Afedersin Antisemit Avlaremoz Dosya Kültür Sanat Röportajlar

Papadopulos Apartmanı’nın Hikâyesi – Rita Ender

0000000637551-1Papadopulos Apartmanı” isimli bir kitap var. Kitap bölümlerden değil dairelerden oluşuyor. 17. Daire’nin girişinde Heraklitos’un şu sözü asılı: “Ethos anthropos daimon.” Yani, insanın karakteri, kaderidir.

Türkiye’deki Yahudilerin kaderinde, “La Kula” olarak andıkları Galata Kulesi çevresinde oturmak, orada sosyalleşmek varmış. Bu varlığa dair kimi notları, kurgusal bir Apartman Karar Defteri aracılığı ile okuyucuya aktaran Papadopulos Apartmanı kitabının yazarı M. Altar Kaplan ile söyleştik…

Rita Ender / [email protected]

Papadopulos Apartmanı’nın hikâyesini; Papadopulos Apartmanı’nda geçen bir hikâyeyi yazmaya nasıl karar verdiniz? Neden bu apartmanı seçtiniz?

Aslına bakarsanız romandaki metinlerin birçoğunu yıllar önce yazmıştım. Fakat gün gelip Papadopulos Apartmanı’nda yaşamaya başlayınca elimdeki metin de giderek olgunlaştı ve romana son halini verirken apartmanı mekân olarak kullanmak bana mantıklı geldi. Kaldı ki; romanın formatı da apartmana çok uygundu. Bir de Paul Auster’in, “İyi hikâyeler ancak anlatmaya bilenlerin başına gelir” diye çok güzel bir sözü vardır. Açıkçası bu açıdan şanslıydım. Diğer taraftan, sonsuza kadar hatta uzun bir süre o apartmanda kalmayacaktım, bunu apartmana ilk taşındığım günden beri biliyordum. Çünkü lojman olarak tahsis edilen bir dairede oturuyordum ve çok geçmeden tahsis süresi bitecekti. Ecel gibi o gün gelip çattığında apartmandan öyle ya da böyle ayrılacaktım. Bu, bir yönüyle o zaman için birini yazıp bitirdiğim fakat henüz yayımlanmayan (Halifeler Köyü) ve yazmayı planladığım diğer romanla da (Aloda) kuvvetli bir bağ kuruyordu.

Umberto Eco’nun da benzer bir şekilde söylediği üzere, edebiyat acı veren bir kaybedişin yazımıdır.  Halifeler Köyü benim doğduğum, çocukluğumu geçirdiğim fakat hiç uğramadığım için unuttuğum köy, Aloda ise boşandığım eşimin ismiydi. Eğer romana bu ismi verirsem, bu manada Papadopulos Apartmanı da zihnimde bir zamanlar yaşadığım apartman olarak yer edecekti. Yani apartman aslında benim anlattığım ve olmasını istediğim şekilde var oldu yoksa ortada bir seçim falan yok. Bu durumu işaret etmek istediğimden apartmanın orijinal adı olan “Les Appartements Papadopoulos Frères”i (Papadopulos Biraderler Apartmanı) değil, dilimize yerleştiği şekilde Papadopulos Apartmanı’nı kullanmayı yeğledim.

04Yaşadığınız ve kitabınızın kahramanı olan apartman, Türkiye’nin Cumhuriyet tarihine tanıklık ediyor.  Resmi olmayan bu tanıklığı dillendirme görevi ise bir deftere verilmiş: “Apartman Karar Defteri”ne. Kitabın içinde yer alan bu defter, nasıl bir defter?

Eskilerin tabiriyle “belagat şehveti”ne kapılmadan, hemencecik şöyle diyeyim de bu yükten kurtulayım: Böyle bir defter yani Apartman Karar Defter’leri diye bir defter ortada yok. Bunlar benim tarafımdan kurgulanmış defterler. Fakat temas ettikleri tarihi olaylar tabii ki doğru. Doğru olmalarının ötesinde satırları yerinde tespitlerle dolu. Unutmadan, malum her roman bir kurgudur ve her roman kendi hayatımızdan yola çıksa da hayallerimizin sınırlarına doğru yol alır. O defterler var olsa muhakkak bu roman olmazdı. Olsa olsa ancak bir akademik eser olurdu. Kuru, tatsız tutsuz kimsenin bir yarasına merhem olmayan bir akademik eser. O kadar ötesi değil…

Yaraların önemli bir kısmı, o günlerde İstanbul’un çoğunluğu olan gayrimüslim azınlıklarla ilgili… Gayrimüslim azınlıkları etkileyen tarihi olaylar arasında, Varlık Vergisi gibi çok bilinen, tartışılan olaylar da var; Yahudilerin Çatalca’yı terk etmeye zorlanması gibi daha az gündeme gelmiş olaylar da var… Bu olaylar hakkında nasıl bir araştırma yaptınız? Bunları okuyucunuza aktarırken nelere dikkat ettiniz?

Romanda bahsedilen olaylarla ilgili yaptığımı araştırmalar yıllara sirayete etmekte. Şimdi çeşitli tarihçilerin ve dönemi inceleyen uzmanların ismini saymaya kalkışsam, bazılarını ister istemez unutacağımdan kendilerine haksızlık yapmış olacağım. Siz de hak verirsiniz ki; her şeyden önce yazı hakkaniyet gerektirir. O nedenle isim vermeyeyim ama merak eden arkadaşlar Apartman Karar Defterleri’nde bahsedilen tüm olayları -biraz abartı olacak ama- duvar takvimi arkalarında yer alan, “tarihte bugün” köşelerinden bile teyit edebilirler.

Bunları okuyucuya aktarırken olduğu gibi aktardım. Öyle eğip bükmedim, tabiri yerindeyse lafı yormadım. Kaldı ki, bunları ilk kez dile getiren ben değilim. Onlarca kişi tarafından onlarca kaynakta bu konular tekrarlandı. Ve evet, haklısınız, Kurtuluş Savaşı sonrası yeni dönemin acılarını yüklenenler ve dönemin ağırlığını üzerinde taşıyanların ekseriyeti azınlıklardı. Bu koşulların oluşmasına göz yuman da, -ister kabul edin ister etmeyin- İttihat Ve Terakki Partisi’nin sosyo-politik görüşlerini sürdürmeye çalışan yeni Türkiye Cumhuriyeti’ydi.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Trakya’da Yahudilere yapılanlar dönemin sosyo-politik koşulları gereği görmezden gelindi. Fakat Salvador ve Struma gemilerine reva görülenleri görmemezlikten gelmeye kimsenin vicdanı izin vermedi. İzin vermedi de ne oldu? Kimsenin elinden de bir şey gelmedi. Göz göre göre, hepimizin bildiği üzere, Aralık 1940’ta, Romanya’nın Köstence Limanı’ndan aldığı 342 Yahudi mülteciyle İstanbul’a gelen Salvador gemisinin kıyıya yanaşmasına izin verilmedi.

13 Aralık 1940’ta Silivri açıklarında şiddetli fırtınaya yakalanan Salvador parçalandı ve denizden geminin parçaları arasından tam 219 ölü toplandı. Bundan iki yıl sonra Aralık 1942’de Köstence Limanı’ndan aldığı 769 Romen Yahudiyi Nazi zulmünden kaçırıp Filistin’e götürmek isteyen Struma gemisi, hükümet tarafından kabul edilmeyince, içindekiler iki buçuk ay Sarayburnu açıklarında hastalıkla ve ölümle pençeleştikten sonra, gemi Karadeniz’e çıkarıldı. Struma, 24 Şubat 1942 günü, kimliği tespit edilemeyen denizaltılarca batırıldı. Faciadan sadece bir kişi kurtuldu. Düşünsenize sadece bir kişi, Theresienstadt hatta Auschwitz’de bile yüzdesel olarak daha fazla insanın hayatta kaldığını biliyoruz.

Bu iki olayda, insanlar belki toplama kamplarındaki insanlardan bile daha feci bir şekilde ölmüş olsalar da, burjuvanın kalelerine uzakta öldükleri için üzerinde durulmadı. Ya da içlerinde yeteri kadar burjuva olmadığı için facianın üzeri pragmatik sebeplerle örtüldü.  Şimdi bile maalesef yeteri kadar anılmıyorlar. Olay tüm detaylarıyla ortaya çıkarılmıyor.

Sınıf meselesi burada zuhur ediyor, ben bu ölen insanların Yahudi olmalarının yanı sıra aynı zamanda çoğunluğunun proleter kesime mensup olduklarını tahmin ediyorum.

01
© M. Altar Kaplan

Galata Kulesi’nin etrafı uzun yıllar boyunca  “Yahudi mahallesi” olarak anıldı. Sinagogları, okulu, esnafı, sakinleri ile… Sonra epey değişti. Bu romanı yazarken bu değişime, sokaklarda Yahudi yaşamının  etkilerine rastladınız mı? 

Sadece Galata Kulesi’nin etrafı değil tünelden Karaköy’e kadar inen kısım aslında Yahudilerin yoğunlukla yaşadığı bir bölgeydi ve “Yahudi mahallesi” olarak bilinirdi. O nedenle şimdi bu küçücük alanda iki tane sinagog bulunması boşuna değildir. Halen duruyor bu sinagoglar. Ne var ki, aynı şeyi mahallenin sakinleri için söyleyemeyiz. Örneğin ben uzun zamandır Galata’da oturuyorum ve yeri gelince kendimi “Galatalı” olarak tanımlamaktan da açıkçası çok hoşlanıyorum. Tabii ki bu sadece muhitle sınırlı bir tanımlama değil, sosyokültürel arka planı var. Fakat maalesef, benim hiç Yahudi komşum yok. Kürt var, Çerkez var, Arap var, Ermeni var ama Yahudi yok. Yahudi komşum yok, ama ne hikmetse içinde mikve bulunan bir eve bitişik oturuyorum. Bilmeyen arkadaşlar için anlatıyayım: Yahudi inancına göre kirlenmiş bir bedenin veya ruhun ritüellik saflığını tekrar elde edebilmesi için bütün vücudunun doğal bir su birikintisinin içine batması gerekmektedir.

Mikve doğal yollardan toplanan yağmur sularının depolandığı bir havuzdur. Doğum yapmış veya âdet kanaması bitmiş kadınlar, yeni gelin adayları, ritüellik saflığı kazanmak isteyen erkekler, Yahudiliği kabul etmek isteyen diğer din mensupları Mikve’ye girmek ve tevila yapmak zorundadır. Özetle; muhitte Yahudilerin kendileri olmasa da evleri ve diğer mekânları yerli yerinde. Lakin bu ne kadar bu şekilde sürer gider bilemeyeceğim. Çünkü “gentrification” yani soylulaştırma, nezihleştirme denen şey bu bölgede giderek artan bir ivmeyle devam ediyor. Bundan diğer kadim kültürler gibi Yahudi kültüründen miras kalan eserlerin de uzun vadede etkilenmemesi pek mümkün görülmüyor.

Yahudi yaşamının günlük hayattaki etkilerine gelince, ben Yahudi adet ve geleneklerinin sadece “İsrâîliyyât” diye tanımlanan şeyle, var olan hâkim sosyal yaşam şekli yani Türk İslam hayat tarzına nüfuz ettiği kanaatinde olanlardan değilim. Ben daha derinde, pratik alanlarda örneğin söylediğimiz şarkılarda, komşuluk ilişkilerinde, düğün bayram kutlamalarında tüm toplumda Yahudi kültürünün etkilerinin görüldüğünü düşünüyorum. Bu etkilerinde artık o kadar içselleştirildiği için farkında olunmadan, adeta kendiliğinden bir şeymiş gibi toplumun sergilediği tavırlara renk verdiği ve etkilerini sürdürdüğünü gözlemliyorum.

03
© M. Altar Kaplan

Diğer taraftan, bu durumu sadece Yahudi kültürünün etkisiyle sınırlı olarak okumamalıyız; içinde yaşadığımız kültürel iklim Yahudilerle birlikte Kürtler, Ermeniler, Çerkezler, Araplar, Türkler ve diğer unsurların da kendi aralarında yıllar boyu süren bir etkileşimin sonucu ortaya çıkan devamlı değişerek gelişen çok katmanlı bir yapı.

Bunu da çok doğal karşılamak gerek malum gelişim için değişim şart ve değişimi zorlayan şeylerin başından da her şeyden önce farklılıklar gelmekte. Bu nedenle toplumda baskın unsur olan Türkler, sadece Yahudiler karşısında değil diğerleri karşısında da bu ereğe uygun tavır geliştirmeliler. Bu manada Galata gibi farklı kültürlerin yerleştiği ve hayatiyet bulduğu muhitlerin muhafazası da, aslına bakarsanız diğerlerinden daha çok Türklerin sorumluluğu altında olmalıydı ve hatta kimi zaman kendilerine rağmen bile olsa. Bilmem anlatabildim mi?