum için benden nefret eden kızı; koridordan koluma sürtünerek geçen muavini, yan koltuktan beni gözleriyle yiyen adamı, şu vıcık vıcık kedere batmış şarkıyı sever miydim? Gidip Sait Faik’e sorayım dedim. Böyle der demez sırtım oturduğum koltuktan ayrıldı. Ayaklarım yerden kesildi. Havalandım. Bir de baktım biraz önce yanımda oturan kız aşağıda kalmış, ona tepeden bakıyorum. Başım otobüsün tavanına yapıştı. Metal yumuşadı, kafamın üstünde kocaman bir delik açıldı. Açılan delikten kayarak çıktım.
Serince bir rüzgâr esiyordu dışarıda. Saçlarım uçuşmaya başladı. Otobüs aşağıdaki asfalt yoldan güneye inmeye devam ederken kafamı aksi yöne çevirdim, daha da yükseldim. Bulunduğum yerden Marmara Denizi’ni apaçık görebiliyordum. Yönümü Burgaz Adası’na döndüm. Uçmaya devam ettim. Güneye doğru inen yuvarlak kıçlı külüstür otobüsün hırıltıları, kasetçalarda çalan şarkı, uzaklaştı. Burgaz’a doğru alçaldım. Dalgalar köpüre köpüre kıyıya kadar gidiyor, çarparak sakince eriyordu. Limanın üzerinden geçtim, bahçe içindeki evlere, ağaçlarla çevrili sokaklara tepeden baktım. Ve zarif işlemeli beyaz köşkü elimle koymuş gibi buldum. Yavaşça süzülerek inip bahçesine kondum.
İşte o! Sait Faik! Tam karşımda duruyordu. Başım döndü heyecandan. Fotoğraflarındakine hiç benzemiyordu. Bu adamı yolda görsem tanımam. Beyaz keten gömleği üstünden düşecek gibiydi; derisi incecik kalmış ellerinin kemikleri görünüyordu. Bir tek gözleri değişmemiş. Belki mavisi biraz solmuş. Biraz da griye dönmüş. Uzun uzun bakıştık. Biz bakışırken ne yağmur yüklü bulutlar ne kara yeller ne yandan çarklılar geçti aramızdan. Anlattım ona içimdekileri. Ben artık sevemiyorum. Sen nasıl bu kadar sevebildin, dedim. Sakince dinledi beni. Başka çaresi mi var, dedi. Bir ömür boyu seveceksin. Yetmeyecek. Bin ömrün olsa bin kere daha seveceksin. Ama öyle boş bir sevmek olmayacak. Sevmekle başlayacak her şey, sevmekle nihayetlenecek. Senin kalbin çürümüş, yoksa sevmeden yapamaz insan, dedi. Elini göğüs kafesinden içeri daldırıp kalbini çıkardı. Uzandı, sol mememin altındaki boşluğuma yerleştirdi. İçimde pata küte, pata küte bir telaş başladı. Böyle mi atarmış Sait Faik’in kalbi?
Bir de baktım, otobüsteki koltuğumdayım. Yanımdaki kız hafiften horluyor, otobüsün kasetçalarında yeni bir şarkı başlamış, dikiz aynasına takılı sarı kuş çıldırmış, dönüyor.
İzmir’e geri döndüğümde oturup bu başımdan geçenlerin öyküsünü yazdım. Okulda Türkçe Yazma dersinde okudum. Sonra o, öykü defterimde öylece kaldı. Aradan yıllar geçti. Defteri kaybettim. Çok sonra yeniden yazmayı da denedim, pek bir şeye benzemedi. Ne kadar uğraştıysam da ilki gibi olmadı. Bu arada Sait Faik’in kalbini taşıdığımı da unuttum. Ama pek esaslı âşık oldum. Kalbim fena kırıldı. Herkese biraz daha benzedim. Böylece bir zaman daha geçti.
Okul arkadaşım Neşe ile arada sırada görüşüyorduk. Bir sohbet sırasında ondan, ortak arkadaşımız Nermin’in ağır bir hastalığa yakalandığını öğrendim.
Nermin’i okul bittikten sonra hiç görmemiştim. İstanbul’da, ailesiyle yaşıyordu ve aldığı tedavi sebebiyle saçları dökülmüştü. Morale ihtiyacı vardı. Bir iki günü beraber geçirmek ona iyi gelebilirdi. Atlayıp gittim. Beni çok sıcak karşıladılar. Sadece Nermin değil, annesiyle babası da memnun olmuştu geldiğime. İkisi de yaşını başını almış, güzel insanlardı. Annesi, arada babasına tuhaf bir şekilde sesleniyordu. Sanki kızarak ya da takılır gibi. Tekrarlandıkça hep aynı şeyi söylediğini fark ettim. Geçmiş gün, yanlış anlamış kulağıma farklı çalınmış da olabilir. Ama sanki “çemi bero” diyordu. Anlamını sordum Nermin’e. O da bilmiyormuş. Annesi, babasına hep böyle seslenirmiş, ama bir gün olsun merak etmemiş anlamını.
Bir punduna getirip bu sefer de annesine sordum. Önce durakladı bir. Sonra anlattı. Gürcüce, “benim ihtiyarım” demekmiş. Çok etkilendim bu sözden. Sevgi, beraber geçirilen onca zaman, takılma…Basit görünen bu iki sözcük ne çok anlamı barındırıyordu içinde.
Yemekten sonra Nermin’in kuzeni Servet geldi. Aynı sokakta, birkaç apartman ötede oturuyorlarmış. Edebiyat Fakültesini kazanmış, bir ay sonra başlıyormuş. Akşam güzel güzel sohbet ettik. Sabah kahvaltıya çağırdık. Seve seve gelirim, dedi. Demek ki sohbetten hoşlanmıştı. Yol yorgunu olduğum için izin istedim. Odama çekildim. Nermin gelip yanıma oturdu. Tedavi sürecini anlattı. Psikoterapi de alıyormuş. Hastalığının nedenlerini çocukluğunda yaşadığı travmalara bağlamıştı. Dinlerken dehşetler içinde kaldım, inanması zor şeylerdi söyledikleri. Ama o öylesine rahat anlatıyordu ki dilim tutuldu. Çok geçmeden odasına çekildi, arkasından ben de yattım.
Huyum kurusun, yabancı yataklarda uzun uzun uyuyamam, tavşan uykusuna benzer benimki. Sabah ortalık ışır ışımaz, zıpladım ayağa. Kalkıp giyindim. Mutfağa giderken koridorda, küçücük bir oda çarptı gözüme. Karşı pencerenin altında, duvara dayanmış birkaç raflık mütevazı bir kitaplık vardı, raflara deri ciltli, karton kapaklı kitaplar dizilmişti. Yanlarına yaklaştım. Çömelip baktım. Sırtlarından belli. Diyorlar ki; bizler memleket ve dünya meselelerini dert etmiş, ağırbaşlı, ciddi kitaplarız. Ağırlığımız ondandır. Kenarına koyu yeşil şeritler çekilmiş küçücük bir kitap sıkışmış aralarına. Bana da bir nefesçik yer açın der gibi bir hâli var. Nerede görsem tanırım. Kapağının üzerindeki mektup pulu şeklindeki bölümde; “Sait Faik Abasıyanık. Son Kuşlar” diye yazar. Bazen bana öyle gelir ki elime aldığımda, daha kapağını açıp okumadan yüreğime sevgi salan bu kitap bu dünyada gözlerimi parlatacak tek şeydir. Dünya meseleleriyle yorgun düşmüş asık yüzlü arkadaşlarının arasından göz kırpar, “bol yeşiliyle kuşlarla beraber olunca insana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürür.”
Tabii ya, Nermin’e iyi gelecek tek yer Burgaz Adasıdır. Bugün oraya gidelim, Sait Faik’i ziyaret edelim, diye geçti içimden. Hem belki denk gelirse, havam yerinde olursa, yaptığım ilk yolculuğu da anlatırım ona.
Kitabı yerine koyup mutfağa geçtim. Servet de gelmişti. Selamlaşıp oturduk sofraya. Kahvaltımızı neşe içinde yaptık. Keyif çaylarımızı içerken konuyu açtım. Burgaz’a gidelim mi, dedim. Nermin tuhaf tuhaf süzdü beni. Sonra, Burgaz’da ne olduğunu sordu. Şaşırdım bir an. Nasıl bir soruydu bu? Söyledim ya, dedim. Burgaz var, Sait Faik var. Evine gideriz, odalarını gezeriz, çalışma odasına bakarız. Biraz hayal kurar, kalanını tamamlarız. Nermin bu defa da öğretmen halleri takındı, dik dik baktı yüzüme. Sait Faik’in artık orada olmadığının farkında mıymışım? Dondum kaldım. O anda kendimi satranç oyuncularına benzettim. Hani rakibi bir hamle yapar da bizimki oyunu ta en son hamlesine kadar görüp, yenildiğini anlar ya… İşte o haldeydim. Nermin, Neşe’den söz açtı. Benim çok duygusal olduğumu söylermiş hep ya, haklı olduğunu anlamış şimdi. Duygusallık o zamanın hiç de makbul olmayan politik bir eleştiri sebebiydi. Canım sıkıldı bu söze. Duygusal değil, duygulu diye itiraz edecektim; demedim bir şey. Israrla önerimi tekrar ettim. Servet, olur gidelim, dedi sonunda. İyi olurmuş, edebiyat öğretmeni olunca öğrencilerine, Sait Faik’in evini anlatırmış hem.
Böylece çıktık yola. İki otobüs değiştirip Eminönü’ne geldik. Vapura binip Burgaz’a gittik. Yol boyunca kayda değer bir şey olmadı, aklımda pek bir şey kalmadı. Bir şey hariç: vapurda birkaç kişiye Sait Faik’in evine nasıl gideceğimizi sordum, kimse nerede olduğunu bilmiyordu. Burgaz’a varınca indik vapurdan. Kızların önüne düştüm. Adanın içlerine doğru yürümeye başladık. Şansımızdan etrafta çok kimse yoktu. Yanlış bir zamanda mı gelmiştik nedir, karşılaştıklarımız da bize evi tarif edemediler. Nasıl olur, diyordum kendi kendime. Bir kişi bile bilmez mi? Bilmek şöyle dursun, hepsi Sait Faik’in adını ilk kez duymuş gibi bakıyordu yüzüme. Şaşırdıkça şaşırıyordum. Ama, Nermin’in söyleyeceklerinden korktuğum için yüksek sesle dile getiremiyordum aklımdan geçenleri. Gerçi Nermin şikâyet etmeden geliyordu peşimden. “Ben sana demedim mi” der gibi de bakmıyordu. Servet’in de gıkı çıkmıyordu. Araya araya, nihayet inci tanesi kadar parlak, bembeyaz köşkü bulduk. Önünde durduğumda mutluluktan nefesim kesildi. Tam hayal ettiğim gibiydi. Demir parmaklıklı kapısının yanındaki levhada, “Sait Faik Abasıyanık Müzesi, Kuruluş 1959” yazıyordu. Altındaki levhada ziyaret saatleri belirtilmişti. Kapısındaki zile bastım. Bir bekçi merdivenlerin önüne dikiliverdi. Evi gezemezmişiz. Pazartesi olduğu için kapalıymış. Başımdan kaynar sular döküldü. Olduğum yere yığılacaktım neredeyse. Kendimi çok kötü hissediyordum. Arkadaşlarımı ben sürüklemiştim buraya. Ama evi gezemeyecektik. Sait Faik’le bu bahçede geçen konuşmamızı onlara anlatamayacaktım. Mecburen geri dönecektik. Bekçi yüzümün düştüğünü fark etti. Kendince teselli etti beni. İçeride de görülecek pek bir şey yokmuş zaten. Bir yatak, masa, sandalye, daktilo filan.
Nermin, civardaki sokakları dolaşmayı teklif etti. Daha zamanımız vardı nasılsa. Artık diyecek bir şeyim kalmamıştı. Ses çıkarmadım. Evin önünden ayrılıp bir sokağa daldık. Karşımıza çıkan köşkler, müstakil evler, ne kadar şahsiyetliydi, ağaçlar ne güzel, bahçeler ne kadar bakımlı. Ama ben hâlâ suçluluğun verdiği iç sıkıntısından kurtulamamıştım, dikkatimi hiçbir şeye tam anlamıyla veremiyordum.
Dolaşırken epeyce zaman geçmiş, iskeleden epeyce uzaklaştığımızı da fark etmemişiz. Artık geriye dönmemiz ve elimizi çabuk tutmamız gerekiyordu. Vapur saati yaklaşıyordu.
Bir gürültü koptu arkamızda. Gülüşmeler, bağırışlar geldi. Arkamızı dönüp baktık. Üç dört oğlan çocuğu, bir atın çektiği dört tekerlekli dümdüz bir arabanın üzerine oturmuş, yokuş aşağı iniyorlardı. Dizginleri tutan çocuğun elinde kırbaç, gözlerinde delikanlı pırıltılar. On bir on iki yaşlarında, pek de zengin görünmeyen çocuklardı. El ettim. Eli kırbaçlı çocuk, atın dizginlerini çekti. At yavaşladı. Yanımıza gelip durdular. Nereye gittiklerini sordum. Aşağı, merkeze gidiyorlarmış. Vapura yetişmemiz gerektiğini söyledim. Çok yorgun olduğumuzu. Rica etsem bizi de bırakırlar mıydı limana? Çocuk duruşunu hiç bozmadı. Dizginleri tutan elleri hiç kıpırdamadı. Gözlerimin içine dikti gözlerini. “Sizi limana mı bırakayım?” dedi buz gibi bir sesle. Çok sakindi ama. Ürkütücü denecek kadar. Sonra tane tane, her kelimeyi sindirerek, “Sizin gibi üç tane daha bulsam, aygır diye arabaya koşarım” deyiverdi.
O kadar şaşırdım ki, buz kestim birden. Belki de o sebepten söyledikleri içime işlemedi. Bir müddet öylece bakıştık. Çocuk dizginleri gevşetti. At yavaş yavaş yürümeye başladı. Önümüzden geçerek yokuş aşağı inip uzaklaştılar. Onlar köşeyi dönüp gözden kaybolunca yürümeyi akıl ettik. Hiç konuşmadan limana kadar hızlı hızlı yürüdük. Hiçbirimiz ağzını açıp tek laf edemiyordu. İskeleye varıp vapura bindik. Aynı günün akşamı ayrıldım İstanbul’dan.
Ne kadar zaman sonraydı bilmem. Neşe aradı.
“Nermin hasta değilmiş meğer,” dedi. “Yanlış teşhis koymuşlar. İlacı bırakmış, saçları tekrar çıkmış.”
Dedim ya, ada denince aklıma Burgaz gelir. İki kez gittim oraya. Bir daha nasip olmadı.
İlkinde Sait Faik kalbini vermişti bana.
Hiç unutmuyorum.
Kapak fotoğrafı: Ara Güler
Paylaş: