Evde sıkı kaşerut kuralları uygulanırdı ve kurala sadık kalmak çok önemliydi. Annenin “yeyin çocuklarım” sözünün karşısında babanın “sakın her şeyi yemeyin” sözü durmaktaydı. Savaş zamanında kaşer yemek bulmak zorlaşacaktı.
1994’de Sarah Kofman, 8-18 yaş arasını anlattığı Ordener Sokağı Labat Sokağı (Rue Ordener, Rue Labat) isimli otobiyografisini yayınladığında 59 yaşındaydı. Sarah Kofman, kayıp ve travmayı kendine acımaya yer bırakmayarak mesafeli bir şekilde anlatırken bizler de okur olarak bir tanıklığa çağrılmış oluyoruz.
Sarah Kofman’ın bu otobiyografik anlatısı, iki adres ve iki anne arasında geçiyor görünse de, hikâyenin daha en başında kaybolan babayla da yakından ilişkili.
Baba Vichy polisi tarafından götürüldükten sonra onlar için de kaçak bir yaşantı başlamış oluyor. Ordener Sokağı ile Labat Sokağı arasındaki tek bir metro durağı sanki bedeninin sonsuz yolculuğu, çünkü travma direk bedenin kıskacında oluyor. Sokaklardan biri, babası tutuklanana kadar yaşadıkları evin sokağı, diğeri ise saklanmak zorunda kaldıkları evin.
Evlerinden kaçmak zorunda kaldıklarında yol boyu kusuyor. Kusmak yeni geleni kabul etmeme, babanın yokluğuna direnme ve kaybın iptali olarak yemeğin iptali ve kendini yoksun bırakış olarak görülebilir. Yemeği reddettiği her seferinde babasının Auschwitz’deki kaderini de taklit etmiş oluyor bir bakıma.
Yemek/yememek kitap boyunca bir sembol olmayı sürdürüyor. İki annenin farklı yeme adetleri ve kuralları var.
Annesinin onu gönderdiği güvenli yerde ise ona kavuşabilmek için domuz eti yemediğini söyleyip Yahudiliğini deşifre ettiğinde annesi tarafından geri çağrılmayı garanti altına almış oluyor. Diğer yandan Mémé onu daha sonraları diyete soktuğunda, bu yeni yeme rejimine direnmiş ve domuz eti yemeyi annesini unutmaya denk tutmuştu, yerse yalnızca annesini unutmakla kalmayacak, babanın yasasına karşı gelerek babasının ölümünü de kabul etmiş olacaktı.
Ne zaman annesi tarafından uzağa gönderilse yemeği reddedip geri çağrılıyor. Kimi zamanlar okula da gidemez oluyor. Dışarıda olan biten hiçbir şeyi kontrol edemezken tek onun kontrolünde olan alan olarak beden ve bedene alınan yemek var.
Mémé, annesiyle onu yanına almıştı, yardımseverdi ama antisemitizmden arınmış değildi, Yahudilerin zeki olduğunu kabul ediyor ama onları İsa’yı çarmıha germekle suçluyordu. Onu Hıristiyan inançlarına göre yetiştirmek istediğinden onu Suzanne ismiyle vaftiz etmişti. Ve zaman içinde onun vekil annesi olacaktı.
Annenin zaman içinde neden ikinci planda kaldığını, Mémé’nin neden bu kadar önem arz ettiğini anlamak çok zor bir psikolojinin işi ama bütün acıları ve yaşananları Yahudi oluşa bağlayan bir çocuk zihni uzaklaşmayı da seçebilirdi, özgür bir seçim olup olmadığı tartışılabilir. Gelgitlerle dolu zor bir çocukluk. Mémé’yle küçük kızın arasında kocasından ve çocuklarından uzak kalmak zorunda kalan perişan anne figürü, Sarah için güçsüz bir ebeveyn modeli olmuş olabilir, bu da nineye düşkünlüğünü bir nebze açıklayabilir. Bunun yanı sıra bir kadın cinselliğinden de bahsetmek mümkün. Annesinin yerine geçip bir arzu nesnesine dönüşüyor Mémé. İyi anne-kötü anne, iyi meme- kötü meme sanki birbirinden ayrılıyor:
“İyi memenin yerine kötü meme, biri diğerinden eksiksizce ayrılmış, biri diğerine dönüşmüş.”* (sf:82)
Mahkeme onu Mémé’nin velayetine verse de anne onu kaçırıyor ve Mémé’yi görmesini yasaklıyor. Her şeye rağmen Mémé ile ölene kadar devam ediyor yakın ilişkileri. Yahudilikten ayrılmayı babadan ayrılma ve babanın yasasından ayrılma olarak görüp bunu istemese de, iki anne arasındaki savaşın ortasında kalıyor. İlk zamanlarda gerçek tehlike anneden ayrı düşmek iken bu gerilim hattında bir süre sonra kaşerut kurallarından ve Yiddiş dilinden tamamen kopup Batılı felsefecilerin çekim alanına giriyor.
“Görünen o ki tüm geçmişimi gömmüştüm: Tereyağlı ve maydanozlu kanlı bifteklere bayılmaya başlamıştım. Artık babam hiç aklıma gelmiyordu. Çocukluğumun dilini mükemmelen anlamaya devam etsem de artık Yiddişçe tek kelime edemiyordum. Şimdi ödümü koparan şey savaşın bitmesiydi!”**(sf: 73)
Ordener Sokağı Labat Sokağı için bir beden anlatısı, daha doğrusu bedeninin hafızası anlatısı demek mümkün. Unutmayan beden, kaybı ve yokluğu bedenin karanlıklarında otobiyografileştirmiştir. Robson’a göre burada Kofman çocukluk anılarına bedensel imajlar üzerinden bir ses getirmeye çalışıyor, bunu sadece dil aracılığıyla yapmak çok da kolay olmasa da. Net, sakin, açık ve çetrefil olmayan bir dili tercih ediyor.
“Auschwitz’den sonra hiçbir hikâye mümkün olmasa da’, diyor Kofman, yine de bir konuşma görevi kalmıştır, konuşamayanlar adına konuşma görevidir bu, tanıklık için konuşabilmek ama nasıl? Bu tanıklık nasıl olur da hikâyenin pastorallik kuralından kendini sakınabilecek? Nasıl konuşacak hayal bile edilemeyeni?” (Kofman, 1987).
Evde sıkı kaşerut kuralları uygulanırdı ve kurala sadık kalmak çok önemliydi. Annenin “yeyin çocuklarım” sözünün karşısında babanın “sakın her şeyi yemeyin” sözü durmaktaydı. Savaş zamanında kaşer yemek bulmak zorlaşacaktı.
1994’de Sarah Kofman, 8-18 yaş arasını anlattığı Ordener Sokağı Labat Sokağı (Rue Ordener, Rue Labat) isimli otobiyografisini yayınladığında 59 yaşındaydı. Sarah Kofman, kayıp ve travmayı kendine acımaya yer bırakmayarak mesafeli bir şekilde anlatırken bizler de okur olarak bir tanıklığa çağrılmış oluyoruz.
Sarah Kofman’ın bu otobiyografik anlatısı, iki adres ve iki anne arasında geçiyor görünse de, hikâyenin daha en başında kaybolan babayla da yakından ilişkili.
Baba Vichy polisi tarafından götürüldükten sonra onlar için de kaçak bir yaşantı başlamış oluyor. Ordener Sokağı ile Labat Sokağı arasındaki tek bir metro durağı sanki bedeninin sonsuz yolculuğu, çünkü travma direk bedenin kıskacında oluyor. Sokaklardan biri, babası tutuklanana kadar yaşadıkları evin sokağı, diğeri ise saklanmak zorunda kaldıkları evin.
Evlerinden kaçmak zorunda kaldıklarında yol boyu kusuyor. Kusmak yeni geleni kabul etmeme, babanın yokluğuna direnme ve kaybın iptali olarak yemeğin iptali ve kendini yoksun bırakış olarak görülebilir. Yemeği reddettiği her seferinde babasının Auschwitz’deki kaderini de taklit etmiş oluyor bir bakıma.
Yemek/yememek kitap boyunca bir sembol olmayı sürdürüyor. İki annenin farklı yeme adetleri ve kuralları var.
Annesinin onu gönderdiği güvenli yerde ise ona kavuşabilmek için domuz eti yemediğini söyleyip Yahudiliğini deşifre ettiğinde annesi tarafından geri çağrılmayı garanti altına almış oluyor. Diğer yandan Mémé onu daha sonraları diyete soktuğunda, bu yeni yeme rejimine direnmiş ve domuz eti yemeyi annesini unutmaya denk tutmuştu, yerse yalnızca annesini unutmakla kalmayacak, babanın yasasına karşı gelerek babasının ölümünü de kabul etmiş olacaktı.
Ne zaman annesi tarafından uzağa gönderilse yemeği reddedip geri çağrılıyor. Kimi zamanlar okula da gidemez oluyor. Dışarıda olan biten hiçbir şeyi kontrol edemezken tek onun kontrolünde olan alan olarak beden ve bedene alınan yemek var.
Mémé, annesiyle onu yanına almıştı, yardımseverdi ama antisemitizmden arınmış değildi, Yahudilerin zeki olduğunu kabul ediyor ama onları İsa’yı çarmıha germekle suçluyordu. Onu Hıristiyan inançlarına göre yetiştirmek istediğinden onu Suzanne ismiyle vaftiz etmişti. Ve zaman içinde onun vekil annesi olacaktı.
Annenin zaman içinde neden ikinci planda kaldığını, Mémé’nin neden bu kadar önem arz ettiğini anlamak çok zor bir psikolojinin işi ama bütün acıları ve yaşananları Yahudi oluşa bağlayan bir çocuk zihni uzaklaşmayı da seçebilirdi, özgür bir seçim olup olmadığı tartışılabilir. Gelgitlerle dolu zor bir çocukluk. Mémé’yle küçük kızın arasında kocasından ve çocuklarından uzak kalmak zorunda kalan perişan anne figürü, Sarah için güçsüz bir ebeveyn modeli olmuş olabilir, bu da nineye düşkünlüğünü bir nebze açıklayabilir. Bunun yanı sıra bir kadın cinselliğinden de bahsetmek mümkün. Annesinin yerine geçip bir arzu nesnesine dönüşüyor Mémé. İyi anne-kötü anne, iyi meme- kötü meme sanki birbirinden ayrılıyor:
“İyi memenin yerine kötü meme, biri diğerinden eksiksizce ayrılmış, biri diğerine dönüşmüş.”* (sf:82)
Mahkeme onu Mémé’nin velayetine verse de anne onu kaçırıyor ve Mémé’yi görmesini yasaklıyor. Her şeye rağmen Mémé ile ölene kadar devam ediyor yakın ilişkileri. Yahudilikten ayrılmayı babadan ayrılma ve babanın yasasından ayrılma olarak görüp bunu istemese de, iki anne arasındaki savaşın ortasında kalıyor. İlk zamanlarda gerçek tehlike anneden ayrı düşmek iken bu gerilim hattında bir süre sonra kaşerut kurallarından ve Yiddiş dilinden tamamen kopup Batılı felsefecilerin çekim alanına giriyor.
“Görünen o ki tüm geçmişimi gömmüştüm: Tereyağlı ve maydanozlu kanlı bifteklere bayılmaya başlamıştım. Artık babam hiç aklıma gelmiyordu. Çocukluğumun dilini mükemmelen anlamaya devam etsem de artık Yiddişçe tek kelime edemiyordum. Şimdi ödümü koparan şey savaşın bitmesiydi!”**(sf: 73)
Ordener Sokağı Labat Sokağı için bir beden anlatısı, daha doğrusu bedeninin hafızası anlatısı demek mümkün. Unutmayan beden, kaybı ve yokluğu bedenin karanlıklarında otobiyografileştirmiştir. Robson’a göre burada Kofman çocukluk anılarına bedensel imajlar üzerinden bir ses getirmeye çalışıyor, bunu sadece dil aracılığıyla yapmak çok da kolay olmasa da. Net, sakin, açık ve çetrefil olmayan bir dili tercih ediyor.
“Auschwitz’den sonra hiçbir hikâye mümkün olmasa da’, diyor Kofman, yine de bir konuşma görevi kalmıştır, konuşamayanlar adına konuşma görevidir bu, tanıklık için konuşabilmek ama nasıl? Bu tanıklık nasıl olur da hikâyenin pastorallik kuralından kendini sakınabilecek? Nasıl konuşacak hayal bile edilemeyeni?” (Kofman, 1987).
Dip akıntılar:
*Sarah Kofman. Ordener Sokağı Labat Sokağı, Monokl, 2015, Fransızcadan çeviren: Murat Erşen
**age.
http://jwa.org/encyclopedia/article/kofman-sarah
http://www.helsinki.fi/nofo/NoFo9HIRVONEN.pdf
Paylaş: