Ada

Bir Bilsen… – Alper Almelek (öykü)

Başlarken yazardan not: Hikayeyi bu müzik listesi eşliğinde dinleyin! https://open.spotify.com/track/4zIO3ilp5HvTeK3HJHxhMP?si=_jUIUJD7RUq83OLkwG_P1g 

“Bunu yapmak istediğinize emin misiniz?”  
“Evet.. Çok istiyorum…” 
“Bakın, bu daha önce hiç denenmedi, biliyorsunuz…” 
“Biliyorum.” 
“Bir kere Dünya Fotoğrafçılar Derneği’nde ucundan bahsedecek oldum az kalsın döve döve salondan atacaklardı beni.”  
“Evet, söylemiştiniz.”  
“Bakın Hesse şöyle demiştir: İmkansız olan imkan dahilinde olursa sürekli denenmelidir.* Bizim yapacağımız imkan dahilinde olmayan bir şeyin denenmesi olacak.” “Anlıyorum.”  
“Bu “Anlıyorum” cevabınız felsefik bir görüşü kabul etmeniz gibi oldu ancak kazın ayağı öyle değil. Bir takım yan etkileri de olabilir.”  
“Kabul ediyorum.” 
“Bu yan etkiler sizi allak bullak edebilir.” 
“Bu riski almaya değer… Aklınızdan geçeni anlıyorum, sonra başınıza bela olmamdan çekiniyorsunuz, önceden her şeyi göze aldığıma dair bir sözleşme imzalarım sizinle.” 
“Yan etkileri sizin acılarla baş etmenizi zorlarsa!?” 
“Değer. ‘Onun’ için değer.” 
“Çok seviyorsunuz.” 
“Çok.. Çok…” 
“O halde hazırlıklara başlıyorum. Allah yardımcımız olsun.” 

Fotoğrafçı, Bilim Adamı, Feda isimli beyi ertesi sabah stüdyosuna çağırdı. Onun gün boyu birçok fotoğraflarını çekti. Bunlar hep yakın markajdan çekilmiş ve çok fazla ayar isteyen fotoğraflardı. Sonra gün boyu çektiği fotoğrafların açılarını değiştirerek çekmeye devam etti. Burada farklı açılardan çekmek büyük önem taşıyordu. Bunun için Bilim Adamı, Feda’ya neredeyse akrobatik hareketler yaptırmak durumunda kalıyordu. Neyseki adam esnekti. Zamanında atletizm ile uğraşmıştı. Her olağanüstü deneyde olduğu gibi bunda da deneğin farklı becerilere sahip oluşu işleri nispeten kolaylaştırıyordu. Akşam vakti geldiğinde ikisi de çok yorulmuşlardı. Sanki squash oynamışçasına terlemişlerdi. Bilim Adamı Feda’dan ‘gizlilik ve başına bir şey geldiği takdirde hiçbir şekilde kendisine dava açmayacağına dair’ hazırladığı sözleşme için imza da aldı. Sonra Feda’ya dönerek:  

“Yarın sabah sizi 08:00’de stüdyomda bekliyorum. Stüdyoya gireceğiz. Orayı sizin için hazırlayacağım. Lütfen geç kalmayın. Tam o sırada güneşin cam tavana olan açısını da hesap ederek deneyimize başlayacağız. Lütfen bahsettiğiniz fotoğrafı da yarın yanınızda getirin. Aman üzerine hiçbir toz vesaire cisim gelmemesine dikkat edin. Bir de sizden ricam bu akşam yalnız kalın ve bir daha hatta bir daha sıkılmadan bir daha düşünün. İstediğiniz zamanda son ana kadar vazgeçebilirsiniz. Beni sakın düşünmeyin. Beni bir bilim adamı olarak görüp bana şu ana kadar güvenmeniz bile benim için öyle motive edici ki, sonunda deneyimiz iptal olsa bile gocunmam. Haydi güzel ve daha önemlisi huzurlu bir akşamınız olsun!’’ 

Feda teşekkür edip evine döndü. Çalışma masasından çıkardığı kutunun kapağını açarken parmakları titriyordu. İşte orada karşısında duruyordu. Nergis’in son fotoğrafı. Ortadan kaybolmadan önce. Ah onu deliler gibi aramıştı. Bakmadığı, aramadığı, sormadığı, mesaj atmadığı akrabası kalmamıştı kızın. Her yerin altını üstüne getirmişti. Elinde olsa Kuzey Kutbu’na gidip aramasına orada devam edecekti. Ama yok, Nergis resmen ortadan kaybolmuştu. Hayır Allah korusun ölmediğine falan emindi bu öyle bir kayboluş değildi. Bu muzip bir insanın oynadığı bir oyundu sadece. Ama garip olan ortadan kaybolmadan önce hiçbir not vesaire bırakmamış olmasıydı. İşte bu, Nergis’e uymuyordu. Daha önce de böyle şeyler yapmıştı. Eh, bir sanatçının kaprisi gibi de görülebilirdi bu. Bazen ortadan kaybolurdu Nergis, haftalarca ortaya çıkmaz sonra bir gözüktüğünde de arkasından yirmi tabloluk bir sergi getirirdi ve haliyle çok da satış yaptığı ve popülerlik sağladığı için ortadan kaybolması da hoş görülürdü. Yalnız bu seferki böyle birkaç haftalık bir şey değildi. Aradan üç ay geçmişti. Halen bir haber yoktu. Evet Nergis öncesinden çıtlatmıştı bu kadar uzun bir ara vermek istediğine dair ancak üç ay habersiz geçirmek için çok çok uzundu. Sanat için bile olsa. Feda ne yapacağını bilmiyordu. Artık çaresiz kalmıştı. Sonra bu çatlak fotoğrafçı bilim adamıyla yıllar sonra tekrar karşılaştığında (lisede hocasıydı) onunla öylesine sohbet ederken bu inanılmaz deneyden bahsettiğini duymuş ve Nergis’e ulaşabilmek için bu deneye gizlice katılmayı kabul etmişti.  

Kutudan çıkardığı fotoğrafta Nergis evlerinin oturma odasında bir iskemlede oturmuş pencereden dışarıya bakıyordu. Fotoğraf günümüzde çekildiği için haliyle renkliydi. Nergis’in yüzünde garip bir ifade vardı. Acaba o sırada ne düşünüyordu. Üzgün müydü? Dertli miydi? Önünde de bir masa vardı. Masanın da üzerinde bir posta zarfı vardı. Üzerindeki yazılar gözükmüyorlardı. Adresin başı gözükse de harfler anlaşılmıyordu. Neydi acaba o? Nergis bir posta mı yollayacaktı bir yere? Nereye? Ne için? Belki de yollamaktan sonradan vazgeçmişti ve çöpe atmıştı. Feda bütün Nergis’in akrabalarını arkadaşlarını aramış ancak hiçbirisine bir mektup gitmemişti. Feda’nın tahmini şuydu: Nergis belki de birkaç aylık bir ‘sanat’ arası vermek istemiş ve bunun için de kendisine dünyanın bir ucuna seyahat etmeyi öngörmüştü belki Jamaika, Kenya, Nepal, Kore, Brezilya’ya gitmişti…  

Daha önceki gidişlerinde her zaman öncesinde ya bir yere el yazısıyla bir not veya mektup bırakırdı ya da bir e-mail veya SMS atardı. Bu sefer bunlar da olmamıştı. Ancak bu hiç Nergis’in yapacağı bir şey değildi. Bu kız tamam belki biraz bohemdi hatta uçuktu ama sorumsuz değildi. Evet, yanına cep telefonu bilgisayar gibi teknolojik araçlar almadan kayıplara karışırdı ve bu şekilde yaratıcılığının körüklendiğini söyler, ortadan kaybolduğu zaman içerisinde en yakınlarının bile kendisine ulaşmasını engellerdi ama bu seferki çok garip değil miydi? Kim bilir belki yarın öğrenebilecekti bunları. Bu deney sayesinde!  

Ah, deliriyor muydu yoksa? Böyle bir deney mümkün müydü ki? Herhalde kafayı yemişti. Ama Nergis bir e-mail veya mesaj attıysa da kendisine ulaşmadığından Nergis’in de haberinin olmadığını düşünüyordu. Yani Nergis mesajının sevgilisine iletilmiş olduğunu zannediyordu muhtemelen! Bu da zaten bu bekleyişi acılı bir hale sokuyordu. Feda artık merak etmekten bunalmıştı. Bünyesi bu bekleyişi artık kaldıramıyordu. Bu özlemden farklı bir şeydi. Bu bir çaresizlikti. Nerede olduğunu ve sağlıklı olduğunu bilebilse zaten bekleyebilirdi ve o zaman özlemiyle başbaşa kalabilirdi. Ama şu durumda kızın hem nerede olduğunu bilmeden hem ne zaman döneceği hakkında hiçbir fikri olmadan hem de sağlığı hakkında da bu kadar şüphe içindeyken beklemek onun için işkencelerin en büyüğüydü. Hem de tam üç ay! Yahu buna hangi bünye dayanırdı ki! Neyse artık yarın duruma bakacaktı!  

Ertesi sabah Feda elinde fotoğrafla Bilim Adamının stüdyosundaydı ve diş hekimlerinin hasta koltuklarına benzer bir koltuğa oturmuş sanki roket uçuşuna hazırlanıyormuş havasında başına gelecekleri bekliyordu. Bilim Adamı tüm hazırlıkları bitirmişti. Son talimatları Feda’ya verirken sanki bu bilgiler kendisine naklen değil de uzaktan bir yankı şeklinde ulaşıyor gibi geliyordu. Hayır, anlatılanlar o kadar garipti ki, böyle hissetmemesi mümkün müydü… 

“Şimdi bana vermiş olduğunuz fotoğrafı tutucuya koydum ve onu ayrıştırmaya başladım. Ayrışma işlemi bittikten sonra daha geniş bir alanda parçalar birleşmeye başlayacak. Bunun için de şu önümüzde bulunan salonda aynen fotoğraftaki sahnenin birebir maketini yapmak durumunda kaldım. Kafanızın karışmaması için her şeyi olabildiğince basit anlatmaya çalışacağım. Size giydirdiğim gri tayt kıyafetiniz var ya, her ne kadar fotoğraf renkli çekilmiş olsa da kıyafetiniz fotoğrafı siyah-beyaz çekilmiş olarak varsayacak şekilde tasarlandı. Biraz sonra yıllardır yediğim deli damgasının ne kadar haksızca ifade edildiğinin ispatını göreceğiz. Şu üzerinize yapıştırdığım yüz yirmi yapışkan etiket ve üzerlerinden geçen kablolar sizinle bu kurduğum maket yani bana getirdiğiniz Nergis Hanım’ın içinde olduğu fotoğraf arasında yapay zeka algoritmaları işleyecek. Neyse daha fazla ayrıntıya girmeyeyim, sizin için bu kadarı şu an için yeter. Artık size tekrar bu deneye katılmak isteyip istemediğinizi sormayacağım. Artık sizi kesin karar vermiş kabul ediyorum. Şimdi lütfen gözlerinizi kapatın. Yolunuz açık olsun! Dünya tarihinde bir ilki gerçekleştiriyoruz. Başlıyoruz!” 

“Ah, bundan sonrasını nasıl anlatsam bilemiyorum ki… Nasıl anlatılır böyle bir deneyim? İzninizle, deneyeceğim. Halen ‘Başlıyoruz’ komutu beynimde bir eko gibi tekrarlıyor. Hatta belli belirsiz bir şekilde diyebilirim çünkü Bilim Adamı bu komutu verir vermez bir düğmeye basmış olmalı. Sonra üzerimdeki kabloların çelik bir yay gibi çekildiğini anımsıyorum ve bulunduğum iskemle (hani dişçi koltuğu diye bir benzetme yapmıştım ya) sallanmaya başladı. Ve nasıl söylesem, içimin dışıma, dışımın da içime geçtiği bir süreç yaşamaya başladım.  

Bir anda hayalimde görüntüler belirdi, bir anda kendimi milyon parçaya bölündüğümü hissederken bir sonraki anda ise o parçalar birleşip beni ben yapıyordu. Yunus Emre’nin ‘’Bir ben vardır bende benden içeri’’ mısrası geldi çarptı bana, sanki nereden geldiği belli olmayan bir kamyonun bir anda yolda araba kullanırken üstüme gökten düşmesi gibi… Çarpma sesleri duymaya başladım, ben bir şeylere çarparken, bir şeyler de bana çarpıyordu. Tasavvufi bir andı. Belki de ney sesleri duydum ya da duyduğumu zannettim. Hücrelerimi gördüm ya da gördüğümü zannettim. Onlar da sanki bana bakıyorlar gibiydiler…  

Sonra birden her şey zifiri karanlığa boğuldu. Bir süre öylece kaldım sanki bir tabutun içinde hapsolmuş gibi ve çok da rahatsız edici bir his olduğunu söylememe gerek yoktur sanırım. Arkasından yavaş yavaş önümde bulanık bir görüntü belirdi, yavaş yavaş açılmaya başladı. Gözlerimi kırpıştırmaya başladım. Ortada acayip bir ses vardı. Nasıl anlatayım bilmem ki! Ortamın kendi sesi vardı. Bu ‘gürültü kesen’ kulaklıklar vardır ya hani uçaklarda kullanırız. Onlar uçağın o çok yoğun motor gürültüsünü bastırabilmek için aslında kendileri bir frekans oluştururlar. Siz o frekansı dinlersiniz adeta. O frekans da her türlü başka sesi bastırdığından üzerine bir de sinema filmi veya şarkı dinlediğinizde dış dünyayla olan bağlantınız tümden kesilir. İşte aynen oradaki gibi ben de farklı bir frekansa girdiğimi ve o frekansın tınısını dinlemeye başladığımı algıladım.  

Şimdi siz hayatlarınızı yaşarken, bir ortama girdiğinizde, özellikle bir müzik falan çalmıyorsa herhangi bir ses duymazsınız ya… Ben o anda girdiğim bu ortamda işte bu bahsettiğim gibi bir frekans duyuyordum. Fon müziği gibi ama çok acayipti. Metalik bir ses gibi. Sanki çok düşük desibelde metalik bir tınlama.  

Bir odanın içinde olduğumu hissettim. Bunu aslında dakikalar sonra fark ettim. Odada sağ tarafta evlerin oturma odalarında olan aynalı büyük dolaplardan vardı. Sol tarafta da çok büyük olmayan bir televizyon ve altında da sehpası. Tam pencere tarafında da bir ufak masa, üzerinde bir zarf. Yanında da koltuk ve koltukta oturan Nergis… O an gözlerime inanamadım. Ben gerçekten fotoğrafın içine girmiştim. Tek fark vardı fotoğrafın çekildiği tarih 3 ay ve birkaç gün önceydi yani Nergis’in ortadan kaybolmasından birkaç gün önce. Her ne kadar fotoğraf renkli çekilmiş olsa da ben o fotoğrafın siyah-beyaz haline girmiştim. Ya da gri beyaz mı desem. Acaba fonda duyduğum metalik ses de bu grilikten dolayı mıydı? Nergis aynen fotoğrafta olduğu gibi pencereden dışarı dalgın dalgın bakıyordu. Ona doğru yürüdüm. Konuşmak istedim ama konuşamadım. Haftalardır bu deneye hazırlanmakta olduğum halde o anda dilim tutulmuştu. Nergis zaten beni fark etmedi, çıkardığım seslere -çıkardıysam eğer- hiç de dönüp bakmadı. Ben de ona doğru yürüdüm ve dokunmaya dahi cesaret edemedim. Ancak masaya doğru eğildim gayri ihtiyarı. Aylardır neredeyse her akşam yatmadan önce kutusundan özenle çıkarıp bakmakta olduğum bu fotoğrafta gözlerim o masanın üstündeki zarfa bakıp sanki fotoğrafın içine girip üzerindeki adresi anlamaya çalışıyordu. Şimdi ise gerçekten o zarf gözümün önündeydi. Ve hiçbir şey anlayamadığım bu zarfa doğru eğilmek için içimde olağanüstü bir istek ve arzu hissettim. Acaba zarfın üstünde ne yazıyordu. Hareketlerim normal dünyadaki gibi değildi sanki bir yavaş çekimde hareket ediyorum gibi geliyordu bana. Yavaş yavaş öne eğildim. Ahhhh…. Sonunda zarfın üzerindeki yazıyı okumayı başarabildim! Şu adres yazıyordu:  

Refik Halid Karay Sokak 
No.17 
Büyükada 

Hay Allah bu nerenin adresiydi acaba? Aylardır yapamadığım şeyi başarmıştım. Zarfın üzerindeki adresi okuyabilmiştim. Bu inanılmaz bir başarıydı benim için. Sonra koltukta oturan ve beni o anda göremeyen Nergis’e soru dolu bakışlarla baktım. Bu adres neyin nesidir? Oraya bir posta mı yolladın? Niye? Benden sakladığın bir şey mi var? Başka bir sevgilin mi vardı? Benimle paylaşmak istemediğin ne olabilir?  

Artık orada işim bitmişti. Nergis’e uzun uzun bakıp ve onun görüntüsünü içime iyice sindirdikten sonra artık geri dönmek istedim. Bu adresi bulmam gerekiyordu. Peki, her şeyden önce, ben nasıl geri dönecektim? Hatırlamaya çalıştım, ne demişti Bilim Adamı, geri dönmek istiyorsam geri dönmeyi düşünmem ve çok istemem gerekiyordu. İşte sıra bundaydı. Tekrar gözlerimi kapattım ve geri dönmeyi tüm gücümle ve arzumla diledim. Tekrar Yunus Emre’nin iç içe geçme deneyimi başladı. Tasavvufun gücünü ve hücrelerin içindeki değişimi hissetmeye başladım. Tüm o acılar, garip hisler ve dönüşüm de ilk fotoğrafın içine girişim gibi bir sürü garip hislerden sonra gerçekleşti. Sonrasını hatırlamıyorum. Bayılmışım.’’ 

Bilim Adamı, Feda’yı ancak saatler sonra uyandırabildi. Bundan sonra da Feda’nın kendine gelmesi bir iki gün daha sürmüştü. Bilim Adamı inanılmaz heyecanlıydı, Feda’nın tek parça gidip dönmesi zaten bilimsel açıdan bir mucizeydi. Onu resmen bir fotoğrafın içine yollayabilmiş ve oradan geriye getirebilmişti. Düşünüyordu bu nasıl mümkün olabildi diye? Kafasında bin bir türlü soru vardı. Feda’yı herhangi bir fotoğrafa da yollayabilir miydi? Yoksa bu fotoğrafı diğer tüm fotoğraflardan ayıran bir özelliği mi vardı? En çok kafasını sorgulatan soru belki de buydu. Bilimsel sezgileri ona Feda’nın Nergis’e olan aşkından ve merakından ve endişesinden dolayı bu fotoğrafa girebildiğini söylüyordu. Demek ki çok çok istemek gerekiyordu. Çaresiz olmak gerekiyordu. Bu bilimsel deney ‘öğrenilmiş çaresizliği’ de çürütüyordu bir yandan. Bir insan istedi mi demek ki her şeyi yapabilirdi, imkansızı bile halledebilirdi. Tabii ki hesaplarına göre Feda’nın kendi hayatına dönebilmiş olması da müthiş bir şeydi. Acaba yan etkileri olacak mıydı? Şimdilik ciddi bir sorun yok gibiydi. Baş ağrısını saymazsak tabii. Eh, kolay mıydı, bir fotoğrafın içine girmek orada beş dakika kadar kalmak (topu topu o kadar kalabilmişti Feda, ona bu saatler gibi gelse de) ve geri dönebilmesi. Uyandığı an sevgilisi Nergis’le konuşamadığı halde onu nasıl özlediğini anlatışı Bilim Adamının da gözyaşlarını davet etmişti aralarına. Feda’nın en büyük korkusu Nergis’in başına bir şeylerin gelmiş olma ihtimaliydi. Peki bu mektup meselesi? Feda tüm gücüyle kendisine Bilim Adamının önerdiği fizik tedavisini uyguluyor ve bir an önce sokağa çıkmayı bekliyordu. Yine, merakın, aşkın ve heyecanın faydası olacaktı bu iyileşme sürecinin hızlanmasında.  

Üç gün geçmeden yollardaydı Feda. Elinde dolmakalemiyle yazdığı bir ufak not iliştirmişti. O kadar heyecanlıydı ki normalde bu kadar basit bir adres bile olsa yanında taşımaya karar vermişti:  

Refik Halid Karay Sokak  
No.17 
Büyükada 

Şehir Hatlarının ‘’Barış Manço’’ isimli vapurunun balkon tarafında ayaklarını önündeki beyaz korkuluklara uzatmış, heyecan içindeyken düşünüyordu. Nergis niye böyle bir adres seçmişti acaba gider ayak. Evet, söyler dururdu Büyükada’nın en sevdiği adalardan biri olduğunu ama Feda’nın bildiği kadarıyla Nergis’in adada yaşayan hiçbir akrabası, yakın arkadaşı, okuldan sınıf arkadaşı veya hocası yoktu. Nasıl bir bağlantısı olabilirdi ki?  

“Aman canım ya, şunun şurasında yarım saatin daha kaldı, öğreneceksin işte. Dünyay’a geri döndün ya ona şükret de şu manzaranın tadını çıkar.” Manzara olağanüstüydü. Büyükada İstanbul’un en cömert sevgilisiydi. Yazın misafir ettiği on binlerce İstanbullu ve dünyanın her köşesinden gelen turist adanın keyfini yaşarken Büyükada adeta bir hanımefendinin en zarif gülümseyişiyle İstanbul’a bakar ve elinden gelen misafirperverliği yapacağını müjdelerdi. Şimdi de bir iyilik daha yapacaktı bu vefakar ve fedakar ada, Nergis’in bulunması için Feda’ya yardım edecekti. Vapurun yanaşmasıyla iskeleye adeta atlayarak çıkan Feda, adanın yokuşlarından yukarı çıkmaya başladı. Çarkıfelek Meydanı’ndan dönerek sola aşağıya inmeye başladı. Elindeki haritaya göre Refik Halid Karay Sokağı şu köşedeki olmalıydı.  

‘’İşte sokağa vardık… Allah’ım, sen beni koru, bu kadar yaşadığım olaydan sonra şimdi duyacaklarımla kalp krizi geçirtme bana. Burada düşüp bayılmayayım. Evet, 13 numara, 15 numara, 17 numara. Geldim. Burası bisiklet tamircisiymiş. Zil nerede? Haydi bakalım, çalıyorum…’’ 
‘’Buyrun?!’’ 
‘’Çok afedersiniz Bey Amca, yanılmış olmayayım, burası Refik Halid Karay Sokak, no. 17 değil mi?’’ 
‘’Evet oğlum.’’  
‘’Efendim bunu nasıl soracağımı bilmiyorum ama…’’ 
‘’Es suali nifsun ilm.’’ 
‘’Afedersiniz? Anlayamadım.’’ 
‘’Sadi demiş bunu. Anlamı ‘Soru sormak ilmin yarısıdır.’ Sor oğlum, çekinme, yardımcı olabileceğim bir şeyse seve seve.’’  
‘’Bey Amca, bundan 3 ay kadar evvel Nergis isimli bir hanımdan mektup aldın mı acaba? Ya bu böyle damdan düşme garip ve şüpheli bir soru gibi gelebilir ama…’’ 
‘’Dur dur evlat, ben o merak evrelerini geçtim. Bizim yaşımız göz-baş boy-pos okuma dönemidir. Belli ki arkadaşın Nergis’e senden bir zarar gelmez.’’ 
‘’Ah tanıyorsunuz demek Nergis’i. Hem arkadaş olduğumuzu da anladınız.’’  
‘’Öncelikle şu kullandığın bohem tarzı kol çantasının bir benzeri Nergis’te olduğuna göre senin ona hediyen olmalı çünkü Nergis kızımız kendi başına çanta alacak kadar bile zaman bulamaz çalışmaktan. Hatta sen de Nergis gibi çantanın üzerine farklı farklı süslemeler asmışsın, demek ki hisleriniz ve hayattan beklentileriniz de benzer. Hem gözlerin de öyle bir bakıyor ki, değil onun düşmanı ancak onun şövalyesi olabilirsin sen.’’ 
‘’Ah Bey Amcacığım.’’ 
‘’Dur oğlum dur. Senin ismin Feda mı?’’ 
‘’Bey Amca!!! Nereden biliyorsunuz??’’ 
‘’Oğlum bu mektup sana geldi… Bana gelmedi ki! Daha doğrusu benim aracılığımla sana geldi. Yani senden dolayı bana geldi. Bana geldi ki ben de sana verebileyim. Yalnızca oğlum ben seni üç ay önce bekliyordum… Uyuyor muydun?’’ 
‘’Nasıl yani, Bey Amca durun kafam iyicene karıştı. Yani Nergis bana ulaştırmanız için size bu mektubu yolladı öyle mi? Yani bu mektubu bana yazdı zaten en başta! İnanamıyorum buna. Ah ya… Benim bu mektuptan daha doğrusu mektubun sizde olduğundan ancak birkaç gün önce haberim oldu. Daha doğrusu kendim öğrendim… Ama uzun hikaye…’’ 
‘’Peki oğlum al işte mektup senindir. Nergis benim manevi kızımdır. Küçükken bisikletlerini hep ben tamir ederdim. Ben adanın belki de yaşayan en eski bisiklet tamircisiyim. Eh kolay mı altmış senedir bisiklet tamir ederim bu adanın sakinlerine ya da gelen turistlere. Haylazı da bilirim küçüklükten beri böyle oyunlar oynardı arkadaşlarına, ona az postane hizmeti vermemişimdir, o yüzden Nergis’ten mektup gelince hemen kenara koydum nasıl olsa bir ara senin geleceğini biliyordum.’’ 

Bey Amca’ya sonsuz teşekkürlerle ve tekrar uğrayacağının da vaadini vererek yanından ayrılan Feda, onun görüş hizasından da uzaklaştığından emin olur olmaz mektubu neredeyse yırtarcasına açtı. Bir yandan da içinden ne çıkacağını deli gibi merak ediyordu.  

Mektup evet, Nergis’e aitti. Şöyle yazıyordu:  

‘’Sevgili birtanem, kuşum,  
Hemen mektubumun başında bir itiraf ister misin?  
Bazen bu muzipliklerimi engelleyemediğim için kendime kızıyorum ve seni de üzdüğümü düşünmeden edemiyorum. Ama benim için aşk, emek isteyen bir olgu olduğundan üzerinde uğraşarak geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum ve bu beni çok da mutlu ediyor. Ve evet ben galiba çok muzip bir kadınım…  
Seyahate çıktığım gün sana e-mailimde zaten her şeyi anlattığım için (Feda mektubun burasında bir uzun ah çekti) seyahatle ilgili ekstra bir bilgi vermeme şu anda gerek yok. Zaten haliyle sana o e-mailde bisikletçi amcadan bu yolladığım mektubu alman için adresi de vermiştim (daha acılı bir ah daha!) hem de bu sayede baharın soğuğunda ortasında bu cennet gibi adaya gelip mektubu almışsındır. 
Bu mektubun amacı, seyahate çıktığım tarihten tam 96 gün sonra yani 20 Haziran’da seninle Büyükada Aya Yorgi’de güneşin batışında buluşmak üzere sözleşmek… Lütfen bunu kimseye söyleme, hele aileme sakın! Yoksa hepsi gelirler. Seni çok ama çok özledim ve çok seviyorum, bir tek sen gel. Sonra seninle beraber herkesi tek tek ziyaret ederiz, o zaman hasret gideririm. 
Canım birtanem… Sana anlatacak o kadar çok şeyim var ki…’’ 

Feda inanamıyordu gözlerine. Şanslı olduğuna mı inansaydı, şansız mı? Rastlantılar onun lehine miydi aleyhine mi?  

Öncelikle Nergis’in bahsettiği e-mail ona ulaşmamıştı. Demek ki yollanmadan silinmişti ya da başka bir adrese gitmişti ya da ya da… bu yüzden de bu mektubun Bisikletçi Amca’ya yollandığından hiç haberi olamamıştı. Olamadığı için de gelip bu mektubu alamamıştı ve doksan gün boyunca kıvranmış durmuştu. Kıza bir şey olduğunu zannetmişti. Buraya kadar çok şanssızdı. Sonra o inanılmaz bilimsel deneyin bir parçası olmuştu. Fotoğrafın içine girip masanın üzerindeki zarfta yazan adresi okuyarak Büyükada’ya gelmiş ve mektubu Bey Amca’dan almıştı. Şimdi ise 20 Haziran’da Nergis’in Aya Yorgi’de olacağını öğreniyordu ki, bu da şansının açıldığını simgeliyordu herhalde… Çünkü bugün 20 Haziran’dı. Ve güneşin batışına sadece bir saat kalmıştı. Şimdi bütün bunları deliler gibi koşup bulduğu ilk faytona atladığı sırada düşünüyordu. Fayton uçarcasına Lunapark’a gidiyordu.  

Oraya vardığında neredeyse koşarak Aya Yorgi yokuşunu çıkmaya başladı. O yokuş her ne kadar koşarak biraz zor çıkılsa da… İnsanların dilekleri gerçekleşsin diye bu yokuştan yalınayak çıktıklarını anımsadı. Bir yandan bütün bu yaşadıklarının üstüne içinden bir de çıplak ayak yokuşu çıkmak isteği geçtiyse de kendiyle dalga geçerek bu fikri savuşturdu. Bir fotoğrafın içine girmek yeterince bir emek olarak kabul edilirdi herhalde.  

Ancak nefes nefese Aya Yorgi’nin tepesine vardığında en güzel manzarayı gösteren kocaman kayaların üzerinde Nergis’i gördü… Ah sonunda! Arkadan ne kadar da tatlı gözüküyordu; yanına yaklaştı ve arkadan ona sarıldı. Nergis Güneş’in batışını izlerken erkeğinin kendisini arkadan sarışını tüm benliğinde hissederek sordu:  
‘’Nerede kaldın?’’ 

Cevap netti:  
‘’Bir bilsen…’” 

*Söz konusu alıntı Peter Stamm’ın “Yedi Yıl” kitabında okuduğum Herman Hesse’nin bir sözünün biraz değiştirilerek kullanılmasıdır. Cümlenin orijinali şu şekildedir: “İmkan dahilinde olanın gerçekleşebilmesi için imkansızın mütemadiyen denenmesi gerekir.”  

Kapak görseli: Betsy Penso, Aya Yorgi’de günbatımı