Ada

Prinkipo’ya ve eski İstanbul’a selam gönderen bir marka: Marché – Özgür Kaymak

Büyükada / Prinkipo ile özdeşleşmiş, adanın içinden doğmuş ve büyüyen bir marka, Marché. Gayet sade bir dille ve farklı dönemlerden görselleriyle, adanın çeşitli kültürlerine ait imgelerle, Büyükada’nın geçmişinden bugüne ürün aracılığı ile kuvvetli bir sembolik bağ kuruluyor aslında. Adanın belleğine eskiyle yeniyi birleştiren, hem nostaljik hem de günceli içinde barındıran bir dinamizm katıyor. Adaların geçirdiği değişimden sıklıkla dem vurulan bugünlerde, tüm kaosa, belleğin yok edilme çabalarına rağmen tarihinden, doğasından, azaltılmasına rağmen adaların omurgasını oluşturan azınlık kültürlerinden beslenen ve bu emeğin karşılığını bulan, umut verici bir örnek olarak duruyor önümüzde.  

Özgür: Marché’nin doğuşuna, Marché ile Büyükada’nın bağına gelmeden önce kısaca seni tanıyabilir miyiz Nazlı? 

Nazlı Bozdağ: En baştan başlayalım o zaman. 1983 İstanbul doğumluyum. Fenerbahçe Kalamış’ta büyüdüm. Oradaki marina kültürü, deniz kültürü, mahallelilik, bundan sonra Marché’ye dair anlatacağım şeylerde çok etkili oldu. Liseyi St. Joseph’de okudum. O Frankafon kültürü beni edebiyatıyla, felsefesiyle çok etkiledi.  

Ö.: Ailede tekstille ilgilenen, modayla haşır neşir olan var mıydı, senin rol model olarak benimsediğin? 

N.: Babam tekstil sektöründeydi zaten. Annem çok meraklıydı, halam da keza öyle. Ailede herkesin bir merakı vardır güzel, estetik şeylere. Dolayısıyla çok gördüğüm, bildiğim bir alandı benim için moda.  

Ö.: Maharetli kadınların olduğu bir aileden geliyorsun 

N.: Aynen öyle (gülerek). Kendi kendime de çizerdim hep; kara kalem bir kız çizer üzerine kıyafetler tasarlardım.   

Ö.: Liseden sonra moda ile ilişkin nasıl evrildi, ailenin yaklaşımı nasıldı? 

N.: Üniversitede moda okumayı düşünüyordum hep. Ailem hep destekledi beni bu konuda. Babam da zaten işin içinde, ticaretini yapıyordu. Yurtdışında okumayı hedeflemiştim ilk başta. Bizdeki okullar çok köklü tabii ama yurtdışındaki akademileri vizyonuma daha yakın buluyordum. Fakat planlar değişti. O sene Yeditepe Üniversitesi Tekstil Bölümü yeni açılmıştı ve kadroları çok iyiydi. Sınavları da geçince orada başlamaya karar verdim. Sonrasında içimde kalmasın diyerek Marangoni’de ve Londra’da sertifika kurslarına katıldım, eksik yanlarımı gidermek için. Bir sene kalıp kendi master’ımı tamamladım diyebilirim. 

Azaryan Köşkü – Seferoğlu

Ö.: Mezun olduktan sonra sektöre adım atman çanta ile mi oldu, ilk çıkış motivasyonun neydi? 

N.: Birkaç girişimim olmuştu sektöre ilk çıktığımda, dergicilik bunlardan biriydi. Fakat yeterince tatmin olmayınca deri ile çalışmayı düşünmeye başladım. Kendi markamı kurdum. O zaman yeni yeni Türk kadın tasarımcılar piyasaya çıkmaya başlamıştı. Şimdi seninle konuşurken fark ettim, her şeyin çok çok yeni olduğu zamanlardı. 

Ö.: Çok iyi hatırlıyorum, 2000’lerin başında Galata’da moda haftaları düzenleniyordu, çok keyifliydi. 

N.: Aynen, en fazla 15 sene öncesinden bahsediyoruz. Galata’da Building diye bir yer vardı, içinde genç tasarımcıların olduğu. Ben de o zaman kendi markamı çıkarıyorum, ama çanta değildi. Deri üzerineydi, kendi ismimle, Nazlı Bozdağ diye. Ve bu dükkanda tanıtmaya başladım ilk işlerimi. Böyle bir konsept yeni yeni oluşmaya başlamıştı İstanbul’da ve ben de o döneme denk düştüm. 2016 senesiydi. 

Ö.: Ben hep seni Marché ile özdeşleştirdiğim için deriyi bir anda gözümün önüne getiremedim. (gülerek) 

N.: Giyim ve aksesuar üzerineydi, çok sade idi. Mesela incecik deri kalem etekler, biker ceket, oversize pardesü, çok bol deri pantolon gibi. O işi de çok severek yaptım. İstanbul ve Berlin Moda Haftaları’na katılmıştım. 

Ö.: Kendi dükkanın oldu mu peki? 

N.: Başlarda yoktu, ürünleri tasarımcı dükkanlara veriyordum. Sonra bir noktada çok yorucu gelmeye başladı konsinye vermek. İlk dükkanım Teşvikiye’de idi, showroom gibiydi. Bir sene kadar orada dükkancılığı öğrendim. Benim için bayağı bir tecrübe oldu.  

Ö.: O zamanlar henüz Ada ile tanışmamıştın ve Marché doğmamıştı değil mi? 

N.: Henüz değil. Üniversite bittikten sonra bir dönem Moda’da yaşadım, ardından Cihangir’de ve son olarak da Çukurcuma’da oturdum. Beymen’de de bir sene kadar çalıştım. Bahsettiğim dükkan tecrübesi beni artık çok yormuştu. “Gene kurumsala mı geri dönsem” diye düşünürken, Marché çıktı ortaya! 

Ö.: O zaman hadi, Marché’yi dinleyelim! 

N.: Kapalıçarşı’ya gitmeyi, gezmeyi hep çok sevmişimdir. Bana hep büyülü gelir orası; yeni şeyler, kumaşlar keşfedeyim… Müthiş ilham alırım orada gezinirken. Hazır bulduğum birtakım şeylerden dönüştürerek, daha az işçilik gerektirecek şekilde bir üretim tasarlamaya başladım. Plaj çantası, tote bag’i, peştemalı derken, bir baktım böyle bir ürün gamı oluştu. Ve Özer’le birlikte “yapar mıyız” derken, yapmaya karar verdik. 

Ö.: Marché marka ismi olarak hangi yıl, nasıl doğdu?  

N.: Hemen tabii bir isim düşünmeye başladık. Özer’in işi bu. İkimiz de İstiklal Caddesi’nde gezmeyi, eski hanların içinde dolanmayı, oradaki mekanlar hakkında okumayı çok severiz ve çok heyecanlandırır bu bizi. Markanın referansı bizim o sevdiğimiz eski İstanbul olsun dedik. Eski İstanbulla bağlantısı olan insanlardı üreticiler. Evet, biz bu şehri tüm kaosuna rağmen seviyoruz ama buranın o geçmişine de çok bağlıyız. Markanın içsel olarak duygusu buydu tam da. O zamanki Bon Marché’nin1 hikayelerini çok okurdum zaten. “Bon”’unu atıp, “Marché” olsun dedik. 

Ö.: Marché belli ki senin kendi kimliğinle de, Nazlı olarak, çok iç içe. Birbirinizi tamamlıyorsunuz. Bu arada, daha önce marka isminin tescil edilmemiş olması da büyük şans. 

N.: Kesinlikle, o yüzden ismini Marché İstanbul olarak yazdık. Yıl 2018.  

Ö.: Marché’nin marka kimliğine yaklaşan başka bir marka, yanılmıyorsam, hatırlamıyorum. 

N.: Haklısın, yoktu. İsminin beslendiği, eski otantik İstanbul’a dair Instagram hesabından fotoğraflar paylaşıyoruz hep zaten. Eski İstanbul, Büyükada/Prinkipo, yanında Marché…  

Prinkipo Yacht Club arması

Ö.: “Ya tutmazsa, ya satmazsa” diye korktun mu hiç başlarda? Hedef kitlen kimlerden oluşuyordu? 

N.: Aslında hayır, çünkü o basic şeye insanların çok ihtiyacı olduğunu biliyordum. Deri o anlamda daha risklidir mesela, çünkü daha niş. Bu duruluğun, sadeliğin çok farklı segmentten insana hitap edeceğini biliyordum. Benim gibi, kendi çevremden, çarşıya pazara, markete ya da bizim gibi üç günlük adaya gelirken, plaja giderken kocaman çantaya bir şeyler doldurmak isteyen kitleydi hedef. 

Ö.: Marka ismiyle cismiyle oturduktan sonra nasıl yürüttün pazarlama stratejisini? 

N.: Markayı beğenen arkadaş çevremiz satın alıp paylaştıkça daha bilinir hale geldik. Yani biz özel olarak bir marketing yapmadık. Biraz “gerilla marketing”2 oldu diyebiliriz. 

Ö.: Evet, artık Büyükada kısmına gelebiliriz hikayenin. Ada’da yaşamaya nasıl karar verdiniz? Yaz-kış yaşıyorsunuz ve bu çok da kolay verilecek bir karar değil aslında. Marché’nin tüm planlamasını, pazarlamasını buradan yapıyorsun. Ada’yı konuşalım mı? 

N.: Tabii ki. Biz İstanbul’u, Kadıköy’ü, Beyoğlu’nu dolu dolu yaşamıştık. Artık mekanlar kapanmaya başlamıştı. 2015 sonrasından bahsediyorum. Biz de artık kafa dinlemek istiyorduk. Adaya taşındık ve Marché burada doğup büyümeye başladı. Ve sonra zaten bir ada markasına dönüştü tamamen. 

Ö.: Marché’nin sosyal medya paylaşımlarında gayet sade bir anlatımla, sadece neredeyse fotoğraflarla, #islandlife hashtag’iyle, geçmişten bugüne ada fotoğrafları aracılığıyla o sıcaklığı çok net veriyorsun… 

N.: İçinde bulunduğum her dakikasından çok mutlu oluyorum. Adada yaşadığım için her gün şükrediyorum. Şehirde tüm o karmaşanın içinde dediğin ‘of be’ adada ‘oh be’ye dönüyor. Ada kendi içine seni çekiyor ve çektikçe de bir sürü hikaye çıkıyor içinden. Hiç buradan kopmak istemiyorum, markayı da buradan koparmak istemiyorum. Marché hep adaya ait kalacak ve üstüne bir şeyler eklenerek gidecek muhtemelen. Bir gün bitecekse bile burasıyla birlikte bitecek. Ada’nın Marché’ye de çok uğur getirdiğine inanıyorum.  

Saat Kulesi’nin şarapçı olduğu dönemden bir fotoğraf

Ö.: Biz hep adada arkadaşlarla kendi kendimize “Ada şöyle kötü değişiyor, böyle monotonlaştı, hiç yenilik yapılmıyor” diye dertlenmişizdir. Sonra da kendimize kızardık, “e o zaman birisi de elini taşın altına koysun” diye. Senin Marché’yi adayla bu denli bütünleştirebilmen, her hikayende adaya dair bir imge, sembol olması beni baktıkça hem çok keyiflendiriyor hem de umutlandırıyor. Benim için Marché eşittir Büyükada, Prinkipo. 

N.: Böyle hissettirdiyse ne mutlu bana!… Ama buranın içinde “oh be” diye diye yaşadığımız için ister istemez markaya da bu duyguyu katıyoruz. Mesela, sabah işe başlamadan önce kayıkhanede denize giriyoruz. Hep o anları fotoğraflıyorum. Selvi ağaçlarına tutkunum, adadaki doğayı hep fotoğraflamaya çalışıyorum. Deniz güzelleşiyor, güneş vuruyor, oradan ağaçlar parıldıyor, gökyüzü masmavi ve birden #prinkipolovessummer hastag’i çıkıyor Marché hikayelerinde. Oturup düşünülmüş reklam taktikleri değil bunlar. O anın içinden, doğalında geliyor. O yüzden bence artık Marché, Prinkopo. 

“Marché’yi satan alan kişi bu adayla ve onun geçmişiyle, azınlıkların kültürüyle bağ kursun istiyorum”  

Prinkipo Yat Kulübü, bugünkü Anadolu Kulübü

Ö.: Cevabını biliyorum ama okuyucularımız için sormak istiyorum, neden Büyükada değil de Prinkipo? 

N.: Buranın o eski hali farklı duygular yaratıyor içimde. Buraya ilk geldiğimizde Fıstık Ahmet’de oturuyorduk bir akşam ve çok eski adalılar vardı masada. Senin anlattığın gibi adanın eski hallerini anlatmaya başladılar bize. Saat kulesinde buluşmalarınız, oradan Anadolu Kulübü’ne gidilmesi, babaların eşlerin iskelede karşılanması… Ben eski fotoğraflar da topladığım için, bu anlatıları destekleyen fotoğraflar da çıkıyor karşıma ve aşırı heyecanlanıyorum. Hristos’a piknik yapmaya çıkarız; ben Akillas Millas’ın o dev ada kitaplarını yanımda taşıyıp, çimlerin üzerine uzanıp okurum. Tüm bu kitaplarda adaların geçmişteki halleri, kültürleri ve gelenekleri, isimlerinin nereden geldiği anlatılır. Benim için adalar eski isim ve halleri ile yaşıyorlar.  

Azınlık kültürüne, eski isimlere, sokak ve mekan, otel isimlerine merakım hep vardı. Prinkipo da bana daha sempatik geliyor ve o az bilinen tarafını da göstermek istedim insanlara. 

“O kadar ince ve rafine bir hayat kurulmuş ki burada, o belleği kaybettirmeye çalışsalar da bozulmuyor, bozulamıyor” 

Ö.: Adaya dair de değerli bir bellek kaydı oluşturuyorsun, belleği canlandırıyorsun bu arada. 

N.: Zaten Marché’nin unutulmaya yüz tutmuş şeyleri canlandırma misyonu da var aynı zamanda. Marché’yi satan alan kişi bu adayla ve onun geçmişiyle, azınlıkların kültürüyle bağ kursun istiyorum.  Her türlü bozulmasına rağmen o kadar ince ve rafine bir hayat kurulmuş ki burada, o belleği kaybettirmeye çalışsalar da bozulmuyor, bozulamıyor. Bu kuvvet bana da güç veriyor ve markamla ilgili motivasyonumu da oradan alıyorum. Sadece ismi koyarak olmuyor zaten, arkasında onu besleyen bir coşku var. Aldığı ürünle, içindeki kartla ona da geçsin istiyorum.  

Instagram’dan birçok mesaj geliyor mesela, “Sizin çantanızı aldıktan sonra, içindeki karttan çok etkilendim ve araştırdım. Benim ailemde de göçmenlik varmış, adayla bağları varmış” diye. Veya adada oturdukları evi ve hikayesini gönderen müşteriler oluyor. Belki bu da geniş bir kitleye ulaşmasını sağladı markanın. Marché ve ada iyice birbirinin içine girdi. 

“Hayatımda Marché’den ve adadan sonra tüm güzel şeyler adalılıkla veya adayla bağlantılı yerlerden geldi hep” 

Ö.: Peki, ada hiç mi hayal kırıklığı yaratmadı bu serüvende? 

N.: Düşünüyorum… Sanırım hayır. Ben hep büyük bir aşkla iyice bağlandığım, beslendiğim ve markamı da buradan beslediğim için; işe, arkadaşlarıma, özel hayatıma hep olumlu yansıyor.  

Hayal kırıklığı şu olabilir, eski bir dükkanın önünden geçerken üzerinde “Kapanıyoruz” yazısını görmek ve üç gün sonra oranın çiğ köfteci ya da dönerci olması bizi çok mutsuz ediyor. Çok turizm baskısı var. Burası üç aylık düşünüldüğü için herkes “Batar burası, iş yapmaz” diyor. Bu mantaliteden çıkmak lazım. Güzel bir şey yapınca işliyor olduğunun başarılı örnekleri var; Maple ve Sayfiye mesela… Bizim gibi yaz-kış sürekli burada yaşayan bir sürü insan var adada. Açılan güzel şeyler işliyor, bunu anlatmak lazım çevremize. Dönüştürülmesi lazım, bırakırsak elimizden gidecek.  

Ö.: Evinin arka kısmı aynı zamanda Marché’nin de ofisi, o güzel bahçenden paylaşıyorsun fotoğrafları arada. 

N.: Evet, ofisimiz Büyükada’da. Gönderileri paketleyip adadan yapıyoruz. Stokları o yüzden fazla tutmuyoruz. Çok seri bir üretimin peşinde değiliz. Bizim iletişim numaramız yok, call center yok. Adanın yavaşlığı gibi; acele etmiyoruz… Ada’dan müşteriye ulaşıyor olması da bence çok farklı bir ruh katıyor ürüne.  

Ö.: Sadece Prinkipo olmaktan çıkıyor sanki, Antigoni/Burgazada hikayesi de başlıyor sanırım değil mi? 

N.: Burgazada Su Sporları Kulübü’nin içindeki Last Stop Burgaz Cafe ile bir işbirliği yaptık. Adalarda güzel şeyler oluyor, aynı sevgiyi, amacı paylaşıyoruz. Bizim Salut Tote dediğimiz modelimiz var. Salut de Prinkipo yazar üzerinde. O serinin devamı olarak Salut d’Antigoni’yi onlarla beraber yaptık.  

Bana hayatımda Marché’den ve adadan sonra tüm güzel şeyler adalılıkla veya adayla bağlantılı yerlerden geldi hep. Mesela Splendid öyle geldi. 

Ö.: Splendid’in Marché ile ortaklığını da kısaca anlatır mısın? 

N.: Biz o zamanlar şimdiki kadar bilinmiyorduk, Splendid de bir yenilenme dönemi geçiriyordu biliyorsun. Sahibi Serra çok zevkli, çok meraklı, adayı çok seven biri. Otelin her detayıyla kendi ilgileniyor. Ürünlerin isimleri de hep adadan kaynaklıydı, mesela Mizzi (Mizzi Köşkü), Lido (otel). Oteli çok seviyorduk ve ondan ilham almıştık. Ve bir ürünümüzün ismini Splendid koymuştuk. Sonra bir gün Serra mesaj attı, “mutlaka tanışalım” dedi ve bizi otele davet etti. Böylece Splendid’in renklerinden, Splendid etiketli bir çanta yarattık. Her sene aynı modeli farklı renklerle yapmaya başladık, bu sene kırmızı-beyaz yaptık. Hepsi işte ada hikayesine dahil oluyor. 

Ö.: Bitirmeden önce bir de Prinkipo Yacht Club koleksiyonundan bahsedelim mi? 

N.: Tabii ki. Prinkipo Yacht Club koleksiyonu ile İstanbul yazlarının tatlı anılarına bir selam gönderiyoruz bir nevi. Büyükada’nın pırıl pırıl ahşap yelkenlileri kadar klasik; güngörmüş sakinleri kadar da nezih ve kozmopolit… Bundan yüzyıl önce, Büyükada’nın “belle saison”u geldiğinde herkesin heyecanla beklediği ünlü “regatta” yelken yarışlarını hatırlatan parçalardan oluşuyor koleksiyon. Vapurda, plajda, Maden’e çıkarken, Nizam’a inerken müşterilerimiz yanlarında taşısınlar istiyoruz. Marché İstanbul’un Prinkipo Yach Club koleksiyonu, Büyükada’nın renkli tarihine yazılmış bir aşk mektubu niteliğinde! Adanın bu zamansız güzelliğine övgü. 

Ö.: 2024’de Marché koleksiyonunda başka yenilikler var mı? 

N.: Biz öyle çok koleksiyon özelinde çalışmıyoruz. Ufak ufak yenilikler yapacağız. Yeni sürpriz bir model var, özellikle Adalılar için, sürpriz olsun o da! 

Ö.: Yakın gelecekte yurtdışı hedefin var mı? 

N.: Atina, neden olmasın? (gülerek) Biz de Yunanca öğrenmeye başladık senin gibi. Bir ayağımızın orada olmasını, tarihi, kültürü, estetiğiyle Atina’nın da hikayemize dahil olmasını istiyoruz. 

Kısacası, güzel şeyler yapınca, biraz da sabredince karşılığını buluyor, ben buna inanıyorum… Marché, Prinkipo ile bir. Burada doğdu diyebilirim… Burada büyüyor, eğer bir gün sonlanacaksa da Ada’da sonlanacak… 

Ö.: Yüreğine sağlık sevgili Nazlı…  Ada’da, kirpisinden, martısından, çiçeğinden, ağacından beslenerek yaratacağın daha nice güzel hikayelere… 

1 https://www.turanakinci.com/portfolio-view/beyoglu-bon-Marché-magazasi/ 

2 https://tr.wikipedia.org/wiki/Gerilla_pazarlama 

*Fotoğraflar Marché’nin Instagram hesabından alınmıştır.