Büyükada’da büyümüş ve çocuklarını büyütmüş bir adalı olarak, benim ada hikayem 1974 yazında yedi yaşındayken başlar. Ondan önceki yazı kardeşimin doğumu sebebiyle İstanbul’da, daha önceki bir ya da iki yazı da hayal meyal hatırladığım Caddebostan’da geçirmiştik. Daha o zamanlar küçücük yaşımda ağabeyimin peşinde, ona yetişebilmek için bisiklete binmeyi öğrenmiştim.
Adaya gittiğimiz ilk yıl, babamın adanın en güzel bölgesi olarak adlandırdığı Çankaya’da bir ev tutmuştuk. Çankaya Caddesi’ni deniz yönünde kesen Albayrak yokuşu ondan sonraki on beş yılımızı üç farklı evde geçirdiğimiz sokak oldu.
Adada hayat çocuklar için eğlenceli ve özgürdü. Bisikletle bize yakın sayılacak bir mesafede oturan kuzenlerimin evine tek başıma gidebiliyordum. Birlikte oyunlar oynuyor, sonra da Seferoğlu plajına gidiyorduk. Bütün günü havuz ve denizde geçirdikten sonra akşam üstü kuzenlerim ve arkadaşlarımla iskeleye gidip Yalovalı’dan patates köftesi, daha sonra turşu ve sonra da dondurmayı üst üste yiyebiliyorduk. Bunlara bazen İnci’den profiterol da eklenebiliyordu.
Bu rutinde geçen ilk yazıma Temmuz ayının ortasında Kıbrıs Harekatı darbesini vurdu. Keyifle geçen yaz günleri tedirginliğe büründü. Karartma terimini ilk o yaz işittim. Akşamları evde ışık açmak yasaktı. Sadece mum yakıyorduk ve dış cepheye penceresi olmayan mutfağımızda küçücük renkli bir ampulle yemekleri hazırlıyorduk. Bir gece yokuştan aşağı ağlayarak geçen köşemizdeki binada oturan orta yaşlı Yahudi teyze hala aklımda. Evlerinden ışık sızdığı için kocasını karakola götürmüşler, onu kurtarabilme umuduyla kendisi de oraya gidiyordu. Kıbrıs Harekatı tam bir ay sürdü. Harekat sona erdiği zaman biz hepimiz huzura kavuştuk ama ancak yıllar sonra bu kadar kısa süre içinde her iki taraftan da binlerce kişinin öldüğünü idrak ettim.
O evde iki sene oturduktan sonra dokuz yaşımdayken aynı sokağın daha yukarısında Çankaya Caddesi’nde başlayıp Şemsimolla Caddesi’ne kadar uzanan geniş bir alanı kapsayan Venezia Apartmanı’na taşındık. Bu günlerde maalesef kaderine terk edilmiş, yıkıntı halinde olan bu yapı o zamanların en havalı binalarındandı. Daha önceleri otel olarak kullanılan bu bina, zaman içinde bölümlere ayrılarak, yazlık evler olarak kiralanmaya başlamış.
Binanın 1 ve 2 numaralı daireleri Çankaya Caddesi’ne cepheleri olan oldukça lüks evlerdi. Önlerinde caddeden yüksekte kalan kocaman taş bahçeleri, girişte camekan limonlukları, zamanında lobi olarak kullanılan yüksek tavanlı salonları ile binanın en büyük daireleriydi. Venezia’da aslında daha o zaman bugünkü site hayatı vardı diyebilirim. Kaç dairesi olduğunu şimdi hatırlamıyorum ama çok büyük bir alana yayıldığı için hem Albayrak Sokak üzerinde farklı birkaç girişi, ortada avlu gibi kocaman bir bahçesi ve yine Çankaya Caddesi tarafından bir girişle önlerinde küçük bahçeleri olan kat kat yan daireleri, çeşit çeşit meyve ağaçları ve rengarenk çiçekleriyle tek başına bu yazıya konu olabilecek bir mekandı.
Binanın sahibi Nermin Hanım da orta bahçede ayrı bir girişi olan büyük bir dairede benim yaşlarımdaki torunu İhsan ve hizmetlileri ile yaşıyordu. O zamanlar evlerde telefon pek yaygın değildi, hele ki adada hiç. Ancak tabii ki ev sahibemizde telefon vardı. Bu telefonun bir paraleli de orta bahçedeki telefon kulübesinde kiracılara hizmet amaçlı dururdu. İsteyen jeton atarak bu telefonu kullanabilirdi. Üstelik bu telefonun numarasını istediğimiz kişiye verebiliyorduk. Eğer arayan olursa ya ev sahibesi, ya da bahçede oynayan biz çocuklar telefonu açardık ve arayan kimi istiyorsa seslenerek çağırırdık. Yine o zamanlar çocuk olarak gözlemleyip çok hoşuma giden bir şey de komşumuz olan genç bir kızın haftanın bazı günleri belli saatlerde kulübedeki telefonun başında çıktığı gençten telefon beklemesiydi. Onun bekleyişindeki o heyecan ve konuşma bittiğinde yüzündeki gülümseme hala hafızamda çok canlıdır. Bugün küçücük çocukların bile cep telefonları olduğunu düşününce bu anlattıklarım kulağa komik bir şaka gibi geliyor.
Yine Venezia’da yaşarken 1980 yılında 12 Eylül sabahı uyandık ve babalarımızın işe gitmek için evden çıktıktan sonra eve geri döndüklerini gördük. Silahlı Kuvvetler yönetimi ele almış dediler. Darbe, örfi idare gibi terimler eklenmişti bu sefer de dağarcığımıza. Evden çıkmak yasak denmişti ama öğlene doğru bakkala çıkılabilir haberleri gelince yakındaki arkadaşlarımıza gitmeye başlamıştık hemen. On üç yaşındaki benim için darbe sokağa çıkma yasağı demekti o zaman.
Venezia’da yaklaşık on yıl yaşadık ve farklı zamanlarda farklı dairelere gelen pek çok ailenin çocuklarıyla arkadaşlık ettik. Bahçede, kapı girişinde, merdivenlerde, birbirimizin evlerinde oyunlar oynadık, sohbet ettik ve bir ada klasiği olarak kart oynadık.
Venezia’da geçen on yıldan sonra Albayrak Sokak’taki ilk evimizin hemen yanında başka bir ev tuttuk. Bu ev de çok ilginçti. Aslında Rum bir ailenin yaşadığı iki katlı evin üst katıydı. Eve girerken alt katta Madam Fani’nin holünden geçip üst kattaki evimize çıkardık. Şimdiki modern evlerimizden farklı eski, ahşap ama çok geniş ve ferah bir evdi. Bu evde de iki üç sene geçirdikten sonra babam artık yine o çevreye yakın Şemsimolla’da bir ev satın aldı.
Ben de hemen o sene evlendim ve birkaç yıl sonra adanın öbür tarafındaki Maden Mahallesi’nde Cami Çıkmazı’na yerleştim. Babam her ne kadar en çok Çankaya’yı sevdiyse de ben çocuklarımı büyüttüğüm, çok mutlu olduğum ve hala oturduğum adanın bu tarafını da çok sevdim.
Çocuklarım da neredeyse benimkine benzer bir çocukluk ve gençlik dönemini adada yaşama şansına eriştiler. Her yazı doyasıya bütün gün açık havada keyifle, neşeyle, güzel arkadaşlarla geçirdiler. Onlar da ilk darbe haberlerini adada aldılar. Ne de olsa tarih tekerrürden ibaretti. Sırayla her ikisi de dünyanın farklı yerlerine taşınsalar da adaya sevgileri hep baki.
Kapak fotoğrafı: Google Maps, Çankaya Caddesi ile Albayrak Sokak’ın kesişimi
Büyükada’da büyümüş ve çocuklarını büyütmüş bir adalı olarak, benim ada hikayem 1974 yazında yedi yaşındayken başlar. Ondan önceki yazı kardeşimin doğumu sebebiyle İstanbul’da, daha önceki bir ya da iki yazı da hayal meyal hatırladığım Caddebostan’da geçirmiştik. Daha o zamanlar küçücük yaşımda ağabeyimin peşinde, ona yetişebilmek için bisiklete binmeyi öğrenmiştim.
Adaya gittiğimiz ilk yıl, babamın adanın en güzel bölgesi olarak adlandırdığı Çankaya’da bir ev tutmuştuk. Çankaya Caddesi’ni deniz yönünde kesen Albayrak yokuşu ondan sonraki on beş yılımızı üç farklı evde geçirdiğimiz sokak oldu.
Adada hayat çocuklar için eğlenceli ve özgürdü. Bisikletle bize yakın sayılacak bir mesafede oturan kuzenlerimin evine tek başıma gidebiliyordum. Birlikte oyunlar oynuyor, sonra da Seferoğlu plajına gidiyorduk. Bütün günü havuz ve denizde geçirdikten sonra akşam üstü kuzenlerim ve arkadaşlarımla iskeleye gidip Yalovalı’dan patates köftesi, daha sonra turşu ve sonra da dondurmayı üst üste yiyebiliyorduk. Bunlara bazen İnci’den profiterol da eklenebiliyordu.
Bu rutinde geçen ilk yazıma Temmuz ayının ortasında Kıbrıs Harekatı darbesini vurdu. Keyifle geçen yaz günleri tedirginliğe büründü. Karartma terimini ilk o yaz işittim. Akşamları evde ışık açmak yasaktı. Sadece mum yakıyorduk ve dış cepheye penceresi olmayan mutfağımızda küçücük renkli bir ampulle yemekleri hazırlıyorduk. Bir gece yokuştan aşağı ağlayarak geçen köşemizdeki binada oturan orta yaşlı Yahudi teyze hala aklımda. Evlerinden ışık sızdığı için kocasını karakola götürmüşler, onu kurtarabilme umuduyla kendisi de oraya gidiyordu. Kıbrıs Harekatı tam bir ay sürdü. Harekat sona erdiği zaman biz hepimiz huzura kavuştuk ama ancak yıllar sonra bu kadar kısa süre içinde her iki taraftan da binlerce kişinin öldüğünü idrak ettim.
O evde iki sene oturduktan sonra dokuz yaşımdayken aynı sokağın daha yukarısında Çankaya Caddesi’nde başlayıp Şemsimolla Caddesi’ne kadar uzanan geniş bir alanı kapsayan Venezia Apartmanı’na taşındık. Bu günlerde maalesef kaderine terk edilmiş, yıkıntı halinde olan bu yapı o zamanların en havalı binalarındandı. Daha önceleri otel olarak kullanılan bu bina, zaman içinde bölümlere ayrılarak, yazlık evler olarak kiralanmaya başlamış.
Binanın 1 ve 2 numaralı daireleri Çankaya Caddesi’ne cepheleri olan oldukça lüks evlerdi. Önlerinde caddeden yüksekte kalan kocaman taş bahçeleri, girişte camekan limonlukları, zamanında lobi olarak kullanılan yüksek tavanlı salonları ile binanın en büyük daireleriydi. Venezia’da aslında daha o zaman bugünkü site hayatı vardı diyebilirim. Kaç dairesi olduğunu şimdi hatırlamıyorum ama çok büyük bir alana yayıldığı için hem Albayrak Sokak üzerinde farklı birkaç girişi, ortada avlu gibi kocaman bir bahçesi ve yine Çankaya Caddesi tarafından bir girişle önlerinde küçük bahçeleri olan kat kat yan daireleri, çeşit çeşit meyve ağaçları ve rengarenk çiçekleriyle tek başına bu yazıya konu olabilecek bir mekandı.
Binanın sahibi Nermin Hanım da orta bahçede ayrı bir girişi olan büyük bir dairede benim yaşlarımdaki torunu İhsan ve hizmetlileri ile yaşıyordu. O zamanlar evlerde telefon pek yaygın değildi, hele ki adada hiç. Ancak tabii ki ev sahibemizde telefon vardı. Bu telefonun bir paraleli de orta bahçedeki telefon kulübesinde kiracılara hizmet amaçlı dururdu. İsteyen jeton atarak bu telefonu kullanabilirdi. Üstelik bu telefonun numarasını istediğimiz kişiye verebiliyorduk. Eğer arayan olursa ya ev sahibesi, ya da bahçede oynayan biz çocuklar telefonu açardık ve arayan kimi istiyorsa seslenerek çağırırdık. Yine o zamanlar çocuk olarak gözlemleyip çok hoşuma giden bir şey de komşumuz olan genç bir kızın haftanın bazı günleri belli saatlerde kulübedeki telefonun başında çıktığı gençten telefon beklemesiydi. Onun bekleyişindeki o heyecan ve konuşma bittiğinde yüzündeki gülümseme hala hafızamda çok canlıdır. Bugün küçücük çocukların bile cep telefonları olduğunu düşününce bu anlattıklarım kulağa komik bir şaka gibi geliyor.
Yine Venezia’da yaşarken 1980 yılında 12 Eylül sabahı uyandık ve babalarımızın işe gitmek için evden çıktıktan sonra eve geri döndüklerini gördük. Silahlı Kuvvetler yönetimi ele almış dediler. Darbe, örfi idare gibi terimler eklenmişti bu sefer de dağarcığımıza. Evden çıkmak yasak denmişti ama öğlene doğru bakkala çıkılabilir haberleri gelince yakındaki arkadaşlarımıza gitmeye başlamıştık hemen. On üç yaşındaki benim için darbe sokağa çıkma yasağı demekti o zaman.
Venezia’da yaklaşık on yıl yaşadık ve farklı zamanlarda farklı dairelere gelen pek çok ailenin çocuklarıyla arkadaşlık ettik. Bahçede, kapı girişinde, merdivenlerde, birbirimizin evlerinde oyunlar oynadık, sohbet ettik ve bir ada klasiği olarak kart oynadık.
Venezia’da geçen on yıldan sonra Albayrak Sokak’taki ilk evimizin hemen yanında başka bir ev tuttuk. Bu ev de çok ilginçti. Aslında Rum bir ailenin yaşadığı iki katlı evin üst katıydı. Eve girerken alt katta Madam Fani’nin holünden geçip üst kattaki evimize çıkardık. Şimdiki modern evlerimizden farklı eski, ahşap ama çok geniş ve ferah bir evdi. Bu evde de iki üç sene geçirdikten sonra babam artık yine o çevreye yakın Şemsimolla’da bir ev satın aldı.
Ben de hemen o sene evlendim ve birkaç yıl sonra adanın öbür tarafındaki Maden Mahallesi’nde Cami Çıkmazı’na yerleştim. Babam her ne kadar en çok Çankaya’yı sevdiyse de ben çocuklarımı büyüttüğüm, çok mutlu olduğum ve hala oturduğum adanın bu tarafını da çok sevdim.
Çocuklarım da neredeyse benimkine benzer bir çocukluk ve gençlik dönemini adada yaşama şansına eriştiler. Her yazı doyasıya bütün gün açık havada keyifle, neşeyle, güzel arkadaşlarla geçirdiler. Onlar da ilk darbe haberlerini adada aldılar. Ne de olsa tarih tekerrürden ibaretti. Sırayla her ikisi de dünyanın farklı yerlerine taşınsalar da adaya sevgileri hep baki.
Kapak fotoğrafı: Google Maps, Çankaya Caddesi ile Albayrak Sokak’ın kesişimi
Paylaş: