“Hiçbir yere ait olmadığını fark ettiğinde özgürsün – her yere aitsin.”
Maya Angelou
Bir sözcük olarak “soykırım” ilk kez Polonyalı avukat Raphäel Lemkin tarafından 1944 yılında yazdığı “Axis Rule in Occupied Europe” adlı kitapta ortaya atıldı. Bu kelime, Yunanca “genos” önekini, yani ırk veya kabile anlamına gelen, ve Latin “cide” sonekini, yani öldürme anlamına gelen kelimelerin birleşmesinden oluşur. Lemkin, bu terimi kısmen Holokost sırasında Yahudi halkının sistematik olarak öldürülmesiyle ilgili Nazi politikalarına yanıt olarak geliştirdi, fakat aynı zamanda tarihsel olarak belirli insan gruplarının yok edilmesini amaçlayan hedefli eylemlere karşı önceki örneklerden de etkilenmiştir. Daha sonra, Raphäel Lemkin, soykırımın uluslararası bir suç olarak tanınması ve kodlanması için kampanya yürüttü.
Herkesin şu sıralar ağzına geleni söylediği, ben hemen bir kınayıp, öfkemi kusup kendi dünyama kaçayım dediği harikalar diyarı sosyal mecrada “soykırım” kelimesi çok rahatça ağıza alınırken, soykırım kelimesinin kökeni, anlamı ve neyin soykırım sayılabileceği bilinmeden sözcük ele ayağa düşürülmüştür. Soykırım sayılabilecek suç mental ve fiziksel olarak ikiye ayrılır: mental soykırımda topluluğun kültürel ve dini gelenekleri yok sayılarak asimile etme hedeflenirken aynı zamanda kimliklerinin de tamamen silinmesi hedeflenir. Fiziksel soykırımda ise istenmeyen grubun üyelerini öldürmenin yanı sıra vücutlarında kalıcı hasar, üremelerini durduracak zarar bırakmanın yanı sıra bu grubun bütün üyelerinin evlerinden alınarak, temel ihtiyaçları ve güvenlikleri sağlanmadan, yolda ölme ihtimalleri göz önüne alınmayarak sürülmesi de soykırımdır.
Elbette başka bir coğrafyada birilerinin öldürülmesine, kaçırılmasına ve çocukların ağlamalarına göz yumulamaz; olan bitene tepki göstermeden durulamaz ama kendi geçmişine bakmadan, yapılanlarla yüzleşmeden başka birilerini kınamak geçmişten gelen travmaların, baskının ve aslında kendi evinde huzur bulamayanın başkasının dedikodusunu yapmasından öteye geçmeyen bir mahalle kavgasından farksızdır.
Özellikle 7 Ekim Cumartesi günü Hamas’ın yüzlerce sivili öldürüp, kaçırmasıyla hortlayan antisemitizm ve anında cepten Hitler’in çıkarılıp yüceltilmesi büyük bir nevroza işaret eder ki bunu yapan bireyin ya da toplumun psikozu hakkında da ipucu verir. Örneğin, geçen Cumartesi Varşova’da Yahudiler aleyhine açılan pankartta çöpe atılan Davud yıldızı karikatürü, gösterinin Varşova gettosuna sadece bir kaç metre uzakta olması ve çok da eski olmayan bir zamanda 400.000 Yahudi’nin burada yok edilmiş olması açısından oldukça düşündürücüdür. İşte tam da burada, otoriteye ve “baba” figürüne olan açlığı, kendi yazarları Witold Gombrowicz, Trans-Atlantik romanında gayet güzel anlatıyor. Roman, yazarın Arjantin’deki Polonya kolonisini keşfetmesi ve bu deneyimini komik bir şekilde yansıtılması ile ilgili. Lehcesinde “ojczyzna” olarak ifade edilen “vatan” kelimesi, Türkçe’de “babaistan” şeklinde çevrilebilecek bir terime denk gelir. Başka bir deyişle, “baba vatanı” veya “babavatan” anlamına gelir. Gombrowicz, bu romanında tam olarak bu konuyu eleştiriye tabi tutuyor gibi görünüyor. Polonya’nın, sorgusuz sualsiz, kör hislerle kabul edilmesini eleştiriyor ve kendisini vatan hainliği ile suçlayanlara karşı günlüğünde şu sözlerle yanıt veriyor:
“Bir Polonyalıya yaklaşacağım ve ona şöyle diyeceğim -Tüm yaşamın boyunca Ona diz çöktün. Şimdi tam tersi bir şeyler yapmaya çalış. Kalk ayağa. Düşün ki, yalnızca sen Ona hizmet etmek zorunda değilsin. O da sana ve gelişmene hizmet etmek zorunda. İşte o zaman o Polonyalı bana öfkeyle şöyle yanıt verirdi: -Delirdin mi sen! Eğer öyle yaparsam ne değerim kalır benim? Ben de ona: – Senin için en temel olanı seç: Bir insan mısın, yoksa Polonyalı mısın? Eğer insanlık önemliyse, O, yani Polonyalılık sana yarar sağladığı ölçüde, insanlığa uygun olur. Ama seni frenler, tökezletirse üstesinden gelmeli.”
Toplumların tarihi, kültürel ve sosyal gerçekliklerini göz önüne almadan, terörü motive eden kurtuluş vaatlerinin neler olduğunu düşünmeden bağırmanın insanın kendisini tatmin etmesinden başka bir şeye yaramadığını görmek gerekir. Barışın gelmesi için, hemen şimdi.
“Hiçbir yere ait olmadığını fark ettiğinde özgürsün – her yere aitsin.”
Maya Angelou
Bir sözcük olarak “soykırım” ilk kez Polonyalı avukat Raphäel Lemkin tarafından 1944 yılında yazdığı “Axis Rule in Occupied Europe” adlı kitapta ortaya atıldı. Bu kelime, Yunanca “genos” önekini, yani ırk veya kabile anlamına gelen, ve Latin “cide” sonekini, yani öldürme anlamına gelen kelimelerin birleşmesinden oluşur. Lemkin, bu terimi kısmen Holokost sırasında Yahudi halkının sistematik olarak öldürülmesiyle ilgili Nazi politikalarına yanıt olarak geliştirdi, fakat aynı zamanda tarihsel olarak belirli insan gruplarının yok edilmesini amaçlayan hedefli eylemlere karşı önceki örneklerden de etkilenmiştir. Daha sonra, Raphäel Lemkin, soykırımın uluslararası bir suç olarak tanınması ve kodlanması için kampanya yürüttü.
Herkesin şu sıralar ağzına geleni söylediği, ben hemen bir kınayıp, öfkemi kusup kendi dünyama kaçayım dediği harikalar diyarı sosyal mecrada “soykırım” kelimesi çok rahatça ağıza alınırken, soykırım kelimesinin kökeni, anlamı ve neyin soykırım sayılabileceği bilinmeden sözcük ele ayağa düşürülmüştür. Soykırım sayılabilecek suç mental ve fiziksel olarak ikiye ayrılır: mental soykırımda topluluğun kültürel ve dini gelenekleri yok sayılarak asimile etme hedeflenirken aynı zamanda kimliklerinin de tamamen silinmesi hedeflenir. Fiziksel soykırımda ise istenmeyen grubun üyelerini öldürmenin yanı sıra vücutlarında kalıcı hasar, üremelerini durduracak zarar bırakmanın yanı sıra bu grubun bütün üyelerinin evlerinden alınarak, temel ihtiyaçları ve güvenlikleri sağlanmadan, yolda ölme ihtimalleri göz önüne alınmayarak sürülmesi de soykırımdır.
Elbette başka bir coğrafyada birilerinin öldürülmesine, kaçırılmasına ve çocukların ağlamalarına göz yumulamaz; olan bitene tepki göstermeden durulamaz ama kendi geçmişine bakmadan, yapılanlarla yüzleşmeden başka birilerini kınamak geçmişten gelen travmaların, baskının ve aslında kendi evinde huzur bulamayanın başkasının dedikodusunu yapmasından öteye geçmeyen bir mahalle kavgasından farksızdır.
Özellikle 7 Ekim Cumartesi günü Hamas’ın yüzlerce sivili öldürüp, kaçırmasıyla hortlayan antisemitizm ve anında cepten Hitler’in çıkarılıp yüceltilmesi büyük bir nevroza işaret eder ki bunu yapan bireyin ya da toplumun psikozu hakkında da ipucu verir. Örneğin, geçen Cumartesi Varşova’da Yahudiler aleyhine açılan pankartta çöpe atılan Davud yıldızı karikatürü, gösterinin Varşova gettosuna sadece bir kaç metre uzakta olması ve çok da eski olmayan bir zamanda 400.000 Yahudi’nin burada yok edilmiş olması açısından oldukça düşündürücüdür. İşte tam da burada, otoriteye ve “baba” figürüne olan açlığı, kendi yazarları Witold Gombrowicz, Trans-Atlantik romanında gayet güzel anlatıyor. Roman, yazarın Arjantin’deki Polonya kolonisini keşfetmesi ve bu deneyimini komik bir şekilde yansıtılması ile ilgili. Lehcesinde “ojczyzna” olarak ifade edilen “vatan” kelimesi, Türkçe’de “babaistan” şeklinde çevrilebilecek bir terime denk gelir. Başka bir deyişle, “baba vatanı” veya “babavatan” anlamına gelir. Gombrowicz, bu romanında tam olarak bu konuyu eleştiriye tabi tutuyor gibi görünüyor. Polonya’nın, sorgusuz sualsiz, kör hislerle kabul edilmesini eleştiriyor ve kendisini vatan hainliği ile suçlayanlara karşı günlüğünde şu sözlerle yanıt veriyor:
“Bir Polonyalıya yaklaşacağım ve ona şöyle diyeceğim -Tüm yaşamın boyunca Ona diz çöktün. Şimdi tam tersi bir şeyler yapmaya çalış. Kalk ayağa. Düşün ki, yalnızca sen Ona hizmet etmek zorunda değilsin. O da sana ve gelişmene hizmet etmek zorunda. İşte o zaman o Polonyalı bana öfkeyle şöyle yanıt verirdi: -Delirdin mi sen! Eğer öyle yaparsam ne değerim kalır benim? Ben de ona: – Senin için en temel olanı seç: Bir insan mısın, yoksa Polonyalı mısın? Eğer insanlık önemliyse, O, yani Polonyalılık sana yarar sağladığı ölçüde, insanlığa uygun olur. Ama seni frenler, tökezletirse üstesinden gelmeli.”
Toplumların tarihi, kültürel ve sosyal gerçekliklerini göz önüne almadan, terörü motive eden kurtuluş vaatlerinin neler olduğunu düşünmeden bağırmanın insanın kendisini tatmin etmesinden başka bir şeye yaramadığını görmek gerekir. Barışın gelmesi için, hemen şimdi.
Paylaş: