Hazal Selim’i son gördüğünde, ikinci el kitaplar yüzünden kavga etmişler, Hazal onun burnunu tırmalamış, o da Hazal’ı ısırarak karşılık vermişti. O yüzden akşam üzeri Hazal dut ağacının altındaki salıncakta keyifle sallanırken Selim asık suratla karşısında belirdiğinde biraz şaşırdı, ne yapacağını bilemedi. Selim ona doğru yürüdü ve suratındaki ciddi ifadeyi bozmamaya gayret ederek:
“Benimle gel, seni bir yere götüreceğim,” dedi.
Normal koşullarda Hazal, onun bu veya herhangi başka bir isteğini yerine getirmek için önce yarım saat kadar birlikte kendisinin sevdiği bir oyun oynamalarını şart koşardı ama aralarında barışın sağlanması için bir iyi niyet gösterisi olarak hiç şartsız onunla gitmeyi kabul etti. Gül ve ortancaların arasından kıvrılarak giden patikadan yürüdüler ve yeşil bahçe kapısını iterek dışarı çıktılar. Toprak yolun üzerine güneşin en kuvvetli vurduğu saatti. Görünürde kimse yoktu. Sessizce yaşlı incir ağacının yanından geçtiler, sonra asfalt yola çıkıp yokuş aşağı indiler. Yol, yakındaki askeri kamptan gelen çöp kokularının balık ve çürümüş yosun kokularıyla karıştığı yerde bitiyordu. Orada durdular.
Yolun bittiği noktadaki küçük kayıkhanede balıkçı Hasan her zamanki gibi belinden yukarısı çıplak, iki parmağı eksik olan sol eliyle göbeğini okşayarak duruyor, sanki koca filosunun her an belirmesini bekleyen bir Kaptan-ı-Derya gibi ufuktaki bir noktaya bakıyordu.
“Sandalı hazırlar mısın?” dedi ona Selim, yerdeki karmakarışık ağların üzerinden dikkatle yürüyerek. Yazın başında, erkekliğe doğru ilk adım olan on üç yaşına bastığında, aileye ait beş beygirlik küçük motorlu sandalı tek başına kullanma hakkını elde etmişti. O yüzden kayıkhaneye son birkaç ziyaretinde tıpkı eski bir deniz kurdununkine benzer gururlu, kendinden emin bir tavır takındığı kimsenin gözünden kaçmamıştı.
“Denizde zaten,” dedi Hasan göbeğini kurcalamayı bırakmadan.
“Dikkat edin çocuklar,” diye ekledi sonra, “Fazla uzağa gitmeyin”.
O saatte denize çıkmaları Hazal’a biraz garip geldi; Selim yanına av takımlarını almamıştı, günün o saatinde denizde fazla balık da olmazdı zaten. Ama sandala atlarken ona bir şey söylemedi; onunla gitmeyi göze almıştı bir kere. Selim, kürek çekerek sandalı kayıkhanenin önlerinde demirlemiş olan ve Hasan’ın gerçek donanmasını oluşturan küçük tekne kalabalığından çıkarttı. Bu arada Hazal kayığın ucunda kendine rahat bir yer bulmuştu ve etrafındaki tahta parçalarını düzene sokmakla meşguldü.
“Ben bir koku almıyorum,” dedi Selim fazla oralı olmadan, “Benim için önemi yok zaten”.
Açık, sakin bir gündü. Gökyüzü maviydi, uzakta ufka yakın yama gibi mor bulut parçaları vardı. Deniz, üzerinde küçük kırışıklıklar olan koyu bir çarşaf gibiydi; yani rüzgâr güneyden, adalardan geliyordu. Sandalın tam karşısında adalar, sadece ana hatlarını gösterip geri kalan sırlarını bir sis perdesinin arkasında saklayan uzak, esrarengiz masal dünyaları gibi görünüyorlardı. Ama iki çocuk, adaların çok değişik de görünebileceğini biliyorlardı. Başka günlerde, ışığın oyunları özellikle en batıdaki adanın (Kınalıada’nın) evlerini neredeyse elle tutulabilecek kadar yakınmɪş gibi gösterirdi. Bu iki görüntüden hangisinin gerçek, hangisinin hayal olduğunu kestirebilmeleri güçtü çünkü bulundukları kıyıdan adalara vapur hattı yoktu. Sandallara ve küçük teknelere gelince, onlarla koyun bittiği yere yakın hayali bir çizgiden öteye geçmek büyüklerin aklının ucundan bile geçmezdi, çocuklara ise kesinlikle yasaktı.
Biraz daha açıldıklarında, Selim motoru çalıştırdı. Gömleğini çıkardı, ayağa kalktı, dümeni yönlendirmeye başladı. Hazal sandalın bir yanına eğilmiş, bir eliyle durgun suyun üstünde kayığı kovalayan köpüklerle oynuyordu. Arada sırada Selim’e bakıyordu: Selim’in vücudu güneşin son kızgın ışınları altında pırıl pırıl parlıyor, gözleri sanki ufukta kara insanlarının hiçbir zaman göremeyeceği bir kıtayı ararmışçasına dimdik dümeni tutuyordu. Hazal’ın elini okşayan su şaşılacak derecede ılıktı.
“Buralarda köpekbalıkları var,” diye bağırdı, “eline dikkat et.”
“Burada mı? Saçmalama.”
“Burada tabii. Geçen hafta Hasan tuttu bir tane. O kadar büyük değildi ama gene de tehlikeli olabilecek kadar büyük. Tam bu kadar.”
Kollarını alabildiğine açtı göstermek için, ama bu arada dümeni bıraktığından sandal tam kendi etrafında dönmeye başlamıştı ki dümene tekrar sarılarak duruma hakim oldu.
“Yalan söylüyorsun,” dedi Hazal, “Fark etmez ya, beni korkutamazsın zaten.” Elini suya daha da fazla batırdı. Beş yazdır mahalle takımında kalecilik yapmak ona, erkek çocukların söyleyebileceği herhangi bir şeye karşı bağışıklık kazandırmıştı.
Suyun rengi yeşile çalıp da Hasan’ın tekneleri uzakta kıyının sadece küçük bir parçasını kaplar hale geldiklerinde Hazal ona durmasını söylemeyi düşündü ama onun yüzünde daha önce hiç görmediği garip bir heyecan ışıltısı görünce sessiz kalmayı seçti. Şimdi küçük dalgalar sandalın altına vuruyor ve çabucak kaybolup gidiyorlardı. Güneş, dibi bir türlü bulamadan denizin altında daireler çizip duruyordu. Selim, kararlı bir şekilde hep önüne bakarak dümeni idare ediyordu.
Biraz ileride ilk balıkçı teknelerini gördüler. Tek kamaralı büyükçe bir tekne, sonra onlarınki gibi arkadan takma motorlu başka bir sandal… Akıntıyla kendilerine doğru sürükleniyorlardı. Teknelerin üstünde, oltalarını hırsla sallayan insanlar vardı. Gürültücü martılar etraflarında dönüp duruyorlardı.
“Rasgele,” diye bağırdı Selim.
“Rasgele,” diye cevap verdi adamlar el sallayarak.
Biri başka bir şey bağırdı ama motorun sesi sözlerini bastırdı. Hemen ardından, sesler hiç duyulmaz oldu. Akıntı, göründüğünden daha kuvvetliydi.
“Nereye gidiyoruz?” dedi Hazal.
Selim, ancak tecrübeli bir denizcinin yapabileceği bir hareketle, açık denizi gösterdi.
“Daha çok açılmanın yararı yok. Balıklar burada. Oltan var mı senin hem?” dedi Hazal. Hafiften kızmaya başlamıştı. Ama Selim cevap vermedi. Daha da kötüsü suratında, babasının mahallenin çocuklarını korku filmlerine götürüp bundan sadistçe bir zevk aldığı zamanlar yüzünde beliren ifadeye benzer bir ifade vardı.
“Çok geçmeden kaptancılık oynamaktan yorulacak,” diye düşündü Hazal.
Askeri kampın evlerine, kulesine baktı. Koyun henüz kendilerine yakın kalan o kısmına bakmak, o evlerde yaşayan insanları düşünmek, ona bir bakıma güven veriyordu. Ayaklarının altındaki sandal ise büyüyen dalgaların etkisiyle gitgide daha fazla sallanıyor, çatırdıyordu. Bu arada Selim önce yandan sonra da kafadan bir dolu su aldı fakat buna rağmen kahramanca ayakta kalmayı başardı. Askeri kampın ucunu arkalarında bırakıp da önlerinde bir sonraki koyu ve fenerini gördüklerinde Hazal işlerin iyi gitmediğini ortada bir gariplik olduğunu kesinlikle anlamıştı artık.
“Hemen dur” diye bağırdı.
“Daha değil” dedi Selim. Saçları darmadağın olmuştu. Vücudunda ve pantolonunun üzerinde kurumuş tuz lekeleri vardı.
“Hemen durmazsan geri döndüğümüzde sana yapacağımı bilirim!”
Evet, ona bu kadar yumuşak davranmakla hata etmişti, kesinlikle. Bundan böyle şartlarını koştuğunda acımasız olacaktı. Karaya bir varsınlar, görürdü o… Her zamanki aptalca oyununu oynuyor, kimin daha önce korkacağını görmek istiyordu.
“Biliyorum senin oynadığın oyunu!”
“Ne? Duyamıyorum,” dedi Selim.
Hazal o tarafa bakıp da Hasan’ın teknelerinin artık neredeyse görünmeyen küçücük noktalar haline geldiğini fark ettiğinde başının döndüğünü Selim’den gizlemek istiyordu. O yüzden, gözlerini artık neredeyse siyahlaşmış ve sanki düşmanca bir hal almış olan suya doğru çevirdi.
Bu arada Selim kıyıyı seyrediyordu. “Cape Kennedy,” diye düşündü, “Çıkış noktasından 5000 km. uzaktayız. Buralardan Dünya çok değişik görünüyor. Yakında yörüngeden çıkacağız. Radyo temasını sürdürün.”
Güneş gökyüzünde iyice alçalmıştı ve turuncu ışığının altında balıkçıların kara siluetleri sanki sadece martıların çığlıklarının ara sıra eşlik ettiği sessiz bir dansmış gibi sallanıyorlardı. Sıcağınyavaş yavaş geri çekilmesi günün tüm mücadelelerine bir çeşit geçici ateşkesi de beraberinde getirmişti. Selim, koca gökyüzünün altında yapayalnız, sadece sessizlikle çevrili olmanın ve dalgalar tarafından beşikteymiş gibi sallanmanın güzelliğini hissetti. Hazal da şimdi benzer duygular içinde yosunlarla oynuyordu. Motorun kesintisiz mırıltısı onun kafasında bir melodiye dönüşüyor, içinden o melodiyi izliyordu.
Bunu söyler söylemez gene başının döndüğünü ve içten içten rahatsız olduğunu hissetti.
“Olabilir” dedi Selim.
Hazal ona baktı. O sahte soğukkanlılığı fazla sürmeyecekti herhalde. Her ikisi de vapur hattının yasak bölgenin içinde olduğunu biliyorlardı.
“Geri dönelim” dedi Hazal, mümkün olduğu kadar doğal olmaya çalışarak.
“Vapura bir bakalım, sonra döneriz.”
Hah! diye düşündü Hazal. Teslim oluyor işte. Gözlerinde kararsızlık okunuyor bile. Yolun sonuna geldi. Artık blöf yapamaz.
“İyi” dedi. Ona vereceği son taviz olacaktı bu. Garipti ama kendisi de vapurun, sandalın ne kadar yakınından geçeceğini merak ediyordu.
Sol tarafta vapur gitgide büyüyordu. Artık sarı bacasını ve onun hemen altındaki kaptan köşkünü görüyorlardı.
“Tam bize doğru geliyor,” dedi Hazal.
“Zannetmem,” dedi Selim, ama hiç de emin görünmüyordu.
Bu sözleri ikisinin de bozmaya cesaret etmediği uzun, gergin bir sessizlik izledi. Vapur tam gaz onlara doğru geliyordu. Hızla hareket edeceklerine oldukları yerde donup kalmışlardı. Vapur o kadar yaklaşmıştı ki güvertelerdeki yolcuları seçmeye başlamışlardı; aynı anda da çok yakınlarından geçeceğini ama sandala çarpmayacağını anladılar.
“Apollo’dan Dünya Kontrol’a,” diye düşündü Selim rahat bir nefes alarak, “Artık yörünge dışındayız. Uzayla ilk temasımızı yaptık. Her şey yolunda.”
Gerçekten de öylesine yakın geçti ki, neredeyse içindeki satıcıların bağırmalarını duyacaklardı. Yolcuların bazıları el salladı. Hemen ardından vapurdan gelen büyük dalga, sandalı ceviz kabuğu gibi salladı. O geçince deniz tekrar sakinledi.
“Haydi, artık dönelim” dedi Hazal.
“Dur bakalım… Dur… Daha vaktimiz var,” dedi Selim. Soğukkanlılığını tekrar kazanmış görünüyordu.
Hazal kulaklarına inanamıyordu. Başından beri Selim’in suratında gördüğü o garip ifadenin gerçek anlamı bu muydu yoksa?
“Delisin sen” dedi, “Güneş batacak ve..”
Cümlesinin ortasında durdu. Korkak gibi görünmeyi istemiyordu. Selim blöf yapıyordu. Onu ağlatmak, yalvartmak istiyordu. Kesin.
“Tamam” dedi, “gidelim Adaya.”
Vapur Batı’da, gökte büyük, kırmızı bir top halini almış olan güneşin altında yok olmak üzereydi. Ortalıkta hiçbir balıkçı teknesi kalmamıştı. Hazal içinde derin bir hüzün duydu. Blöf olsun ya da olmasın Selim açıkça sapıtmıştı. Artık kıyıdan çok uzaktaydılar, ada ise henüz sislerin arkasında belli belirsiz bir şekilden başka bir şey değildi. Kendini bir hiçliğin ortasında, evinden uzaklarda, bir manyak tarafından kaçırılmış gibi hissetti. Ağlamak istiyordu. Annesini babasını, kardeşini, evdeki sıcak odasını düşündü. Ağlama isteği arttı. Ama kendini tuttu. Sanki etrafındaki elle tutulabilir tek sağlam nesne olan denizi seyretti.
Dalgalar daha hızlı vurmaya başlamıştı. Tatlı bir uykunun ortasında uyandırılan rüzgâr, tüm kızgınlığıyla sandalın üzerine abanmıştı. Hazal, bütün bunların sadece bir şaka olduğunu, aslında denizin kıyıdan sakin göründüğünü, rüzgârın kısa sürede duracağını düşündü. Dümenin başında Selim bir süre daha oyununu oynamaya çalışmış ama sertleşen hava onu da hızla gerçeklere döndürmüştü. Motorun pervanesi iki büyük dalganın etkisiyle bir an boşlukta kaldığında, yüzünde açık bir korku ifadesi belirdi.
“İyi misin?” diye bağırdı Hazal.
“Burada otursana denge sağlamak için” dedi Selim.
Havanın sertleşmesinden beri aralarında süren sessizliğin böylece bozulması, mucizevi bir etki yarattı üzerlerinde. Hazal, batık gemilerle dolu korkunç görüntüleri düşlemeyi kesti. Selim korkusunu yendi, dümene sıkı sıkıya sarıldı ve dalgalara göğüs germeye başladı.
“Uzay aracından Dünya’ya,” diye düşündü, “buralarda biraz türbülans var. Ama aşacağız.”
Bu arada, kayığın ilerisindeki sis kalkmıştı; birden önlerinde, yasak sınırının gerisinde kalan hiçbir ölümlünün görmediği bir Ada görüntüsü belirdi.
“İşte Ada” diye bağırdı Hazal.
“Oraya gideceğiz,” diye bağırdı Selim. Heyecanı yorgunluğunu bastırmıştı. “Kıyıdan daha yakın bize artık.”
Görüntü tekrar yok oldu. Rüzgâr, sanki daha fazla eğlenceye izin vermezmiş gibi şiddetle esiyordu. Ama Hazal denizi ve dalgaları, o an kızmış olmalarına rağmen kendilerine gerçekten zarar veremeyecek arkadaşlar olarak görmeyi yeğledi. Güneş batmış, koyu mavi bir akşam başlamıştı. Hazal, dalgaların etkisiyle içeride her tarafa saçılmış olan tahta parçalarını düzenlemeye başladı. Sonra, rahatsız edici bir sessizliğin farkına vardı. Motor durmuştu.
“Ne oluyor?”
“Bilmiyorum,” dedi Selim. Pervanenin üstüne eğilmiş, bakıyordu. “Durdu.”
Hazal, söylediğinin doğru olduğunu bile bile onun hala şaka yaptığını düşünmekten kendini alamadı.
“Düzeltemez misin?”
“Ada uzak değil. Oraya kadar kürekle gideriz,” dedi Selim sonunda.
Gerçekten de Ada, ufkun büyük bir bölümünü kaplayan bir kara parçası haline gelmişti. Ama gene de hâla siyah bir cisimden őte bir şey değildi. Selim ciddi ve kararlı bir şekilde kürek çekmeye başladı. Rüzgâr yön değiştirmişti ve şimdi arkalarından geliyordu ama buna rağmen uzun bir süre kürek çektikten sonra Ada’nın hâla bulanık göründüğünü fark ettiler. Hazal, Selim’in mücadelesini, her tarafından akan terleri, küçük kaslarını patlama derecesinde zorlayışını izledi ve içinden ona kocaman bir öpücük vermek geldi.
“Dur,” dedi , “ben de geliyorum”
Küreklerin birine yapıştı. Sessizce kürek çektiler.
“Uzay Aracından Dünya Kontrol’a” diye düşündü Selim yorgunluktan bayılmamaya çalışarak, “yörüngedeyiz ama iniş noktasını göremiyoruz.”
Aniden sis tekrar açıldı. Kendilerini bir dizi teknenin demirlemiş olduğu bir rıhtımın önünde buldular. Rıhtımın arkasında iki katlı evler vardı. Selim herhangi bir tepki verecek durumda değildi ama vardıkları yerin geride bıraktıkları kıyıya oldukça benzemesi onu biraz hayal kırıklığına uğratmıştı.
Sessizliği ilk bozan Hazal oldu. Yanaşırlarken:
“Buralarda umarım yiyecek bir şeyler buluruz” dedi, “Çok acıktım.”
Selim onu bir eliyle kenara itti.
“Karaya ilk çıkan ben olacağım,” dedi.
“Tamam, tamam,” dedi Hazal, onun deliliğinin tam olarak geçmediğini düşünerek.
Bu arada Selim, kafasında o tarihi anda yapacağı konuşmanın son düzeltmelerini yapıyordu.
Bitirince sağ ayağını uzattı, yavaş ve dikkatlice karaya ilk adımını attı.
Hazal Selim’i son gördüğünde, ikinci el kitaplar yüzünden kavga etmişler, Hazal onun burnunu tırmalamış, o da Hazal’ı ısırarak karşılık vermişti. O yüzden akşam üzeri Hazal dut ağacının altındaki salıncakta keyifle sallanırken Selim asık suratla karşısında belirdiğinde biraz şaşırdı, ne yapacağını bilemedi. Selim ona doğru yürüdü ve suratındaki ciddi ifadeyi bozmamaya gayret ederek:
“Benimle gel, seni bir yere götüreceğim,” dedi.
Normal koşullarda Hazal, onun bu veya herhangi başka bir isteğini yerine getirmek için önce yarım saat kadar birlikte kendisinin sevdiği bir oyun oynamalarını şart koşardı ama aralarında barışın sağlanması için bir iyi niyet gösterisi olarak hiç şartsız onunla gitmeyi kabul etti. Gül ve ortancaların arasından kıvrılarak giden patikadan yürüdüler ve yeşil bahçe kapısını iterek dışarı çıktılar. Toprak yolun üzerine güneşin en kuvvetli vurduğu saatti. Görünürde kimse yoktu. Sessizce yaşlı incir ağacının yanından geçtiler, sonra asfalt yola çıkıp yokuş aşağı indiler. Yol, yakındaki askeri kamptan gelen çöp kokularının balık ve çürümüş yosun kokularıyla karıştığı yerde bitiyordu. Orada durdular.
Yolun bittiği noktadaki küçük kayıkhanede balıkçı Hasan her zamanki gibi belinden yukarısı çıplak, iki parmağı eksik olan sol eliyle göbeğini okşayarak duruyor, sanki koca filosunun her an belirmesini bekleyen bir Kaptan-ı-Derya gibi ufuktaki bir noktaya bakıyordu.
“Sandalı hazırlar mısın?” dedi ona Selim, yerdeki karmakarışık ağların üzerinden dikkatle yürüyerek. Yazın başında, erkekliğe doğru ilk adım olan on üç yaşına bastığında, aileye ait beş beygirlik küçük motorlu sandalı tek başına kullanma hakkını elde etmişti. O yüzden kayıkhaneye son birkaç ziyaretinde tıpkı eski bir deniz kurdununkine benzer gururlu, kendinden emin bir tavır takındığı kimsenin gözünden kaçmamıştı.
“Denizde zaten,” dedi Hasan göbeğini kurcalamayı bırakmadan.
“Dikkat edin çocuklar,” diye ekledi sonra, “Fazla uzağa gitmeyin”.
O saatte denize çıkmaları Hazal’a biraz garip geldi; Selim yanına av takımlarını almamıştı, günün o saatinde denizde fazla balık da olmazdı zaten. Ama sandala atlarken ona bir şey söylemedi; onunla gitmeyi göze almıştı bir kere. Selim, kürek çekerek sandalı kayıkhanenin önlerinde demirlemiş olan ve Hasan’ın gerçek donanmasını oluşturan küçük tekne kalabalığından çıkarttı. Bu arada Hazal kayığın ucunda kendine rahat bir yer bulmuştu ve etrafındaki tahta parçalarını düzene sokmakla meşguldü.
“Berbat kokuyor,” dedi, “Senin sandalınla balığa çıkmışlar gene.”
“Ben bir koku almıyorum,” dedi Selim fazla oralı olmadan, “Benim için önemi yok zaten”.
Açık, sakin bir gündü. Gökyüzü maviydi, uzakta ufka yakın yama gibi mor bulut parçaları vardı. Deniz, üzerinde küçük kırışıklıklar olan koyu bir çarşaf gibiydi; yani rüzgâr güneyden, adalardan geliyordu. Sandalın tam karşısında adalar, sadece ana hatlarını gösterip geri kalan sırlarını bir sis perdesinin arkasında saklayan uzak, esrarengiz masal dünyaları gibi görünüyorlardı. Ama iki çocuk, adaların çok değişik de görünebileceğini biliyorlardı. Başka günlerde, ışığın oyunları özellikle en batıdaki adanın (Kınalıada’nın) evlerini neredeyse elle tutulabilecek kadar yakınmɪş gibi gösterirdi. Bu iki görüntüden hangisinin gerçek, hangisinin hayal olduğunu kestirebilmeleri güçtü çünkü bulundukları kıyıdan adalara vapur hattı yoktu. Sandallara ve küçük teknelere gelince, onlarla koyun bittiği yere yakın hayali bir çizgiden öteye geçmek büyüklerin aklının ucundan bile geçmezdi, çocuklara ise kesinlikle yasaktı.
Biraz daha açıldıklarında, Selim motoru çalıştırdı. Gömleğini çıkardı, ayağa kalktı, dümeni yönlendirmeye başladı. Hazal sandalın bir yanına eğilmiş, bir eliyle durgun suyun üstünde kayığı kovalayan köpüklerle oynuyordu. Arada sırada Selim’e bakıyordu: Selim’in vücudu güneşin son kızgın ışınları altında pırıl pırıl parlıyor, gözleri sanki ufukta kara insanlarının hiçbir zaman göremeyeceği bir kıtayı ararmışçasına dimdik dümeni tutuyordu. Hazal’ın elini okşayan su şaşılacak derecede ılıktı.
“Buralarda köpekbalıkları var,” diye bağırdı, “eline dikkat et.”
“Burada mı? Saçmalama.”
“Burada tabii. Geçen hafta Hasan tuttu bir tane. O kadar büyük değildi ama gene de tehlikeli olabilecek kadar büyük. Tam bu kadar.”
Kollarını alabildiğine açtı göstermek için, ama bu arada dümeni bıraktığından sandal tam kendi etrafında dönmeye başlamıştı ki dümene tekrar sarılarak duruma hakim oldu.
“Yalan söylüyorsun,” dedi Hazal, “Fark etmez ya, beni korkutamazsın zaten.” Elini suya daha da fazla batırdı. Beş yazdır mahalle takımında kalecilik yapmak ona, erkek çocukların söyleyebileceği herhangi bir şeye karşı bağışıklık kazandırmıştı.
Suyun rengi yeşile çalıp da Hasan’ın tekneleri uzakta kıyının sadece küçük bir parçasını kaplar hale geldiklerinde Hazal ona durmasını söylemeyi düşündü ama onun yüzünde daha önce hiç görmediği garip bir heyecan ışıltısı görünce sessiz kalmayı seçti. Şimdi küçük dalgalar sandalın altına vuruyor ve çabucak kaybolup gidiyorlardı. Güneş, dibi bir türlü bulamadan denizin altında daireler çizip duruyordu. Selim, kararlı bir şekilde hep önüne bakarak dümeni idare ediyordu.
Biraz ileride ilk balıkçı teknelerini gördüler. Tek kamaralı büyükçe bir tekne, sonra onlarınki gibi arkadan takma motorlu başka bir sandal… Akıntıyla kendilerine doğru sürükleniyorlardı. Teknelerin üstünde, oltalarını hırsla sallayan insanlar vardı. Gürültücü martılar etraflarında dönüp duruyorlardı.
“Rasgele,” diye bağırdı Selim.
“Rasgele,” diye cevap verdi adamlar el sallayarak.
Biri başka bir şey bağırdı ama motorun sesi sözlerini bastırdı. Hemen ardından, sesler hiç duyulmaz oldu. Akıntı, göründüğünden daha kuvvetliydi.
“Nereye gidiyoruz?” dedi Hazal.
Selim, ancak tecrübeli bir denizcinin yapabileceği bir hareketle, açık denizi gösterdi.
“Daha çok açılmanın yararı yok. Balıklar burada. Oltan var mı senin hem?” dedi Hazal. Hafiften kızmaya başlamıştı. Ama Selim cevap vermedi. Daha da kötüsü suratında, babasının mahallenin çocuklarını korku filmlerine götürüp bundan sadistçe bir zevk aldığı zamanlar yüzünde beliren ifadeye benzer bir ifade vardı.
“Çok geçmeden kaptancılık oynamaktan yorulacak,” diye düşündü Hazal.
Askeri kampın evlerine, kulesine baktı. Koyun henüz kendilerine yakın kalan o kısmına bakmak, o evlerde yaşayan insanları düşünmek, ona bir bakıma güven veriyordu. Ayaklarının altındaki sandal ise büyüyen dalgaların etkisiyle gitgide daha fazla sallanıyor, çatırdıyordu. Bu arada Selim önce yandan sonra da kafadan bir dolu su aldı fakat buna rağmen kahramanca ayakta kalmayı başardı. Askeri kampın ucunu arkalarında bırakıp da önlerinde bir sonraki koyu ve fenerini gördüklerinde Hazal işlerin iyi gitmediğini ortada bir gariplik olduğunu kesinlikle anlamıştı artık.
“Hemen dur” diye bağırdı.
“Daha değil” dedi Selim. Saçları darmadağın olmuştu. Vücudunda ve pantolonunun üzerinde kurumuş tuz lekeleri vardı.
“Hemen durmazsan geri döndüğümüzde sana yapacağımı bilirim!”
Evet, ona bu kadar yumuşak davranmakla hata etmişti, kesinlikle. Bundan böyle şartlarını koştuğunda acımasız olacaktı. Karaya bir varsınlar, görürdü o… Her zamanki aptalca oyununu oynuyor, kimin daha önce korkacağını görmek istiyordu.
“Biliyorum senin oynadığın oyunu!”
“Ne? Duyamıyorum,” dedi Selim.
Hazal o tarafa bakıp da Hasan’ın teknelerinin artık neredeyse görünmeyen küçücük noktalar haline geldiğini fark ettiğinde başının döndüğünü Selim’den gizlemek istiyordu. O yüzden, gözlerini artık neredeyse siyahlaşmış ve sanki düşmanca bir hal almış olan suya doğru çevirdi.
Bu arada Selim kıyıyı seyrediyordu. “Cape Kennedy,” diye düşündü, “Çıkış noktasından 5000 km. uzaktayız. Buralardan Dünya çok değişik görünüyor. Yakında yörüngeden çıkacağız. Radyo temasını sürdürün.”
Güneş gökyüzünde iyice alçalmıştı ve turuncu ışığının altında balıkçıların kara siluetleri sanki sadece martıların çığlıklarının ara sıra eşlik ettiği sessiz bir dansmış gibi sallanıyorlardı. Sıcağın yavaş yavaş geri çekilmesi günün tüm mücadelelerine bir çeşit geçici ateşkesi de beraberinde getirmişti. Selim, koca gökyüzünün altında yapayalnız, sadece sessizlikle çevrili olmanın ve dalgalar tarafından beşikteymiş gibi sallanmanın güzelliğini hissetti. Hazal da şimdi benzer duygular içinde yosunlarla oynuyordu. Motorun kesintisiz mırıltısı onun kafasında bir melodiye dönüşüyor, içinden o melodiyi izliyordu.
Doğuda,adalardan şehre giden vapur belirdi.
“Ada vapuru” dedi Hazal.
Selim kafasını salladı, onaylarcasına.
“Çok yakınımızdan geçecek galiba” dedi, Hazal.
Bunu söyler söylemez gene başının döndüğünü ve içten içten rahatsız olduğunu hissetti.
“Olabilir” dedi Selim.
Hazal ona baktı. O sahte soğukkanlılığı fazla sürmeyecekti herhalde. Her ikisi de vapur hattının yasak bölgenin içinde olduğunu biliyorlardı.
“Geri dönelim” dedi Hazal, mümkün olduğu kadar doğal olmaya çalışarak.
“Vapura bir bakalım, sonra döneriz.”
Hah! diye düşündü Hazal. Teslim oluyor işte. Gözlerinde kararsızlık okunuyor bile. Yolun sonuna geldi. Artık blöf yapamaz.
“İyi” dedi. Ona vereceği son taviz olacaktı bu. Garipti ama kendisi de vapurun, sandalın ne kadar yakınından geçeceğini merak ediyordu.
Sol tarafta vapur gitgide büyüyordu. Artık sarı bacasını ve onun hemen altındaki kaptan köşkünü görüyorlardı.
“Tam bize doğru geliyor,” dedi Hazal.
“Zannetmem,” dedi Selim, ama hiç de emin görünmüyordu.
Bu sözleri ikisinin de bozmaya cesaret etmediği uzun, gergin bir sessizlik izledi. Vapur tam gaz onlara doğru geliyordu. Hızla hareket edeceklerine oldukları yerde donup kalmışlardı. Vapur o kadar yaklaşmıştı ki güvertelerdeki yolcuları seçmeye başlamışlardı; aynı anda da çok yakınlarından geçeceğini ama sandala çarpmayacağını anladılar.
“Apollo’dan Dünya Kontrol’a,” diye düşündü Selim rahat bir nefes alarak, “Artık yörünge dışındayız. Uzayla ilk temasımızı yaptık. Her şey yolunda.”
Gerçekten de öylesine yakın geçti ki, neredeyse içindeki satıcıların bağırmalarını duyacaklardı. Yolcuların bazıları el salladı. Hemen ardından vapurdan gelen büyük dalga, sandalı ceviz kabuğu gibi salladı. O geçince deniz tekrar sakinledi.
“Haydi, artık dönelim” dedi Hazal.
“Dur bakalım… Dur… Daha vaktimiz var,” dedi Selim. Soğukkanlılığını tekrar kazanmış görünüyordu.
Motor homurdanmaya devam ediyordu.
“Neden Adaya gitmiyoruz?” dedi birdenbire, “Yakında olmalıyız.”
Hazal kulaklarına inanamıyordu. Başından beri Selim’in suratında gördüğü o garip ifadenin gerçek anlamı bu muydu yoksa?
“Delisin sen” dedi, “Güneş batacak ve..”
Cümlesinin ortasında durdu. Korkak gibi görünmeyi istemiyordu. Selim blöf yapıyordu. Onu ağlatmak, yalvartmak istiyordu. Kesin.
“Tamam” dedi, “gidelim Adaya.”
Vapur Batı’da, gökte büyük, kırmızı bir top halini almış olan güneşin altında yok olmak üzereydi. Ortalıkta hiçbir balıkçı teknesi kalmamıştı. Hazal içinde derin bir hüzün duydu. Blöf olsun ya da olmasın Selim açıkça sapıtmıştı. Artık kıyıdan çok uzaktaydılar, ada ise henüz sislerin arkasında belli belirsiz bir şekilden başka bir şey değildi. Kendini bir hiçliğin ortasında, evinden uzaklarda, bir manyak tarafından kaçırılmış gibi hissetti. Ağlamak istiyordu. Annesini babasını, kardeşini, evdeki sıcak odasını düşündü. Ağlama isteği arttı. Ama kendini tuttu. Sanki etrafındaki elle tutulabilir tek sağlam nesne olan denizi seyretti.
Dalgalar daha hızlı vurmaya başlamıştı. Tatlı bir uykunun ortasında uyandırılan rüzgâr, tüm kızgınlığıyla sandalın üzerine abanmıştı. Hazal, bütün bunların sadece bir şaka olduğunu, aslında denizin kıyıdan sakin göründüğünü, rüzgârın kısa sürede duracağını düşündü. Dümenin başında Selim bir süre daha oyununu oynamaya çalışmış ama sertleşen hava onu da hızla gerçeklere döndürmüştü. Motorun pervanesi iki büyük dalganın etkisiyle bir an boşlukta kaldığında, yüzünde açık bir korku ifadesi belirdi.
“İyi misin?” diye bağırdı Hazal.
“Burada otursana denge sağlamak için” dedi Selim.
Havanın sertleşmesinden beri aralarında süren sessizliğin böylece bozulması, mucizevi bir etki yarattı üzerlerinde. Hazal, batık gemilerle dolu korkunç görüntüleri düşlemeyi kesti. Selim korkusunu yendi, dümene sıkı sıkıya sarıldı ve dalgalara göğüs germeye başladı.
“Uzay aracından Dünya’ya,” diye düşündü, “buralarda biraz türbülans var. Ama aşacağız.”
Bu arada, kayığın ilerisindeki sis kalkmıştı; birden önlerinde, yasak sınırının gerisinde kalan hiçbir ölümlünün görmediği bir Ada görüntüsü belirdi.
“İşte Ada” diye bağırdı Hazal.
“Oraya gideceğiz,” diye bağırdı Selim. Heyecanı yorgunluğunu bastırmıştı. “Kıyıdan daha yakın bize artık.”
Görüntü tekrar yok oldu. Rüzgâr, sanki daha fazla eğlenceye izin vermezmiş gibi şiddetle esiyordu. Ama Hazal denizi ve dalgaları, o an kızmış olmalarına rağmen kendilerine gerçekten zarar veremeyecek arkadaşlar olarak görmeyi yeğledi. Güneş batmış, koyu mavi bir akşam başlamıştı. Hazal, dalgaların etkisiyle içeride her tarafa saçılmış olan tahta parçalarını düzenlemeye başladı. Sonra, rahatsız edici bir sessizliğin farkına vardı. Motor durmuştu.
“Ne oluyor?”
“Bilmiyorum,” dedi Selim. Pervanenin üstüne eğilmiş, bakıyordu. “Durdu.”
Hazal, söylediğinin doğru olduğunu bile bile onun hala şaka yaptığını düşünmekten kendini alamadı.
“Düzeltemez misin?”
“Ada uzak değil. Oraya kadar kürekle gideriz,” dedi Selim sonunda.
Gerçekten de Ada, ufkun büyük bir bölümünü kaplayan bir kara parçası haline gelmişti. Ama gene de hâla siyah bir cisimden őte bir şey değildi. Selim ciddi ve kararlı bir şekilde kürek çekmeye başladı. Rüzgâr yön değiştirmişti ve şimdi arkalarından geliyordu ama buna rağmen uzun bir süre kürek çektikten sonra Ada’nın hâla bulanık göründüğünü fark ettiler. Hazal, Selim’in mücadelesini, her tarafından akan terleri, küçük kaslarını patlama derecesinde zorlayışını izledi ve içinden ona kocaman bir öpücük vermek geldi.
“Dur,” dedi , “ben de geliyorum”
Küreklerin birine yapıştı. Sessizce kürek çektiler.
“Uzay Aracından Dünya Kontrol’a” diye düşündü Selim yorgunluktan bayılmamaya çalışarak, “yörüngedeyiz ama iniş noktasını göremiyoruz.”
Aniden sis tekrar açıldı. Kendilerini bir dizi teknenin demirlemiş olduğu bir rıhtımın önünde buldular. Rıhtımın arkasında iki katlı evler vardı. Selim herhangi bir tepki verecek durumda değildi ama vardıkları yerin geride bıraktıkları kıyıya oldukça benzemesi onu biraz hayal kırıklığına uğratmıştı.
Sessizliği ilk bozan Hazal oldu. Yanaşırlarken:
“Buralarda umarım yiyecek bir şeyler buluruz” dedi, “Çok acıktım.”
Selim onu bir eliyle kenara itti.
“Karaya ilk çıkan ben olacağım,” dedi.
“Tamam, tamam,” dedi Hazal, onun deliliğinin tam olarak geçmediğini düşünerek.
Bu arada Selim, kafasında o tarihi anda yapacağı konuşmanın son düzeltmelerini yapıyordu.
Bitirince sağ ayağını uzattı, yavaş ve dikkatlice karaya ilk adımını attı.
Neil Armstrong bile öylesine heyecanlanmamıştı.
Kapak görseli: Melis May Sarfati
Paylaş: