Bir Sefarad Türk Vatansever: Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Çalkantılarında Gad Franco (Hamilton Books, 2023) adlı kitabın yazarı Anthony Gad Bigio ile konuştuk. Kitap, geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerinde önde gelen bir gazeteci, aktivist ve avukat olan dedesi Gad Franco’nun hayatı hakkında.
Bigio, Yahudilerin, Osmanlı ve sonra da Türkiye toplumuyla bütünleşmesi gerektiği savunan dedesinin yaşadığı hayal kırıklıklarını, 1942’de Varlık Vergisi sebebiyle tutuklanışı ve her şeyini kaybetmesiyle zirveye ulaşan büyük çöküşünü anlatıyor.
Bu görüşme, William Armstrong’un yazarla İngilizce yaptığı podcast röportajının çevirisi. William Armstrong’un Turkey Book Talk podcastını buradan dinleyebilirsiniz.
Çeviri: Melahat Behlil
Siz büyürken Gad Franco’nun hayatı ve Türkiye’deki geçmişi hakkında ne biliyordunuz? Sizi daha derine inmeye iten neydi?
Ben 1950’lerde Roma’da büyüdüm. Dedemi hiç tanımadım ama onun hakkında hep bir şeyler duydum. En başta annem olmak üzere, aile üyelerinden gelen bir pişmanlık ve hayranlık havası seziyordum. Dedem hakkında çok daha fazlasını ancak sonraları öğrendim. Genç bir adam ve bir yetişkin olurken ilgimi tetikleyen şey nereden geldiğimi anlamaya çalışmaktı. Bu kendime sorduğum karmaşık bir soruydu. Konuyla ilgili bir iki olay yaşadım. Bunlardan biri, Türk vatandaşlığından çıkmak amacıyla Roma’da başvurduğum Türk konsolosunun bana Türk devletinin gayrimüslim vatandaşlarından kurtulmaktan mutlu olduğunu söylemesiydi. Bu bende epey şok tesiri yarattıysa da daha derine inme çabamda etkili oldu.
Aslında, bu ilgimin gelişmesi dura kalka oldu diyebilirim. Bu süreçlerden biri, yirmili yaşlarımın sonlarında dedemin memleketine yaptığım ziyaretti. Oradaki insanların onun adını hala hatırlaması benim için güzel bir sürpriz olmuştu. On yıl kadar önce, Türkiye’nin en saygın Yahudi toplumu tarihçisi olan Rıfat Bali ile yollarımız kesişti. O aralar Gad hakkında kendi araştırmasını yapıyordu, bu da beni çok heveslendirdi. Rıfat’ın kitabı çıktığında, Gad hakkında daha fazla bilgi edinmek için tercüme ettirdim. İşte bu başlangıç noktam oldu. Eğer Anglofon bir kamuoyu için, yani Türk olmayan bir kamuoyu için yazacaksam, Gad’ın hayatını kendi bağlamına oturtmam gerektiğini fark ettim. Bu beni Türkiye’nin ve Türk Yahudilerinin tarihi hakkında araştırma yapmaya itti. Kitap böyle ortaya çıktı.
Gad 1881’de Milas’ta doğmuş ve Rodos’ta eğitim görmüştü. 1902’de İzmir’e taşındı ve orada Yahudilerin modernleşme ve aydınlanma değerlerini savunan bir gazeteci oldu. İzmir’deki gazetecilik çalışmalarının niteliği neydi?
“Modernleşme” terimine atıfta bulundunuz. Bence söz konusu olan buydu. Yahudi cemaati çok muhafazakârdı. Sefaradlar İspanya’dan sürgün edildikten sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nda pek de uzun olmayan parlak bir devir yaşadılar. Sonunda, iyi işlere sahip olmayan, etkisiz, erişimsiz ve çok fazla içe dönük, oldukça marjinal bir topluluk haline geldi. Bunun nedeni de konuştukları dilin Ladino olmasıydı. Gad yazmaya başladığında Ladino gazeteler için Ladino yazıyordu. Ladino eski İspanyolca’yla, Türkçe, Yunanca, vesaire dillerden etkiyle değişen bir dildir.
Dolayısıyla o dönem, 20. yüzyılın ilk yılları, cemaat içinde farklı gerilimlerin yaşandığı bir kavşak noktasıydı. Gelenekçiler çoğunlukla hahamlar ve dini toplumu baskın kimlik faktörü olarak tutmak isteyen kurulu düzendi. Bir de cemaati yenilemeye, dışa açmaya büyük ihtiyaç olduğunu düşünen entelektüeller, gazeteciler, modernleşmeciler vardı. Tabii bu gelişme, aynı zamanda okullar açan Fransız eğitim örgütü Alliance Israélite Universelle’in çalışmaları sayesinde oldu. Bu bağlam ve gerilimler Gad’ın İzmir’deki ilk yıllarında yazdıklarına büyük ölçüde yansıdı.
Kitapta şöyle diyorsunuz: “Gad’ın makaleleri, Osmanlı toplumuna katılım ile Yahudi kimliğini koruma arasında bir denge kurma ihtiyacından başlayarak, Yahudi cemaatini ilgilendiren konuları gündeme getiriyordu.” Ayrıca “Gad Osmanlı İmparatorluğu’nda Siyonizme karşı çıkmış, bunun yerine Yahudi asimilasyonunu ve Osmanlıcılığı savunmuştur. Osmanlıların, Yahudilerin anavatanlarına bağlı olmadıklarına inanmaları, bunun yerine Osmanlı ulusal birliğine zarar verecek bir Yahudi devleti kurulması fikrinin peşinden koşmaları halinde, Osmanlı Yahudilerinin başına gelecek felaketlerin boyutları konusunda uyarılarda bulunmuştur.” Gad’ın Siyonizm konusundaki duruşundan ve bunun o dönemde onu toplum içinde nasıl bir konuma getirdiğinden bahseder misiniz?
Bu, kitap boyunca irdelemeye çalıştığım çok önemli bir tema. Gad’ın çalışmalarında gerçek bir evrim gördüğümüzü düşünüyorum. İlk makalelerinde Yahudi toplumunun durumuna ve kendini yenilemek için ne yapması gerektiğine bakıyor. Daha sonra hızla sosyal adalet, işçilerin sömürülmesi gibi daha geniş konulara geçiyor. Sonunda şu soruya kilitleniyor: Osmanlı toplumunun genelinde azınlıkların rolü nedir? Konuların su yüzüne çıkması, feci Hamidiye rejiminin – Sultan Abdülhamid’in her şeyi çok baskıcı bir şekilde kontrol etmesinin – sona erdiği ve Jön Türk devriminin gerçekleştiği zaman olmuştu. Bu dönemde sadece Yahudi toplumu için değil, Araplar, Ermeniler, Rumlar ve diğer herkes için inanılmaz bir iyimserlik anı yaşandı. Sağlam anayasal kurallara dayanan kapsayıcı bir yönetimin ortaya çıkabileceğine dair bir umut belirdi. Gad buna çok güçlü bir şekilde inanıyordu. Osmanlıcılık fikrini ve Yahudilerin uzun bir baskı döneminden kurtulmakta olan bu yeni Osmanlı toplumuna entegre olabilecekleri ve olmaları gerektiği düşüncesini tamamen benimsemişti. Bu da onu dünya çapında ortaya çıkmaya başlayan ve Osmanlı İmparatorluğu’nu Filistin’e girmenin bir yolu olarak gören Siyonistlerle çelişkiye düşürmüştü. Gad onlara şiddetle karşı çıkan makaleler yazarak, Osmanlı Yahudi toplumunu yanlış yönlendirmekle suçladı. Ona göre, Yahudiler ulusal kimliklerini tamamen benimsemeli ve dini kimliklerini ikinci plana atmalıydılar. Herkesin barış içinde bir arada yaşaması için buna ihtiyaç olduğunu savunuyordu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi olan Gad, 1908’deki Jön Türk devrimini anayasal yönetimi yeniden tesis edecek fırsat olarak gördü. Ancak işler hızla bozuldu ve Birinci Dünya Savaşı onun Osmanlıcılığının nihai sınavını oluşturdu. Şöyle yazmışsınız: “İttihat ve Terakki hükümetinin politikalarına inanan birçok Osmanlı reformcusu gibi, Gad için de İmparatorluğun geleceği artık özellikle kasvetli görünüyordu. Yahudilere ve diğer azınlıklara çoğulcu bir yönetime tümüyle ait olma fırsatı sunacak iyi huylu, anayasal bir rejim olması umulan Osmanlıcılık hayalleri bir anda yıkılmıştı. Çok sayıda çatışma, kitlesel vahşet ve soykırım, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında büyük bir uçurum yaratmıştı. Osmanlı İmparatorluğu savaşı kaybetmişti ve artık yabancıların kontrolü altındaydı.” Gad 1920’de ailesiyle birlikte Paris’e taşındı. Savaşı ve hemen sonrasını nasıl geçirdi?
Kısaca o umut anına geri dönmek istiyorum. Jön Türk devriminden sonra bir kapsayıcılık duygusu, cemaatler için bir fırsat umudu oluşmuştu. Sokak gösterilerinde, yazılarda vs. bir araya gelerek Osmanlıcılık fikrini desteklediler. İttihat ve Terakki hükümeti iş başına geldikten hemen sonra savaşlar başlamasaydı ne olurdu diye merak ediyor insan… İtalyanlar saldırmasaydı, Balkan savaşları olmasaydı, belki de herkesin çok umutlu olduğu çoğulcu anayasal hükümeti sağlamlaştırmak için daha fazla zaman olacaktı. Bunun yerine birçok dehşet verici olay yaşandı ve İttihat ve Terakki Cemiyeti acımasız bir savaş makinesine dönüşerek, ülke çapında korkunç sonuçlar doğurdu: Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan Ermeni katliamları ve soykırımı ve tüm diğer isyanlar… Toprakların ve İmparatorluk dokusunun parçalanması… Bu karışık süreçte, Türk Yahudi toplumunun yarısı ülkeyi terk etti; Fransa’ya ve Avrupa’nın diğer bölgelerine, ABD’ye, Güney Amerika’ya gittiler. Batmakta olan gemiyi, Osmanlı İmparatorluğunu terk ettiler.
İzmir’in Yunan işgalini yaşayan Gad, bir noktada artık canına tak ettiğine karar verdi. Ailesini topladı ve Paris’e taşındı. Bundan sonra oldukça sıra dışı bir süreç yaşandı. Gad benzeri olmayan bir kararla, ailesine geri döneceklerini bildirdi. Bu da mutlaka Paris’te kalmak isteyen eşiyle şiddetli anlaşmazlık yaşamasına neden oldu. Ancak, Gad anavatanına dönmekte kararlıydı. Becerilerini, uzmanlığını ve hukuki yetkinliğini yeniden doğan ulusun hizmetine sunmak istiyordu. Bu arzusu, vatanseverlik örneği bir kararla 1922’de ülkesine geri gitmesine sebep oldu.
1923’te Lozan Barış Konferansı sırasında Türk delegasyonuna danışmanlık yaptı. Başlangıçta Cumhuriyet’in geleceği ve Yahudilerin Cumhuriyet’teki yeri konusunda iyimserdi. İstanbul’da başarılı bir avukatlık bürosu kurdu ve Hukuk Araştırmaları Dergisi’ni çıkardı. Şöyle yazmışsınız: “Cumhuriyet’in geleceğinin umut verici olduğunu düşünüyordu. Bir yandan yükselen Türk etnik milliyetçiliğinin kanıtlarına rağmen, hukukun üstünlüğünün egemen olması için tüm eğitimli vatandaşların ortak çabalarına ihtiyaç duyulduğuna gerçekten inanıyordu. İttihat ve Terakki üyeliğinden beri gelişen Türk vatanseverliği, Osmanlı’nın son dönemindeki Siyonizm karşıtı pozisyonu ve özellikle 1922’de Türkiye’ye dönüşüyle pekişti. Saygın bir Yahudi cemaati lideri olarak sık sık hükümet yetkilileriyle görüşmeye çağrılıyordu. Türkçeyi çok iyi bilmesi, onu Kemalist modernleşmenin hedeflerini anlayan ve destekleyen, aynı zamanda da kendi halkını savunan biri olarak mükemmel bir aracı haline getirdi.” Cumhuriyetin o ilk yıllarında ne yapıyordu?
Dediğiniz gibi, Lozan Barış Konferansı’nda hükümete danışmanlık yaptı. Bu önemli bir dönüm noktasıydı. Kitapta, Türkiye’nin sınırlarını savunmaya çalıştığı o dönemdeki yazıları ve düşüncelerinden bahsediyorum. Özellikle de Milletler Cemiyeti’nin müdahalesiyle İngilizlerin eline geçen Musul vilayeti üzerinde Türkiye’nin haklarını savunuyordu. İlginç bir şekilde, Frankofon hukuk dünyasıyla bağlantısını devam ettirdi. İstanbul’da özellikle şirketler hukuku konusundaki hukuk çalışmalarını sürdürürken, bir yandan da Sorbonne’a geri dönerek eğitimine devam etti ve 1925 yılında hukuk doktorasını aldı. Tabii bu da ona bir hukukçu olarak daha fazla saygınlık kazandırdı. Dergisine katkıda bulunmalarını isteyebileceği uzmanlar ağına bu da eklendi. Amaçladığı gibi, Türkiye’de dönemin tüm hukukçuları için önemli bir referans olan dergiyi on altı yıl boyunca devam ettirdi.
Doktora tezi Türkiye’de anayasa hukukunun sancıları üzerineydi. İlginçtir, yüz yıl sonra bile harika bir okuma teşkil ediyor. Meşrutiyetin doğuşunu, Abdülhamit tarafından nasıl boğulduğunu ve Jön Türk devrimiyle nasıl yeniden doğduğunu görüyorsunuz. Tezinde yeni Cumhuriyet’in hukukun üstünlüğünü pekiştirme sürecini takip edebileceğine dair umudunu ifade ediyor.
Gerçekte ise durum oldukça farklıydı. Kağıt üzerinde Cumhuriyet tüm vatandaşlara eşitlik vadediyor, her şeyin temeli olarak yasaların ve mevzuatın önemini güçlü bir şekilde belirtiyordu. Ancak tek partili yapısı, Cumhuriyet’in oldukça hızlı bir şekilde Türk kimliğini etnik kökenleri ve dolaylı olarak Müslüman kimliği etrafında sağlamlaştırmaya çalışan “etno-milliyetçi” bir makineye dönüşmesine neden oldu. Bu durum Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler gibi Müslüman olmayanların aleyhine işledi. Aynı zamanda, Müslüman olan ama Türk olmayan Kürtler de Cumhuriyet’in ilk yıllarında birçok başkaldırı gerçekleştirdi ve ciddi şekilde bastırıldı. Dolayısıyla Türk Yahudileri için işler giderek daha da zorlaştı.
“Gad’ın da mensubu olduğu Yahudi elit tabakası, cemaatlerinin uzun vadede eşit haklara kavuşmasının ancak Türk toplumuna tam asimilasyon sağlandığında gerçekleşebileceğini varsayarak, hükümetin suyuna gitmeyi seçtiler. Önde gelen Yahudi sözcüler, hükümeti teskin etmekten tutun, milliyetçilik kampanyasının hedeflerini benimsemeye kadar her türlü olumlu tepkiyi gösterdiler” diye yazıyorsunuz. Gad bu çizgide ne kadar ileri gitti?
Gad’ın Kemalist rejimi çok desteklediğini düşünüyorum. Hayatı boyunca kendisini bir Kemalist olarak gördü; ta ki işler bir şekilde onun aleyhine dönene kadar. Bu durum, hukuki görüşlerine saygı duyulması açısından hükümet çevrelerine olan yakınlığına da yansıyordu. Gad, 1920’ler ve 30’larda Türkiye’de yatırım yapan yabancı şirketlere danışmanlık sunan bir şirket avukatı olarak çok zengin oldu. Hem hükümete, hem yabancı firmalara yakındı. Ayrıca, Türkiye’de inşa edilmekte olanın, ülke için en uygun hükümet türü olduğuna samimiyetle inanıyordu. Bu durum onu özel bir konuma getiriyor, o da kuşkusuz bundan yararlanıyordu.
Tabii bu çok hassas bir konumdu. Gad hükümete yakın olan ve koşulları olumlu bir şekilde yönlendirebilen Yahudi entelektüeller ve işadamlarından oluşan elit bir gruba ait olsa da, Yahudi cemaatinin çoğunluğu giderek marjinalleşiyor ve tehdit altında kalıyor, hükümetin kendilerine karşı yürüttüğü tüm saldırılardan çok rahatsız oluyordu. Bu saldırılar kimliklerine ve hükümetçe hor görülen dillerine – Ladino ve Fransızca – karşı yapılıyordu. Sonuç olarak, Yahudi cemaati okullarını, cemaat kurumlarını, vb. kapatmak zorunda kaldı. Ayrıca 1934 yılında Trakya’da Yahudilere karşı tam anlamıyla bir pogrom yaşandığını da unutmamalıyız. Yani gerçekten zor zamanlardı…
Tabii ki Gad ve onun gibi düşünenler, Avrupa’da Yahudilere neler olduğunu ve özellikle Nazizm ortaya çıkmaya başladıktan sonra işlerin ne kadar kötüye gittiğini takip ediyorlardı. Türkiye’de olup bitenler, yine de o sırada Almanya’daki gelişmelerden çok daha katlanılabilir ve kabul edilebilir boyuttaydı. Nitekim sonunda Almanya’daki olaylar Yahudilere karşı tam bir cinayet furyası olarak patlak verdi.
İkinci Dünya Savaşı yaklaştıkça ortalık karardı ve 1930’lar boyunca antisemitizm kamusal hayatta yaygınlaştı. Ağır işlerde çalıştırılmak üzere, sadece azınlıklardan meydana gelen taburlar oluşturuldu. Kasım 1942’de, büyük ölçüde azınlık topluluklarını hedef alan meşum Varlık Vergisi uygulamaya kondu. Gad, Varlık Vergisi’ne karşı açıkça isyan etti ve sonuç olarak verginin ilk ve en tanınmış kurbanlarından biri oldu. Mal varlığı acımasızca elinden alındı ve Erzurum’daki berbat Aşkale Çalışma Kampı’na sürüldü. Tüm bunlar o dönemde nasıl gelişti?
Bu, onun hayatının ve açıkçası kitabın en karanlık bölümlerinden biridir. Varlık Vergisi, Türk devletinin savaştan ötürü çok vahim duruma gelen mali koşullarından kaynaklanıyordu. Türkiye tarafsız kalmasına rağmen Nazi Almanya’sına açık bir sempati besliyordu. Aynı zamanda Müttefiklerle de temas halindeydi. Ancak kamu maliyesi, hükümet tarafından gerçekleştirilen büyük askeri güçlendirme, uluslararası ticaretin yıkılması ve birçok başka nedenden dolayı çok kötü durumdaydı. Sonunda para birimi çöktü ve buna karşılık hükümet her türlü bireyin kamu kasasına büyük miktarlarda katkıda bulunmasını zorunlu kılan bir vergi tesis etmeye karar verdi. Ancak, yasanın lafzında, azınlıkların servetlerine el koymak ve Müslüman Türklerin bir dizi varlığı sahiplenmesine fırsat tanımak olan gerçek niyetlerden asla bahsedilmedi.
Gad bu durum karşısında dehşete düştü. İlginçtir ki önce bir anayasa hukukçusu olarak karşı çıktı ve yasanın ortaçağdan kalma, barbarca bir yasa olduğunu beyan etti. Cumhuriyet’in bu kadar açıkça yasa dışı olan bir şeyin uygulanmasını kabul etmeyeceğini söyledi. Hatta ilk günlerde bu yasanın yürürlükten kaldırılacağını bile düşünmüştü. Ama tam tersi oldu. Bir hukukçu olarak prestijinden dolayı, yasanın en yüksek sesli ve en önemli muhaliflerinden biri olarak tanındı ve hemen servetine el konulacakların listesine alındı. Bu “vergi mükelleflerine” hükümet tarafından tek taraflı olarak kararlaştırılan muazzam miktarları ödemeleri için on beş gün süre verildi. Süreyi aştıklarında ise çalışma kamplarına gönderildiler. Gad’ın akıbeti de bu oldu.
Bence Gad’ın çöküşü o noktada tamamlandı. Her şeyden önce, Cumhuriyet’e, hukukun üstünlüğüne, Ankara’da 20 yıl boyunca yazıştığı ve işbirliği yaptığı hukukçulara olan derin inancını kaybetti. Bu insanlar birdenbire Yahudilere, Ermenilere ve Rumlara karşı cephe almışlar ve onları korkunç tacizlere maruz bırakmışlardı. Gad bir hukukçu olarak şoka girmiş ve 1942-43 yıllarında hukukun kurbanı olmuştu. Erzurum’a yolculuğun nasıl gerçekleştiğini, çalışma kampındaki koşulların nasıl olduğunu, mahkûmların korkularını ve onlara nasıl davranıldığını en ince ayrıntısına kadar anlatan bir dizi kaynaktan alıntı yapabildiğim için şanslıyım. Gerçekten de bulduklarım o korkunç zamanı anlamama yardımcı oluyor.
Gad kamptan farklı bir insan, mahvolmuş bir adam olarak döndü. Tüm bunların onun için ne anlama geldiğini çok etkileyici bir şekilde yazmışsınız: “Çöküşü tamamlanmış, İstanbul’un profesyonel elitinin nüfuzlu, saygın ve varlıklı bir üyesiyken, aşağılanmış bir zavallıya dönüşmüştü. O kadar inandığı Cumhuriyet ona ihanet etmişti. Yirmi yıl boyunca tüm bağlılığını adadığı hukukun üstünlüğü açıkça ihlal edilmişti.”
Bu doğru. Kitapta çalışma kamplarına gönderilen insanların sayısı var. Çok büyük bir sayı değil. Aşkale Çalışma Kampını Polonya’daki ölüm kampları ve Holokost ile karşılaştırdığımızda hala küçük bir olaydan bahsediyoruz. Ancak bu arada, Yahudi toplumunun bu ülkeye ait olabilme inancı derinden sarsılmıştı. Herkes çalışma kamplarına gönderilmedi, ama özellikle de azınlıkların çoğunlukla yaşadığı İstanbul’da Varlık Vergisi’nin korkunç bir etkisi oldu. Taciz, kötü muamele, fiziksel şiddet ve ardından trenler dolusu insanın önce Erzurum yakınlarında kar küremeye, daha sonra da ülkenin başka bir bölgesinde yaz sıcağında taş kırmaya gönderilmesi… İnsanların çok acı çektiği bu süreç, azınlıklara Türkiye’nin ilerde yaşayabilecekleri bir yer olmadığını teyit etmiş oldu. Bu, ülke tarihinde çok karanlık bir andır.
Türkiye’deki Yahudi cemaatinin neredeyse yarısı 1948’den sonra İsrail’e taşındı.”Gad, hayatı boyunca peşinden koştuğu ümidin, Yahudi toplumunun tamamen Türk ulusuna ait olması hayalinin yıkıldığını anlayarak, hayatının sonlarında Siyonizm’i onayladı.” Kitap onun son yıllarına dair kederli ve kasvetli bir tablo çiziyor. İstanbul’da yaşamaya devam etti ama sağlığı ve aslında ruhu bu noktada fena halde zarar görmüştü. “Son yıllarını anıları ve kırık hayalleriyle, çoğunlukla yalnızlık içinde geçirdi”. Sağlık, hukuki ve mali sorunlarla geçen on yılın ardından 1954 yılında hayata veda etti. Hayatının son yıllarından bahseder misiniz?
Bence ona en ağır gelen, tüm inançlarının yıkılması ve belki de safça Türkiye Cumhuriyeti’ne güvenip, Kemalistlerin kapsayıcı bir yönetim getirebileceğine inanmış olmasıydı. Ayrıca çok varlıklı bir adamken, İstanbul’da çok rahat bir hayat yaşarken ve bu durumun tüm avantajlarına sahipken, birdenbire çok yoksullaştığını ve umutsuzca iki yakasını bir araya getirmeye çalıştığını da unutmayalım. Bence bu da çok acı vericiydi. Ayrıca 1922’de Paris’ten geri taşındığı ve Varlık Vergisi’ne karşı bu kadar açık sözlü olduğu için de eşi tarafından sürekli suçlanıyor, başlarına gelenlerin kendi yüzünden olduğu devamlı hatırlatılıyordu. Evdeki gergin atmosfer dayanılır gibi değildi.
Bazı aile fertleri birbiri ardına evi terk etti. Çok sevdiği kardeşi Marcel ABD’ye göç etti. İki kızı, yani annem ve kız kardeşi de yurtdışına taşındı. Tüm bu zor yıllar boyunca ona gerçekten destek olan tek aile ferdi oğlu Emile’di. O da hukuk tahsili yapmış, birçok zorluğa maruz kaldığı askerlik görevini bitirmiş, Filistin’e gidip dönmüştü. Babasının çok kötü duruma düşen avukatlık bürosunu ele alan Emile, bir yandan ailesine bakarken, bir yandan da işlerin devamlılığını yavaş yavaş tesis etmeye çalışıyordu. Ayrıca, ABD’de işini pek kuramayan Marcel’le olan anlaşmazlık dahil, her türlü tatsız aile problemi de devam ediyordu. Aslında amcası onlara yardım ediyordu ama kredi olarak… Bu oldukça aşağılayıcı durum aile içinde çok gerginlik yaratıyordu. Bu yüzden çok zor yıllar geçirdik.
1950’de Demokrat Parti seçimleri kazandığında yeniden bir umut doğdu. Çok partili demokrasi nihayet Türkiye’ye geldi ve kısa bir süre için de olsa iade-i itibar fikri gündeme alındı. Gad belki malını mülkünü ya da parasının bir kısmını geri almayı, ama özellikle de itibarını yeniden kazanmayı ve saygın bir hukukçu olarak eski statüsüne geri dönmeyi umuyordu. Ancak bu gerçekleşmedi.
Olaylar ilginç şekilde bir araya gelmişti. İşin içinde realpolitik vardı; Amerika’nın etkisiyle Türkiye İsrail Devleti’ni tanıdı. Bu diplomatik ilişkinin, Varlık Vergisi gibi meseleleri tekrar masaya yatırarak tehlikeye atılamayacak kadar değerli olduğu sonucuna varıldı. Bence çok partili demokrasinin gelişi Türk Yahudi toplumu için yeterince güven verici olmadı. Belki de bir kenara çekilip, ülkeyi terk etmenin daha iyi olacağını düşündüler. Cemaatin yarısı göç etti ki bu çok büyük bir rakam…
Gad tüm bunları gözlemliyor ve hayatıyla, yıkılan hayalleriyle hesaplaşıyordu. 1950’de “Mea Culpa”, yani “Benim Hatam” başlığını verdiği bir makale yazma ihtiyacını duydu. Bu yazıda, Siyonizm fikriyle uzlaşmakta ve dünyadaki tüm Yahudi topluluklarının en iyi savunucusu olarak İsrail Devleti’nin kurulmasını benimsemekteydi. Bunu diplomatik bir şekilde ve eski düşüncelerinden vazgeçmeden dile getirmişti. Ancak ortada büyük bir başarısızlık duygusu olduğu da yadsınamazdı. Bu başarısızlık, Türkiye azınlıklarının ülkelerine olan aidiyetlerinin hiçbir zaman kabul görmemesiydi. Böylece, Gad Franco yaşadığı çilelerden zar zor hayatını kurtarabildi ve en sonunda acınacak bir zavallı olarak gözlerini yumdu…
Bir Sefarad Türk Vatansever: Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Çalkantılarında Gad Franco (Hamilton Books, 2023) adlı kitabın yazarı Anthony Gad Bigio ile konuştuk. Kitap, geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerinde önde gelen bir gazeteci, aktivist ve avukat olan dedesi Gad Franco’nun hayatı hakkında.
Bigio, Yahudilerin, Osmanlı ve sonra da Türkiye toplumuyla bütünleşmesi gerektiği savunan dedesinin yaşadığı hayal kırıklıklarını, 1942’de Varlık Vergisi sebebiyle tutuklanışı ve her şeyini kaybetmesiyle zirveye ulaşan büyük çöküşünü anlatıyor.
Bu görüşme, William Armstrong’un yazarla İngilizce yaptığı podcast röportajının çevirisi. William Armstrong’un Turkey Book Talk podcastını buradan dinleyebilirsiniz.
Çeviri: Melahat Behlil
Siz büyürken Gad Franco’nun hayatı ve Türkiye’deki geçmişi hakkında ne biliyordunuz? Sizi daha derine inmeye iten neydi?
Ben 1950’lerde Roma’da büyüdüm. Dedemi hiç tanımadım ama onun hakkında hep bir şeyler duydum. En başta annem olmak üzere, aile üyelerinden gelen bir pişmanlık ve hayranlık havası seziyordum. Dedem hakkında çok daha fazlasını ancak sonraları öğrendim. Genç bir adam ve bir yetişkin olurken ilgimi tetikleyen şey nereden geldiğimi anlamaya çalışmaktı. Bu kendime sorduğum karmaşık bir soruydu. Konuyla ilgili bir iki olay yaşadım. Bunlardan biri, Türk vatandaşlığından çıkmak amacıyla Roma’da başvurduğum Türk konsolosunun bana Türk devletinin gayrimüslim vatandaşlarından kurtulmaktan mutlu olduğunu söylemesiydi. Bu bende epey şok tesiri yarattıysa da daha derine inme çabamda etkili oldu.
Aslında, bu ilgimin gelişmesi dura kalka oldu diyebilirim. Bu süreçlerden biri, yirmili yaşlarımın sonlarında dedemin memleketine yaptığım ziyaretti. Oradaki insanların onun adını hala hatırlaması benim için güzel bir sürpriz olmuştu. On yıl kadar önce, Türkiye’nin en saygın Yahudi toplumu tarihçisi olan Rıfat Bali ile yollarımız kesişti. O aralar Gad hakkında kendi araştırmasını yapıyordu, bu da beni çok heveslendirdi. Rıfat’ın kitabı çıktığında, Gad hakkında daha fazla bilgi edinmek için tercüme ettirdim. İşte bu başlangıç noktam oldu. Eğer Anglofon bir kamuoyu için, yani Türk olmayan bir kamuoyu için yazacaksam, Gad’ın hayatını kendi bağlamına oturtmam gerektiğini fark ettim. Bu beni Türkiye’nin ve Türk Yahudilerinin tarihi hakkında araştırma yapmaya itti. Kitap böyle ortaya çıktı.
Gad 1881’de Milas’ta doğmuş ve Rodos’ta eğitim görmüştü. 1902’de İzmir’e taşındı ve orada Yahudilerin modernleşme ve aydınlanma değerlerini savunan bir gazeteci oldu. İzmir’deki gazetecilik çalışmalarının niteliği neydi?
“Modernleşme” terimine atıfta bulundunuz. Bence söz konusu olan buydu. Yahudi cemaati çok muhafazakârdı. Sefaradlar İspanya’dan sürgün edildikten sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nda pek de uzun olmayan parlak bir devir yaşadılar. Sonunda, iyi işlere sahip olmayan, etkisiz, erişimsiz ve çok fazla içe dönük, oldukça marjinal bir topluluk haline geldi. Bunun nedeni de konuştukları dilin Ladino olmasıydı. Gad yazmaya başladığında Ladino gazeteler için Ladino yazıyordu. Ladino eski İspanyolca’yla, Türkçe, Yunanca, vesaire dillerden etkiyle değişen bir dildir.
Dolayısıyla o dönem, 20. yüzyılın ilk yılları, cemaat içinde farklı gerilimlerin yaşandığı bir kavşak noktasıydı. Gelenekçiler çoğunlukla hahamlar ve dini toplumu baskın kimlik faktörü olarak tutmak isteyen kurulu düzendi. Bir de cemaati yenilemeye, dışa açmaya büyük ihtiyaç olduğunu düşünen entelektüeller, gazeteciler, modernleşmeciler vardı. Tabii bu gelişme, aynı zamanda okullar açan Fransız eğitim örgütü Alliance Israélite Universelle’in çalışmaları sayesinde oldu. Bu bağlam ve gerilimler Gad’ın İzmir’deki ilk yıllarında yazdıklarına büyük ölçüde yansıdı.
Kitapta şöyle diyorsunuz: “Gad’ın makaleleri, Osmanlı toplumuna katılım ile Yahudi kimliğini koruma arasında bir denge kurma ihtiyacından başlayarak, Yahudi cemaatini ilgilendiren konuları gündeme getiriyordu.” Ayrıca “Gad Osmanlı İmparatorluğu’nda Siyonizme karşı çıkmış, bunun yerine Yahudi asimilasyonunu ve Osmanlıcılığı savunmuştur. Osmanlıların, Yahudilerin anavatanlarına bağlı olmadıklarına inanmaları, bunun yerine Osmanlı ulusal birliğine zarar verecek bir Yahudi devleti kurulması fikrinin peşinden koşmaları halinde, Osmanlı Yahudilerinin başına gelecek felaketlerin boyutları konusunda uyarılarda bulunmuştur.” Gad’ın Siyonizm konusundaki duruşundan ve bunun o dönemde onu toplum içinde nasıl bir konuma getirdiğinden bahseder misiniz?
Bu, kitap boyunca irdelemeye çalıştığım çok önemli bir tema. Gad’ın çalışmalarında gerçek bir evrim gördüğümüzü düşünüyorum. İlk makalelerinde Yahudi toplumunun durumuna ve kendini yenilemek için ne yapması gerektiğine bakıyor. Daha sonra hızla sosyal adalet, işçilerin sömürülmesi gibi daha geniş konulara geçiyor. Sonunda şu soruya kilitleniyor: Osmanlı toplumunun genelinde azınlıkların rolü nedir? Konuların su yüzüne çıkması, feci Hamidiye rejiminin – Sultan Abdülhamid’in her şeyi çok baskıcı bir şekilde kontrol etmesinin – sona erdiği ve Jön Türk devriminin gerçekleştiği zaman olmuştu. Bu dönemde sadece Yahudi toplumu için değil, Araplar, Ermeniler, Rumlar ve diğer herkes için inanılmaz bir iyimserlik anı yaşandı. Sağlam anayasal kurallara dayanan kapsayıcı bir yönetimin ortaya çıkabileceğine dair bir umut belirdi. Gad buna çok güçlü bir şekilde inanıyordu. Osmanlıcılık fikrini ve Yahudilerin uzun bir baskı döneminden kurtulmakta olan bu yeni Osmanlı toplumuna entegre olabilecekleri ve olmaları gerektiği düşüncesini tamamen benimsemişti. Bu da onu dünya çapında ortaya çıkmaya başlayan ve Osmanlı İmparatorluğu’nu Filistin’e girmenin bir yolu olarak gören Siyonistlerle çelişkiye düşürmüştü. Gad onlara şiddetle karşı çıkan makaleler yazarak, Osmanlı Yahudi toplumunu yanlış yönlendirmekle suçladı. Ona göre, Yahudiler ulusal kimliklerini tamamen benimsemeli ve dini kimliklerini ikinci plana atmalıydılar. Herkesin barış içinde bir arada yaşaması için buna ihtiyaç olduğunu savunuyordu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi olan Gad, 1908’deki Jön Türk devrimini anayasal yönetimi yeniden tesis edecek fırsat olarak gördü. Ancak işler hızla bozuldu ve Birinci Dünya Savaşı onun Osmanlıcılığının nihai sınavını oluşturdu. Şöyle yazmışsınız: “İttihat ve Terakki hükümetinin politikalarına inanan birçok Osmanlı reformcusu gibi, Gad için de İmparatorluğun geleceği artık özellikle kasvetli görünüyordu. Yahudilere ve diğer azınlıklara çoğulcu bir yönetime tümüyle ait olma fırsatı sunacak iyi huylu, anayasal bir rejim olması umulan Osmanlıcılık hayalleri bir anda yıkılmıştı. Çok sayıda çatışma, kitlesel vahşet ve soykırım, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında büyük bir uçurum yaratmıştı. Osmanlı İmparatorluğu savaşı kaybetmişti ve artık yabancıların kontrolü altındaydı.” Gad 1920’de ailesiyle birlikte Paris’e taşındı. Savaşı ve hemen sonrasını nasıl geçirdi?
Kısaca o umut anına geri dönmek istiyorum. Jön Türk devriminden sonra bir kapsayıcılık duygusu, cemaatler için bir fırsat umudu oluşmuştu. Sokak gösterilerinde, yazılarda vs. bir araya gelerek Osmanlıcılık fikrini desteklediler. İttihat ve Terakki hükümeti iş başına geldikten hemen sonra savaşlar başlamasaydı ne olurdu diye merak ediyor insan… İtalyanlar saldırmasaydı, Balkan savaşları olmasaydı, belki de herkesin çok umutlu olduğu çoğulcu anayasal hükümeti sağlamlaştırmak için daha fazla zaman olacaktı. Bunun yerine birçok dehşet verici olay yaşandı ve İttihat ve Terakki Cemiyeti acımasız bir savaş makinesine dönüşerek, ülke çapında korkunç sonuçlar doğurdu: Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan Ermeni katliamları ve soykırımı ve tüm diğer isyanlar… Toprakların ve İmparatorluk dokusunun parçalanması… Bu karışık süreçte, Türk Yahudi toplumunun yarısı ülkeyi terk etti; Fransa’ya ve Avrupa’nın diğer bölgelerine, ABD’ye, Güney Amerika’ya gittiler. Batmakta olan gemiyi, Osmanlı İmparatorluğunu terk ettiler.
İzmir’in Yunan işgalini yaşayan Gad, bir noktada artık canına tak ettiğine karar verdi. Ailesini topladı ve Paris’e taşındı. Bundan sonra oldukça sıra dışı bir süreç yaşandı. Gad benzeri olmayan bir kararla, ailesine geri döneceklerini bildirdi. Bu da mutlaka Paris’te kalmak isteyen eşiyle şiddetli anlaşmazlık yaşamasına neden oldu. Ancak, Gad anavatanına dönmekte kararlıydı. Becerilerini, uzmanlığını ve hukuki yetkinliğini yeniden doğan ulusun hizmetine sunmak istiyordu. Bu arzusu, vatanseverlik örneği bir kararla 1922’de ülkesine geri gitmesine sebep oldu.
1923’te Lozan Barış Konferansı sırasında Türk delegasyonuna danışmanlık yaptı. Başlangıçta Cumhuriyet’in geleceği ve Yahudilerin Cumhuriyet’teki yeri konusunda iyimserdi. İstanbul’da başarılı bir avukatlık bürosu kurdu ve Hukuk Araştırmaları Dergisi’ni çıkardı. Şöyle yazmışsınız: “Cumhuriyet’in geleceğinin umut verici olduğunu düşünüyordu. Bir yandan yükselen Türk etnik milliyetçiliğinin kanıtlarına rağmen, hukukun üstünlüğünün egemen olması için tüm eğitimli vatandaşların ortak çabalarına ihtiyaç duyulduğuna gerçekten inanıyordu. İttihat ve Terakki üyeliğinden beri gelişen Türk vatanseverliği, Osmanlı’nın son dönemindeki Siyonizm karşıtı pozisyonu ve özellikle 1922’de Türkiye’ye dönüşüyle pekişti. Saygın bir Yahudi cemaati lideri olarak sık sık hükümet yetkilileriyle görüşmeye çağrılıyordu. Türkçeyi çok iyi bilmesi, onu Kemalist modernleşmenin hedeflerini anlayan ve destekleyen, aynı zamanda da kendi halkını savunan biri olarak mükemmel bir aracı haline getirdi.” Cumhuriyetin o ilk yıllarında ne yapıyordu?
Dediğiniz gibi, Lozan Barış Konferansı’nda hükümete danışmanlık yaptı. Bu önemli bir dönüm noktasıydı. Kitapta, Türkiye’nin sınırlarını savunmaya çalıştığı o dönemdeki yazıları ve düşüncelerinden bahsediyorum. Özellikle de Milletler Cemiyeti’nin müdahalesiyle İngilizlerin eline geçen Musul vilayeti üzerinde Türkiye’nin haklarını savunuyordu. İlginç bir şekilde, Frankofon hukuk dünyasıyla bağlantısını devam ettirdi. İstanbul’da özellikle şirketler hukuku konusundaki hukuk çalışmalarını sürdürürken, bir yandan da Sorbonne’a geri dönerek eğitimine devam etti ve 1925 yılında hukuk doktorasını aldı. Tabii bu da ona bir hukukçu olarak daha fazla saygınlık kazandırdı. Dergisine katkıda bulunmalarını isteyebileceği uzmanlar ağına bu da eklendi. Amaçladığı gibi, Türkiye’de dönemin tüm hukukçuları için önemli bir referans olan dergiyi on altı yıl boyunca devam ettirdi.
Doktora tezi Türkiye’de anayasa hukukunun sancıları üzerineydi. İlginçtir, yüz yıl sonra bile harika bir okuma teşkil ediyor. Meşrutiyetin doğuşunu, Abdülhamit tarafından nasıl boğulduğunu ve Jön Türk devrimiyle nasıl yeniden doğduğunu görüyorsunuz. Tezinde yeni Cumhuriyet’in hukukun üstünlüğünü pekiştirme sürecini takip edebileceğine dair umudunu ifade ediyor.
Gerçekte ise durum oldukça farklıydı. Kağıt üzerinde Cumhuriyet tüm vatandaşlara eşitlik vadediyor, her şeyin temeli olarak yasaların ve mevzuatın önemini güçlü bir şekilde belirtiyordu. Ancak tek partili yapısı, Cumhuriyet’in oldukça hızlı bir şekilde Türk kimliğini etnik kökenleri ve dolaylı olarak Müslüman kimliği etrafında sağlamlaştırmaya çalışan “etno-milliyetçi” bir makineye dönüşmesine neden oldu. Bu durum Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler gibi Müslüman olmayanların aleyhine işledi. Aynı zamanda, Müslüman olan ama Türk olmayan Kürtler de Cumhuriyet’in ilk yıllarında birçok başkaldırı gerçekleştirdi ve ciddi şekilde bastırıldı. Dolayısıyla Türk Yahudileri için işler giderek daha da zorlaştı.
“Gad’ın da mensubu olduğu Yahudi elit tabakası, cemaatlerinin uzun vadede eşit haklara kavuşmasının ancak Türk toplumuna tam asimilasyon sağlandığında gerçekleşebileceğini varsayarak, hükümetin suyuna gitmeyi seçtiler. Önde gelen Yahudi sözcüler, hükümeti teskin etmekten tutun, milliyetçilik kampanyasının hedeflerini benimsemeye kadar her türlü olumlu tepkiyi gösterdiler” diye yazıyorsunuz. Gad bu çizgide ne kadar ileri gitti?
Gad’ın Kemalist rejimi çok desteklediğini düşünüyorum. Hayatı boyunca kendisini bir Kemalist olarak gördü; ta ki işler bir şekilde onun aleyhine dönene kadar. Bu durum, hukuki görüşlerine saygı duyulması açısından hükümet çevrelerine olan yakınlığına da yansıyordu. Gad, 1920’ler ve 30’larda Türkiye’de yatırım yapan yabancı şirketlere danışmanlık sunan bir şirket avukatı olarak çok zengin oldu. Hem hükümete, hem yabancı firmalara yakındı. Ayrıca, Türkiye’de inşa edilmekte olanın, ülke için en uygun hükümet türü olduğuna samimiyetle inanıyordu. Bu durum onu özel bir konuma getiriyor, o da kuşkusuz bundan yararlanıyordu.
Tabii bu çok hassas bir konumdu. Gad hükümete yakın olan ve koşulları olumlu bir şekilde yönlendirebilen Yahudi entelektüeller ve işadamlarından oluşan elit bir gruba ait olsa da, Yahudi cemaatinin çoğunluğu giderek marjinalleşiyor ve tehdit altında kalıyor, hükümetin kendilerine karşı yürüttüğü tüm saldırılardan çok rahatsız oluyordu. Bu saldırılar kimliklerine ve hükümetçe hor görülen dillerine – Ladino ve Fransızca – karşı yapılıyordu. Sonuç olarak, Yahudi cemaati okullarını, cemaat kurumlarını, vb. kapatmak zorunda kaldı. Ayrıca 1934 yılında Trakya’da Yahudilere karşı tam anlamıyla bir pogrom yaşandığını da unutmamalıyız. Yani gerçekten zor zamanlardı…
Tabii ki Gad ve onun gibi düşünenler, Avrupa’da Yahudilere neler olduğunu ve özellikle Nazizm ortaya çıkmaya başladıktan sonra işlerin ne kadar kötüye gittiğini takip ediyorlardı. Türkiye’de olup bitenler, yine de o sırada Almanya’daki gelişmelerden çok daha katlanılabilir ve kabul edilebilir boyuttaydı. Nitekim sonunda Almanya’daki olaylar Yahudilere karşı tam bir cinayet furyası olarak patlak verdi.
İkinci Dünya Savaşı yaklaştıkça ortalık karardı ve 1930’lar boyunca antisemitizm kamusal hayatta yaygınlaştı. Ağır işlerde çalıştırılmak üzere, sadece azınlıklardan meydana gelen taburlar oluşturuldu. Kasım 1942’de, büyük ölçüde azınlık topluluklarını hedef alan meşum Varlık Vergisi uygulamaya kondu. Gad, Varlık Vergisi’ne karşı açıkça isyan etti ve sonuç olarak verginin ilk ve en tanınmış kurbanlarından biri oldu. Mal varlığı acımasızca elinden alındı ve Erzurum’daki berbat Aşkale Çalışma Kampı’na sürüldü. Tüm bunlar o dönemde nasıl gelişti?
Bu, onun hayatının ve açıkçası kitabın en karanlık bölümlerinden biridir. Varlık Vergisi, Türk devletinin savaştan ötürü çok vahim duruma gelen mali koşullarından kaynaklanıyordu. Türkiye tarafsız kalmasına rağmen Nazi Almanya’sına açık bir sempati besliyordu. Aynı zamanda Müttefiklerle de temas halindeydi. Ancak kamu maliyesi, hükümet tarafından gerçekleştirilen büyük askeri güçlendirme, uluslararası ticaretin yıkılması ve birçok başka nedenden dolayı çok kötü durumdaydı. Sonunda para birimi çöktü ve buna karşılık hükümet her türlü bireyin kamu kasasına büyük miktarlarda katkıda bulunmasını zorunlu kılan bir vergi tesis etmeye karar verdi. Ancak, yasanın lafzında, azınlıkların servetlerine el koymak ve Müslüman Türklerin bir dizi varlığı sahiplenmesine fırsat tanımak olan gerçek niyetlerden asla bahsedilmedi.
Gad bu durum karşısında dehşete düştü. İlginçtir ki önce bir anayasa hukukçusu olarak karşı çıktı ve yasanın ortaçağdan kalma, barbarca bir yasa olduğunu beyan etti. Cumhuriyet’in bu kadar açıkça yasa dışı olan bir şeyin uygulanmasını kabul etmeyeceğini söyledi. Hatta ilk günlerde bu yasanın yürürlükten kaldırılacağını bile düşünmüştü. Ama tam tersi oldu. Bir hukukçu olarak prestijinden dolayı, yasanın en yüksek sesli ve en önemli muhaliflerinden biri olarak tanındı ve hemen servetine el konulacakların listesine alındı. Bu “vergi mükelleflerine” hükümet tarafından tek taraflı olarak kararlaştırılan muazzam miktarları ödemeleri için on beş gün süre verildi. Süreyi aştıklarında ise çalışma kamplarına gönderildiler. Gad’ın akıbeti de bu oldu.
Bence Gad’ın çöküşü o noktada tamamlandı. Her şeyden önce, Cumhuriyet’e, hukukun üstünlüğüne, Ankara’da 20 yıl boyunca yazıştığı ve işbirliği yaptığı hukukçulara olan derin inancını kaybetti. Bu insanlar birdenbire Yahudilere, Ermenilere ve Rumlara karşı cephe almışlar ve onları korkunç tacizlere maruz bırakmışlardı. Gad bir hukukçu olarak şoka girmiş ve 1942-43 yıllarında hukukun kurbanı olmuştu. Erzurum’a yolculuğun nasıl gerçekleştiğini, çalışma kampındaki koşulların nasıl olduğunu, mahkûmların korkularını ve onlara nasıl davranıldığını en ince ayrıntısına kadar anlatan bir dizi kaynaktan alıntı yapabildiğim için şanslıyım. Gerçekten de bulduklarım o korkunç zamanı anlamama yardımcı oluyor.
Gad kamptan farklı bir insan, mahvolmuş bir adam olarak döndü. Tüm bunların onun için ne anlama geldiğini çok etkileyici bir şekilde yazmışsınız: “Çöküşü tamamlanmış, İstanbul’un profesyonel elitinin nüfuzlu, saygın ve varlıklı bir üyesiyken, aşağılanmış bir zavallıya dönüşmüştü. O kadar inandığı Cumhuriyet ona ihanet etmişti. Yirmi yıl boyunca tüm bağlılığını adadığı hukukun üstünlüğü açıkça ihlal edilmişti.”
Bu doğru. Kitapta çalışma kamplarına gönderilen insanların sayısı var. Çok büyük bir sayı değil. Aşkale Çalışma Kampını Polonya’daki ölüm kampları ve Holokost ile karşılaştırdığımızda hala küçük bir olaydan bahsediyoruz. Ancak bu arada, Yahudi toplumunun bu ülkeye ait olabilme inancı derinden sarsılmıştı. Herkes çalışma kamplarına gönderilmedi, ama özellikle de azınlıkların çoğunlukla yaşadığı İstanbul’da Varlık Vergisi’nin korkunç bir etkisi oldu. Taciz, kötü muamele, fiziksel şiddet ve ardından trenler dolusu insanın önce Erzurum yakınlarında kar küremeye, daha sonra da ülkenin başka bir bölgesinde yaz sıcağında taş kırmaya gönderilmesi… İnsanların çok acı çektiği bu süreç, azınlıklara Türkiye’nin ilerde yaşayabilecekleri bir yer olmadığını teyit etmiş oldu. Bu, ülke tarihinde çok karanlık bir andır.
Türkiye’deki Yahudi cemaatinin neredeyse yarısı 1948’den sonra İsrail’e taşındı.”Gad, hayatı boyunca peşinden koştuğu ümidin, Yahudi toplumunun tamamen Türk ulusuna ait olması hayalinin yıkıldığını anlayarak, hayatının sonlarında Siyonizm’i onayladı.” Kitap onun son yıllarına dair kederli ve kasvetli bir tablo çiziyor. İstanbul’da yaşamaya devam etti ama sağlığı ve aslında ruhu bu noktada fena halde zarar görmüştü. “Son yıllarını anıları ve kırık hayalleriyle, çoğunlukla yalnızlık içinde geçirdi”. Sağlık, hukuki ve mali sorunlarla geçen on yılın ardından 1954 yılında hayata veda etti. Hayatının son yıllarından bahseder misiniz?
Bence ona en ağır gelen, tüm inançlarının yıkılması ve belki de safça Türkiye Cumhuriyeti’ne güvenip, Kemalistlerin kapsayıcı bir yönetim getirebileceğine inanmış olmasıydı. Ayrıca çok varlıklı bir adamken, İstanbul’da çok rahat bir hayat yaşarken ve bu durumun tüm avantajlarına sahipken, birdenbire çok yoksullaştığını ve umutsuzca iki yakasını bir araya getirmeye çalıştığını da unutmayalım. Bence bu da çok acı vericiydi. Ayrıca 1922’de Paris’ten geri taşındığı ve Varlık Vergisi’ne karşı bu kadar açık sözlü olduğu için de eşi tarafından sürekli suçlanıyor, başlarına gelenlerin kendi yüzünden olduğu devamlı hatırlatılıyordu. Evdeki gergin atmosfer dayanılır gibi değildi.
Bazı aile fertleri birbiri ardına evi terk etti. Çok sevdiği kardeşi Marcel ABD’ye göç etti. İki kızı, yani annem ve kız kardeşi de yurtdışına taşındı. Tüm bu zor yıllar boyunca ona gerçekten destek olan tek aile ferdi oğlu Emile’di. O da hukuk tahsili yapmış, birçok zorluğa maruz kaldığı askerlik görevini bitirmiş, Filistin’e gidip dönmüştü. Babasının çok kötü duruma düşen avukatlık bürosunu ele alan Emile, bir yandan ailesine bakarken, bir yandan da işlerin devamlılığını yavaş yavaş tesis etmeye çalışıyordu. Ayrıca, ABD’de işini pek kuramayan Marcel’le olan anlaşmazlık dahil, her türlü tatsız aile problemi de devam ediyordu. Aslında amcası onlara yardım ediyordu ama kredi olarak… Bu oldukça aşağılayıcı durum aile içinde çok gerginlik yaratıyordu. Bu yüzden çok zor yıllar geçirdik.
1950’de Demokrat Parti seçimleri kazandığında yeniden bir umut doğdu. Çok partili demokrasi nihayet Türkiye’ye geldi ve kısa bir süre için de olsa iade-i itibar fikri gündeme alındı. Gad belki malını mülkünü ya da parasının bir kısmını geri almayı, ama özellikle de itibarını yeniden kazanmayı ve saygın bir hukukçu olarak eski statüsüne geri dönmeyi umuyordu. Ancak bu gerçekleşmedi.
Olaylar ilginç şekilde bir araya gelmişti. İşin içinde realpolitik vardı; Amerika’nın etkisiyle Türkiye İsrail Devleti’ni tanıdı. Bu diplomatik ilişkinin, Varlık Vergisi gibi meseleleri tekrar masaya yatırarak tehlikeye atılamayacak kadar değerli olduğu sonucuna varıldı. Bence çok partili demokrasinin gelişi Türk Yahudi toplumu için yeterince güven verici olmadı. Belki de bir kenara çekilip, ülkeyi terk etmenin daha iyi olacağını düşündüler. Cemaatin yarısı göç etti ki bu çok büyük bir rakam…
Gad tüm bunları gözlemliyor ve hayatıyla, yıkılan hayalleriyle hesaplaşıyordu. 1950’de “Mea Culpa”, yani “Benim Hatam” başlığını verdiği bir makale yazma ihtiyacını duydu. Bu yazıda, Siyonizm fikriyle uzlaşmakta ve dünyadaki tüm Yahudi topluluklarının en iyi savunucusu olarak İsrail Devleti’nin kurulmasını benimsemekteydi. Bunu diplomatik bir şekilde ve eski düşüncelerinden vazgeçmeden dile getirmişti. Ancak ortada büyük bir başarısızlık duygusu olduğu da yadsınamazdı. Bu başarısızlık, Türkiye azınlıklarının ülkelerine olan aidiyetlerinin hiçbir zaman kabul görmemesiydi. Böylece, Gad Franco yaşadığı çilelerden zar zor hayatını kurtarabildi ve en sonunda acınacak bir zavallı olarak gözlerini yumdu…
Paylaş: