Ada

Lotus-yiyen Turistler – Saadet Özen

“Sayfiyede ne bulunur, bilmemem, ama ne bulunamaz, onu iyi bilirim. Bugün iki güzel tiyatromuz var, Tepebaşı’nda şahane bir Fransız kumpanyası, Concordia’da da çok iyi bir İtalyan kumpanyası çıkacak. Fransız tiyatrosu Summer Palace’ta da sahne alacakmış ama bu bir istisna. Çünkü ne Prinkipo ne Halki ne Fener ne Ayastefanos… ne de diğer “haylayf” sayfiyeleri bu lükse erişebilecek. (…) İstanbul nüfusunun bir kısmının şehir dışına yok yere göç etmesi meselesinde, bir kısım insan yazlık villa sahibi olmadığı için yüzüne bile bakılmayacak yerlere balık istifi gibi yığılacak, yaklaşık dört ay azizler gibi çile çekerek sabırsızlıkla dönüş zamanını bekleyecek. Hem zalimane hem de bir o kadar sevimsiz, hem pahalı hem de azap veren böylesi bir moda uğruna kendini kurban etmek en hafifinden basiretsizliktir.”

1900 yılının temmuz ayında Stamboul gazetesinde yayımlanan bu satırların yazarı Lecomte Prétextat 1890’larda İstanbul’a yerleşmiş bir mozaik sanatçısı ve ressamdı. Yukarıdaki kısacık paragrafta hem yaşadığı Beyoğlu semtine olan derin muhabbetine hem de kent hayatının yeni dinamiklerine dair çeşitli fikirler veriyor Prétextat: Anlaşılan Beyoğlu’nda yazın da kültürel aktiviteler durmuyordu, fakat semtin artık ciddi rakipleri vardı, çünkü Beyoğlu kavmi yazın şehrin çeperlerine, yerleşmenin seyrek olduğu yerlere göçmeyi iyice âdet edinmiş durumdaydı. Prétextat’nın sevgili Pera’sı dört aylığına kültürel hayatın merkezindeki yerini kaybediyordu. Dahası sayfiyeye gitmek o kadar önemli, sosyal statüyü yükseltmek açısından o kadar belirleyici bir alışkanlık haline gelmişti ki yazlık ev yaptıracak imkâna sahip olmayanlar da buna heves etmekteydi. Bu tespitlerden bu yazının ana konusu olan Adalar açısından bir sonuç, buna bağlı olarak da birkaç soru çıkarabiliriz: Birincisi Prétextat’nın saydığı sayfiyelerde, dolayısıyla Prinkipo ile Halki’de ev sahibi olmayanların da uzun süre barınmasını sağlayan; kiralık evleri, odaları, pansiyonları, otelleri, lokantaları, ulaşım araçlarını içeren bir altyapı 1900’den önce kurulmuş olmalı. Buna kısaca yazlıkçıların da, daha kısa süre konaklamak için gelenlerin de, günübirlikçilerin de faydalanabildiği bir turizm altyapısı denebilir. Bu ne kadar doğru? Prétextat, Beyoğlu aşkından ötürü abartmış olabilir mi? Bir an için abartı payını da hesap ederek Adalar’ın yirminci yüzyıl başında, en azından bazı aylarda hayli kalabalık bir kitleyi barındırdığını kabul edelim. O zaman da sorabileceğimiz başka bir soru var. Adalar’ın tarihine dair bir kitap edinen herkesin muhtemelen ilk sayfalarda karşılaştığı, neredeyse bir darbımesel hükmündeki şu bilgiyi getirelim aklımıza: “Adalar bir sürgün ve inziva yeriydi.” Bizans devrinden manastır kalıntıları ve sürgün edilen Bizans soylularının hikâyeleri, bu ifadenin çağrıştırdığı ıssızlık ve sessizlikle örülü ortamı ete kemiğe büründürüyor sahiden. Fakat Prétextat’ya inanacak olursak bugünden bakıldığında hayli asude görünen zamanlarında, daha yirminci yüzyıla varmadan Adaların bu tanımdan epey uzaklaşmış olduğunu kabul etmek gerekir. Hakikaten böyleyse ne oldu, nasıl oldu da yirminci yüzyılın başında Adalar belli aylarda “iç turizmin” bir ayağı haline geldi? Tüm bu ihtimalleri test etmek için tarihte biraz geriye, 1900’lerin öncesine gitmek gerekiyor.  

Turizmi, seyahati kapitalist anlamda bir “metaya” dönüştüren, tüm süreç ve araçlarını birleştirip tek bir paket halinde seri olarak üretebilen bir endüstri olarak tanımlarsak, bu mekanizmanın on dokuzuncu yüzyılda, hatta ikinci yarısında tam anlamıyla işlerlik kazandığına şüphe yok. Nitekim Osmanlı döneminde turizm araştırmaları da bu tarihe yoğunlaşır; araştırmacılar gerek yabancı turistlerin gelişini gerek iç turizm hareketlerini 1860’lardan itibaren takip etmiştir. Ancak bu, kapitalizm seyahati ele geçirmeden önce, anakronik bir deyimle “turistlerin” olmadığı, “turistik gezilerin” yapılmadığı anlamına gelmiyor. Turizm endüstrisi yoksa da gezme zevki ve isteği, kaba tabirle “turistlik” hep vardı. Hatta bu bakımdan rağbet gören, ün kazanan yerlerde erkenden bir altyapı yeşerebiliyor, bu da turizm endüstrisi gelişmeye başladığında bu mekânların bir adım öne çıkmasını sağlayabiliyordu. Adalar’daki, özellikle de Büyükada ve Heybeliada’daki “turistik” potansiyel de daha modernleşme öncesinde kayıtlara geçmiştir. Sözgelimi 17. yüzyılda yaşayan Guillaume-Josephus Grelot Adalar’ın hem Pera ahalisinin hem de İstanbul’da yaşayan Avrupalıların gezinti yeri olduğunu belirtir. Burası “büyük bir serbestlikle” davranmayı canı çeken yeniçerilerin de uğrak yeridir. Kısacası burası büyük maceralara atılmadan, birkaç saatte yelkenlilerle gidilip dönülebilecek kadar İstanbul’a yakın; ama aynı zamanda “rahat davranılabilecek” kadar da uzak bir eğlence yeridir. Bunun yanı sıra sessizlik ve manzara arayanlar için de gayet elverişliydi Adalar. Nitekim 19. yüzyılın başında Adalar’a dair izlenimlerini yazanlar da sadece köylerden ve yerleşik Rum ahaliden değil, yazlık evler yaptıran yahut kiralayan, bazen de çok kısa kalıp şehre dönen bir topluluktan ve eğlencelerinden bahseder. Örneğin Pouqueville 1800 civarında buraya, Fransa elçiliğinin dragomanlarından birinin davetlisi olarak gelir. Konuklar başkentin sıkıntısını unutmak, gönüllerince keyfe dalmak için gün biterken “Kuyu” mevkiinde danslar ederler. Pertusier de Frenklerin burada kemanla, flütle eğlendiğini anlatır. 1810 civarı buraları gören Tancoigne ise Adalar’ın o zamanki turistlerini şöyle tarif eder: “Özgürlüğü sosyetik hayata ve can sıkıntısına yeğleyen Avrupalılar (…)”; başka bir deyişle ticaret için ya da diplomatik sebeplerle bir süreliğine İstanbul’a yerleşmiş olan Frenkler.  

Bu geliş gidişlerin özellikle Büyükada’da kendince bir “turizm altyapısı” yarattığı da yazılanlardan anlaşılır. Sözgelimi Pouqueville geldiğinde, kiralık gayet düzgün bir oda bulabilir burada. Pertusier de yabancı ziyaretçilerin maddi katkısından bahseder; bağ bahçeyle, balıkçılıkla uğraşan halk ve geceleyin ziyaretçilere oda kiralayan manastırlar bu işten bir kazanç elde etmektedirler. David Porter ise 1830’larda Macar Yolu’nun bitimindeki meyhaneye, alışveriş için küçük dükkânlara işaret eder. İstanbul’a dair ilk turist rehberlerinden birini kaleme alan Frédéric Lacroix, aslında günübirlik geldiği halde manastır kalıntıları gezisi uzun sürünce geceyi de Büyükada’da geçirmeyi tercih eder. 1839’da yayımlanan rehberde “Bize gösterilen lokantalı bir otelde rahat bir yer” bulabildiğini belirtir.  

1840’ların ortalarına doğru Büyükada’ya her gün düzenli vapur seferinin başlamasının turizm altyapısında da bir gelişme yaratması beklenebilir, nitekim buna dair birtakım izler de mevcuttur. Yelkenliler zamanında seyahatlerin en temel özelliği belirsizlikti; yani beklenmedik bir fırtına yahut bir kaza yolculuğun süresini de seyrini de hiç beklenmedik şekilde değiştirebilirdi; sözgelimi bu nedenle gemiler Çanakkale Boğazı girişinde haftalarca beklemek zorunda kalabilmekteydi. Normal şartlarda yelkenliyle Büyükada’ya İstanbul’dan dört saatte varılabiliyordu, yani süre çok uzun sayılmazdı, fakat vapurlar boy gösterince hem süre daha da kısaldı hem de vapurların da sık sık gecikmesine, arızalanmasına rağmen belirsizlik azaldı. Nitekim Prens Çiçaçef’in, 1844’te, İstanbul ile Büyükada arasında düzenli seferlerin başlamasından kısa bir süre sonraki gözlemi bu yöndedir: “(…) konum ve iklim koşulları bakımından başkent çevresinde bu hoş adalar kadar yabancıların ikametine uygun bir yer daha bulmak güçtür. Düzenli vapur seferleri Adalar’ı Boğaz’ın her noktasına bağladıktan sonra bu avantaj iyice artmıştır.” Ve çok geçmeden vapur seferlerinin turistik altyapıya doğrudan etkisi de izlenebilir hale gelir; 1846’da Büyükada’nın ismi bilinen ilk otellerinden birinin Courrier de Constantinople gazetesinde çıkan ilanında sezilen budur: “Au Chapeau Chinois” adındaki bu otelin işletmecisi Mösyö Jacques, Macar Yolu’nun en güzel manzaralı yerinde yer alan bu yepyeni tesiste başka yerlerin aksine misafirlerin böceklerle boğuşmaması için gerekli tedbirleri aldığını kaydeder. Daireler günlük, aylık ya da daha uzun süreli kiralanabilmektedir. Her akşam vapurun geliş saatine göre kişi başı on kuruşa zengin bir sofra kurulmaktadır, hatta otelin pastacısı bile eksik değildir.  

Başta Büyükada olmak üzere Adalar’ın turistik seyri, 19. yüzyılın ikinci yarısında daha rahat izlenebiliyor; hem faaliyetler çoğaldığı için, ama aynı zamanda bu faaliyetlerin yer aldığı, duyurulduğu, dolayısıyla bir bakıma bunları teşvik eden yayınlar, gazeteler, kitaplar, turist rehberleri de arttığı için. Bir bakıma Adalar’ın “geleneksel” turistleri sayılabilecek İstanbul’da yaşayan Avrupalılara, bu tarihlerde modernleşmenin etkisiyle kültürel anlamda yolları daha sık kesişen farklı kesimler eklenmiş bulunuyordu. Sözgelimi 1850’lerden itibaren kayıtlarına rastlanan kayık, yat yarışlarının yılda birkaç gün Osmanlı hanedanının bazı mensuplarını, önde gelen Rum, Ermeni, Yahudi ailelerini Adalar’da bir araya getirdiği, gazetelere yansıyan haberlerden izlenebiliyor. Örneğin 1875’te Stamboul gazetesinde çıkan, yarım sayfayı kaplayan programdan Heybeliada’da bir yeri olan “Club Commercial et Maritime de Péra”nın organizasyonu üstlendiği, o sıralar Akdeniz turuna çıkmış olan emperyal bir turistin; İngiltere Prensi ve Edinburgh Dükü Alfred’in de yarışlara icabet etmesinin beklendiği anlaşılıyor. 1899’da ise tribünleri ünlü mimar Mongeri’nin inşa etmiş olması, günübirlikçileri Ada’ya çeken bu aktivitenin vardığı boyutlar hakkında herhalde bir fikir verecektir. Aynı yıl bir kadın takımının da yat yarışlarında mücadele ettiğini de eklemeden geçmeyelim… Ne de olsa Büyükada, şehir içine göre farklı davranmanın, kültürel geçişlerin ve iç içeliklerin pratikte meşrulaştığı bir yerdi.  

19. yüzyılın ikinci yarısında Adalar bir gelişmeye daha sahne oldu: Sayfiye evlerinin çoğalması; dolayısıyla uzun süreliğine kalmak isteyenlerin özellikle Büyükada’da mekânsal bir dönüşüme, yeni mahallelerin kurulmasına, yeni yol düzenlemelerine yol açması; yeni ihtiyaçlar doğurması. Bu dönüşümün öncüleri arasında da Malta kökenli biri öne çıkıyor: Sinyor Giacomo. Duygu Saygın’ın 19. yüzyılda Büyükada’nın sosyal ve ekonomik durumuyla ilgili yüksek lisans tezinde bahsettiği Sinyor Giacomo (ya da muhtemelen, bir tarihte ABD’den sınırdışı edilmiş olmasına bir gönderme olarak “Kaptan Deport”) 1850’lerde Büyükada’da birtakım köşkler yapıp satarak kalburüstü bir topluluğun bir ayağını Büyükada’ya basmasını sağlamış, kendisi Dilkûşa adı verilen bu mahallenin muhtarlığını da üstlenmiştir.  

Tüm bunlar göz önüne alındığında Lecomte Prétextat bu yazının başında yer verilen tespitinde pek yanılmış görünmüyor: Bir tarafta öteden beri Adalar’ı günübirlik bir eğlence yeri, kısa ya da uzun turistik konaklamalar için müsait bir ortam bellemiş olan Frenkler, bir tarafta modern kültürün şemsiyesi altında giderek daha sık Büyükada’daki faaliyetlerde bir araya gelen farklı kesimler, bir tarafta 1870’lerden itibaren Avrupa’da satın aldıkları paket turların bir parçası olarak Adalar’ı ziyaret eden yabancı turistler, bir tarafta sayfiye evleri yaptıran ekabir, bir tarafta da onlara özenenler. 1895’te Grosvenor, daha ileri bir tarihte, 1913’te de muhtemelen ondan kopya çeken Ardern Beaman Büyükada’nın havasını “lotus yiyen” diye tarif eder; eski Yunan mitolojisinde lotus büyüdüğü adada, meyveleri ve çiçekleriyle halkı uyuşturan, huzura, sefaya kavuşturan bir ağaçtır. Bizim Adalar da gelenleri huzura kavuşturduğu için ün kazanmış, bu sebeple ziyaretçi çekmiş, ziyaretçiler çoğaldıkça da bu kez huzuru kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış anlaşılan. Fakat sevenleri hiç azalmayıp hep çoğaldığına göre lotuslar biz görmesek de bir yerlerde yetişmeyi başarıyor belki de.