Göze Çarpanlar Kültür Sanat

The Zone of Interest, Gazze de dahil olmak üzere, zulümleri görmezden gelme tehlikesi hakkında – Naomi Klein

Yazının İngilizce orijinaline The Guardian‘dan ulaşabilirsiniz.

Jonathan Glazer’ın cesur Oscar kabul konuşması sizi rahatsız ettiyse, zaten amacı buydu.

Bu bir Oscar geleneğidir: Ciddi bir siyasi konuşma, ihtişam ve kendini kutlama balonunu deler geçer. Birbiriyle çatışan tepkiler ortaya çıkar. Bazıları bu konuşmayı kültürde değişim yaratan sanatçıların en iyi örneği olarak ilan eder; diğerleri ise kutlama gecesinin egoistçe gasp edildiğini söyler. Sonra herkes yoluna devam eder.

Yine de Jonathan Glazer’ın geçtiğimiz Pazar günü Akademi Ödülleri’nde yaptığı zamanı durduran konuşmanın etkisinin çok daha kalıcı olacağından, anlamı ve öneminin uzun yıllar boyunca analiz edileceğinden şüpheleniyorum.

Glazer, Auschwitz toplama kampının komutanı Rudolf Höss’ün gerçek yaşamından esinlenen The Zone of Interest filmiyle en iyi uluslararası film ödülünü kabul ediyordu. Film, Höss’ün eşi ve çocuklarıyla birlikte, toplama kampının hemen bitişiğindeki görkemli bir ev ve bahçesinde geçen pastoral hayatını konu alıyor. Glazer, karakterlerini canavarlar olarak değil, mutlak kötülüğü beyaz gürültüye (white noise) dönüştürmeyi başaran “düşünmeyen, burjuva, hevesli-kariyerist korkunç” insanlar olarak tanımlar.

Pazar günkü törenden önce Zone, çoktan sinema dünyasının birçok ilâhı tarafından müjdelenmişti. Roma’nın Oscar ödüllü yönetmeni Alfonso Cuarón filmi “muhtemelen bu yüzyılın en önemli filmi” olarak nitelendirdi. Steven Spielberg, 30 yıl önce Oscar’ları silip süpüren Schindler’in Listesi’ne atıfta bulunarak filmi “kendi filmimden bu yana izlediğim en iyi Holokost filmi” olarak tanımladı.

Ancak Schindler’in Listesi’nin zaferi ana akım Yahudi toplumu için derin bir doğrulama ve birlik anını temsil ederken, Zone çok farklı bir âna geldi. Nazi vahşetinin nasıl hatırlanması gerektiğine dair tartışmalar sürüyor: Holokost sadece Yahudilerin yaşadığı bir felaket olarak mı görülmeli yoksa yok edilmek üzere hedef alınan tüm grupların daha fazla tanındığı daha evrensel bir şey mi? Holokost Avrupa tarihinde eşsiz bir kırılma mıydı, yoksa daha önceki sömürgeci soykırımların, geliştirdikleri ve uyguladıkları tekniklerin, mantıkların ve sahte ırk teorilerinin geri dönüşü müydü? “Bir daha asla” herkes için mi yoksa İsrail’in bir tür dokunulmaz garanti olarak hayal edildiği Yahudiler için mi bir daha asla anlamına geliyor?

Evrensellik, mülkiyet travması, istisnacılık ve karşılaştırma üzerine bu savaşlar, Güney Afrika’nın uluslararası adalet divanında İsrail’e karşı açtığı dönüm noktası niteliğindeki soykırım davasının merkezinde yer alıyor ve aynı zamanda dünyanın dört bir yanındaki Yahudi topluluklarını, cemaatlerini ve ailelerini de parçalıyor. Glazer, aksiyon dolu bir dakika içinde ve otosansüre boğulduğumuz bir anda, bu tartışmaların her biri hakkında korkusuzca, net pozisyonlar aldı.

“Tüm seçimlerimiz bizi şimdiki zamanda yansıtmak ve yüzleştirmek için yapıldı. ‘Bakın o zaman ne yaptılar’ demek için değil, daha ziyade ‘Bakın şimdi ne yapıyoruz’ demek için” diyen Glazer, günümüz dehşetini Nazi suçlarıyla karşılaştırmanın doğası gereği küçümseyici veya göreceli olduğu fikrini hızla ortadan kaldırdı ve niyetinin canavarca geçmiş ile canavarca günümüz arasındaki süreklilikleri ortaya çıkarmak olduğuna dair hiçbir şüphe bırakmadı.

Ve daha da ileri gitti: “Burada, ister İsrail’deki 7 Ekim kurbanları ister Gazze’de devam eden saldırılar olsun, pek çok masum insan için çatışmaya yol açan bir işgal tarafından Yahudiliklerinin ve Holokost’un gasp edilmesini reddeden insanlar olarak duruyoruz.” Glazer’a göre, İsrail’in Holokost’tan kaynaklanan nesiller arası Yahudi travmasını bugün İsrail devleti tarafından işlenen zulümlere gerekçe ya da kılıf olarak kullanması etik değildir.

Elbette daha önce de başkaları bu noktalara değindi ve özellikle Filistinli, Arap ya da Müslüman olan pek çok kişi bunun bedelini ağır ödedi. Glazer, ilginç bir şekilde, retorik bombalarını zırha eşdeğer bir kimlikle korunarak attı, ışıltılı kalabalığın önünde başarılı bir beyaz Yahudi olarak durdu, diğer iki başarılı beyaz Yahudi adam tarafından sarmalandı ve birlikte Holokost hakkında yeni bir film yaptılar. Yine de bu ayrıcalık kalkanı onu, sözlerini çarpıtarak yanlış bir şekilde Yahudiliğini reddettiğini iddia eden ve Glazer’ın mağduriyeti bir silaha dönüştürenler hakkındaki görüşünü pekiştirmekten başka bir işe yaramayan karalama ve çarpıtma selinden kurtaramadı.

Konuşmanın meta-bağlamı olarak düşünebileceğimiz şey de aynı derecede önemliydi: Konuşmadan önce ve hemen ardından yaşananlar. Sadece internetten klipleri izleyenler deneyimin bu kısmını kaçırdı ve çok yazık. Çünkü Glazer konuşmasını, ödülü Auschwitz mahkumlarını gizlice besleyen ve Polonya yeraltı ordusunun bir üyesi olarak Nazilere karşı savaşan Polonyalı bir kadın olan Aleksandra Bystroń-Kołodziejczyk’e ithaf ederek bitirir bitirmez oyuncular Ryan Gosling ve Emily Blunt çıkageldi. Duygusal olarak kendimize gelmemizi sağlayacak bir reklam arası bile verilmeden, Gosling’in Blunt’a bir kitle imha silahının icadını konu alan filminin Barbie’nin pembe ceketinin kuyruğuna takılarak gişe başarısı elde ettiğini söylediği ve Blunt’ın Gosling’i karın kaslarını boyamakla suçladığı bir “Barbenheimer” bölümüne fırlatıldık.

İlk başta, bu imkânsız yan yana gelişin Glazer’ın müdahalesini baltalayacağından korktum: az önce dile getirdiği kederli ve iç burkan gerçekler nasıl olur da bu tür bir Kalifornia lise balosu enerjisiyle bir arada var olabilirdi? Sonra aklıma geldi: İsrail’in “kendini savunma hakkı”nın öfkeli savunucuları gibi, konuşmayı çevreleyen ışıltılı yapaylık da Glazer’ın meramını anlatmasına yardımcı oluyordu.

“Soykırım hayatlarının bir ambiyansı haline geliyor”: Glazer filminde yakalamaya çalıştığı atmosferi böyle tanımlıyor. Karakterleri insan kalıntıları püskürten bacaların gölgesinde uykusuz çocuklar, zor beğenen bir anne, sıradan sadakatsizlikler gibi günlük dramlarıyla ilgileniyor. Bu insanlar bahçe duvarlarının hemen ötesinde endüstriyel ölçekte bir ölüm makinesinin vızıldadığını bilmiyor değiller. Onlar sadece soykırım ortamında mutlu bir yaşam sürmeyi öğrenmişler.

Glazer’ın sarsıcı filminin en çağdaş, en korkunç anını hissettiren de bu. Beş aydan fazla bir süredir Gazze’de günlük katliam gerçekleşirken ve İsrail uluslararası adalet divanının emirlerini küstahça görmezden gelirken ve batılı hükümetler İsrail’i nazikçe azarlayıp ona daha fazla silah gönderirken, soykırım bir kez daha ambiyans haline geliyor. En azından dünyamızı bölen birçok duvarın güvenli taraflarında yaşayacak kadar şanslı olanlarımız için. Modern hayatın soundtrack‘i haline gelerek sürüp gitmesi riskiyle karşı karşıyayız. Gündemdeki olay bile değil.

Glazer, filminin konusunun, bilinen dehşeti ve tarihsel özellikleriyle Holokost değil, daha kalıcı ve yaygın bir şey olduğunu defalarca vurguladı: İnsanın Holokost ve diğer zulümlerle yaşama, onlarla barış yapma, onlardan faydalanma kapasitesi.

Filmin prömiyeri geçen Mayıs ayında, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından ve İsrail’in Gazze’ye yönelik bitmek bilmeyen saldırılarından önce yapıldığında, bu, bir dereceye kadar entelektüel mesafeyle değerlendirilebilecek bir düşünce deneyiydi. Cannes Film Festivali’nde The Zone of Interest’i altı dakika boyunca ayakta alkışlayan seyirciler, Glazer’ın meydan okumasıyla kendilerini güvenli bir oyunda hissetmiş olmalılar. Belki de bazıları masmavi Akdeniz’e bakıp kıyıya yakın bir yerde boğulmaya terk edilen çaresiz insanlarla dolu teknelerin haberleriyle ilgilenmeyerek kendilerini nasıl rahat ettirdiklerini düşündüler. Ya da belki Fransa’ya giderken bindikleri özel jetleri ve uçuş emisyonlarının çok uzaklardaki yoksul insanların gıda kaynaklarının yok olmasıyla, türlerin yok olmasıyla ya da tüm ulusların potansiyel yok oluşuyla nasıl iç içe geçtiğini düşündüler.

Glazer filminin bu tür tedirgin edici düşünceleri kışkırtmasını istedi. Kendisi “etrafımızdaki kararan dünyayı gördüğünü ve kurbanlardan ziyade faillere olan benzerliğimiz hakkında bir şeyler yapmam gerektiğini hissettiğini” söylemişti. Bize yok oluşun asla düşündüğümüz kadar uzakta olmadığını hatırlatmak istedi.

Ancak Zone Aralık ayında vizyona girdiğinde, Glazer’ın izleyicilere içlerindeki Höss’leri düşünmeleri için yaptığı ince meydan okuma çok daha derinlere inmişti. Çoğu sanatçı umutsuzca zeitgeist’a girmeye çalışır ama ilk tepkiler nedeniyle vizyona giremeyen Zone, sinema tarihinde ender görülen bir şeyden muzdarip olabilir: alaka fazlalığı, fazla miktarda güncellik.

Filmin en unutulmaz sahnelerinden biri, kamptaki mahkumlardan çalınan giysi ve iç çamaşırlarıyla dolu bir paketin Höss’lerin evine ulaşmasıyla ortaya çıkar. Komutanın karısı Hedwig (Sandra Hüller tarafından neredeyse fazlasıyla inandırıcı bir şekilde canlandırılır), hizmetçiler de dahil olmak üzere herkesin bir eşya seçmesine karar verir. Kendisi için bir kürk manto alır, hatta bir cepte bulduğu ruju bile dener.

“Filmi izleyen tanıdığım herkes Gazze’den başka bir şey düşünemiyor.”

Tüyler ürpertici olan, ölülerle girilen ilişkilerin mahremiyetidir. Bu sahneyi izleyip de Gazze’de evlerini işgal ettikleri Filistinlilerin iç çamaşırlarını karıştırırken, nişanlıları ve kız arkadaşları için ayakkabı ve mücevher çalmakla övünürken ya da fonda Gazze’nin enkazı varken grup selfie‘leri çekerken kendilerini filme alan İsrail askerlerini düşünmemek mümkün değil (Böyle bir fotoğraf, yazar Benjamin Kunkel’in “The Zone of Pinterest” başlığını eklemesinin ardından viral oldu).

Bu türden o kadar çok yankı var ki, bugün Glazer’ın başyapıtı bir metafordan çok bir belgesel gibi hissettiriyor. Sanki Zone’u bir reality şov tarzında, evin ve bahçenin her yerinde gizli kameralarla çekerek (Glazer bundan “Big Brother in the Nazi House” olarak bahsetmiştir), film, failleri tarafından filme alınan ilk canlı yayın soykırımını öngörmüş gibidir.

Zone, sakin ve güzel yaşamları doğrudan yan taraftaki insan hayatını yutan makinelerden akan bir ailenin aşırı bir portresini sunuyor. Bu kesinlikle inkâr eden insanların portresi değil: duvarın diğer tarafında neler olduğunu biliyorlar ve hatta çocuklar leş gibi insan dişleriyle oynuyorlar. Toplama kampı ve ailenin evi birbirinden ayrı varlıklar değil; iç içe geçmişler. Ailenin bahçesinin duvarı -çocukların oynaması için kapalı bir alan ve havuz için gölge yaratıyor- diğer tarafta kampı çevreleyen duvarla aynı.

Filmi izleyen tanıdığım herkesin aklına Gazze’den başka bir şey gelmiyor. Bunu söylemek Auschwitz ile bire bir denklik ya da karşılaştırma iddiasında bulunmak değil. Hiçbir soykırım birbirinin aynısı değildir: Gazze kitlesel katliam için kasten tasarlanmış bir fabrika değil, ne de Nazi ölümlerinin ölçeğine yakınız. Ancak savaş sonrası uluslararası insancıl hukuk yapısının inşa edilmesinin tek nedeni, tarih büyük ölçekte tekrarlanmadan önce kalıpları kolektif olarak tanımlayacak araçlara sahip olmamızdı. Ve bazı motifler -duvar, getto, toplu katliam, defalarca ifade edilen eliminasyonist niyet, toplu açlık, yağma, eğlenceli insandışılaştırma ve kasıtlı aşağılama- tekrar ediyor.

Soykırımın ambiyans olma biçimleri, duvarlardan biraz daha uzakta olan bizlerin görüntüleri engelleme, çığlıkları duymazlıktan gelme ve sadece… sürdürme biçimleri de öyle. İşte bu yüzden Akademi, Barbenheimer’a -kendisi de kitlesel katliamın önemsizleştirilmesidir- sert bir geçiş yaparak Glazer’ı haklı çıkardı. Vahşet bir kez daha ambiyans hâline geliyor (Tüm Oscar gösterisini, The Zone of Interest’i bir tür canlı aksiyon uzantısı, bir tür Buzullardaki İnkârcılık-Denialism on Ice olarak görebiliriz).

Önemsizleştirme ve normalleştirme ivmesini durdurmak için ne yapabiliriz? Şu anda pek çoğumuz bu soruyla cebelleşiyoruz. Öğrencilerim bana soruyor. Ben de arkadaşlarıma ve yoldaşlarıma soruyorum. Pek çok kişi cevaplarını amansız protestolar, sivil itaatsizlik, “bağlılık göstermeyen” oylar, etkinlikleri sabote eden eylemler, Gazze’ye yardım konvoyları, mülteciler için bağış toplama, radikal sanat eserleri ile sunuyor. Ama bunlar yeterli değil.

Ve soykırım kültürümüzün arka planında daha da silikleşirken bazı insanlar bu çabaların herhangi biri için çok çaresiz hâle geliyor. Pazar günü Oscar törenini izlerken, Glazer’ın podyumdaki varlıklı ve güçlü konuşmacılar arasında Gazze’den bahseden tek kişi olduğunu görünce, 25 yaşındaki ABD Hava Kuvvetleri mensubu Aaron Bushnell‘in Washington’daki İsrail Büyükelçiliği önünde kendini yakmasının üzerinden tam iki hafta geçtiğini hatırladım.

Başka kimsenin bu korkunç protesto taktiğini uygulamasını istemiyorum; zaten hâlihazırda çok fazla ölüm oldu. Ancak Bushnell’in bıraktığı ve Glazer’ın filmine akılda kalıcı, çağdaş bir koda olarak görmeye başladığım sözlerle biraz zaman geçirmeliyiz:

“Çoğumuz kendimize ‘Kölelik döneminde yaşıyor olsaydım ne yapardım? Ya da güneydeki Jim Crow döneminde? Ya da apartheid? Ülkem soykırım yapıyor olsaydı ne yapardım? Cevap şu ki, bunu yapıyorsunuz. Hem de şu anda.”

Naomi Klein Guardian ABD köşe yazarı ve katkıda bulunan bir yazardır. British Columbia Üniversitesi’nde iklim adaleti profesörü ve İklim Adaleti Merkezi’nin eş direktörüdür. Son kitabı Doppelganger: A Trip into the Mirror World adlı son kitabı Eylül ayında yayımlanmıştır.

Gönüllü katkılarla yayınını sürdüren -Avlaremoz’da, sizlere daha çok içerik sunabilmek adına çeviri esnasında “DeepL Translator” yardımcı araç olarak kullanılmış ve içerik Eli Haligua tarafından yayına hazırlanmıştır.