Geçmiş Zaman Hikayeleri Göze Çarpanlar Röportajlar

Rana Denizer ile: Kulüp’ün “Rana”sı ile Dizinin Yeni Sezonu Üzerine

Kaynak: the magger, Lisya Kalma

Dönem film ve dizilerini oldum olası çok severim. Özellikle İstanbul’da geçiyorsa… Ve özellikle o dönemin İstanbul’unu doğru bir şekilde yansıtıyorsa. Geçmiş zamanlardaki Beyoğlu’nu seyretmek gibisi var mı? Bunlardan mıdır, Yahudi olmamdan mı bilmiyorum ama Kulüp dizisini çok sevdim. Bu diziye birçok nedenden dolayı sempatim bir fazlaydı. Fırsat bulunca da, dizinin senarist kadrosunda bulunan, kendi hikayesinden ve ailesinin geçmişinden aldığı ilhamla yaşadıklarını kaleme alan Rana Denizer ile röportaj gerçekleştirmek istedim. Keyifli okumalar.

Merhaba Rana! Kulüp’te Raşel ve İsmet’in kızı, Matilda’nın torunusunuz, bunu biliyoruz. Yeni sezonda 5 yaşındaki Rana ile karşılaşıyoruz… Dizinin ve yeni sezonun detaylarına geçmeden önce, sizi daha yakından tanımamız için kendinizden biraz bahseder misiniz? Gerçek Rana’nın çocukluğu nasıl geçti? Nasıl birisiniz, neler yaparsınız?

Merhaba… Benim İstanbul’da ama yoğun olarak Asmalımescit, Tepebaşı ve gazino kulislerinde geçti çocukluğum. Aslında benim hatırladıklarımla kurgusal Rana’nın hatırladıkları aynı değil çünkü 55 doğumlu değilim. Dolayısıyla benim çocukluğumda “Pera” çoktan bitmiş, göç hızlanmış, sermaye el değiştirmişti. 70’lerde büyüdüm, 80’lerde genç oldum. Yani ortam güllük gülistanlık değildi. Kulislerde olmak her gün lunaparka gitmek gibiydi. Lakin hiçkimse bir lunaparkta yaşayamaz. Güler, eğlenir sonra da mutlaka mahallenize dönersiniz…

Aslında  tırnak içinde çoktan fakirleşmiş ve kabuk değiştirmeye başlamış bir mahallede büyüdüm. Annem de babam da çalışıyordu ve kazançları gayet iyiydi. Yokluk, yoksunluk çekmedim ama tam göbeğinde büyüdüm. Anne tarafı Yahudi, baba tarafı Müslüman olan bir aile yapım vardı. Kimse bana “Yahudi olmalısın” ya da “Müslüman olmalısın” demedi. Zaten de bir çocuk olarak mahalledeki bütün dinler bizimdi. Paskalya da, Purim de, Vartavar da, Ramazan da… Peş peşe “yılbaşı” kutlardık. Çekirdek aileye gelince kuralları olan bir anneanne, dalgalı ruh haline sahip bazen çok korkutan bazen de çok eğlenceli bir anne ve “Önce insan olmayı öğren, gerisi kolay” diyen doğuştan çakırkeyif bir babayla büyüdüm. Babamın tek önceliği vicdanlı ve hür bir birey olmamı sağlamaktı. Eğer evde İsmet olmasaydı bugün hayatıma yine vicdanlı ama evli, bol çocuklu bir “drama queen” olarak devam ediyor olabilirdim. Taammüden yalnız kalmayı seçmiş, zor çoğalan, seçilmiş ailesiyle hayatına devam edebildiği için mutlu, hayvan sever biriyim. Çok sevdiklerim dışında herkesle arama bir kol boyu mesafe bırakırım. Böyle biriyim. Neler yaparım? Yaşıyorum çok şükür!

Ailenizin hikayesini anlatmak nasıl ortaya çıktı? Tüm yaşananları gerek gerçek gerek kurgu olarak hikayeye dökmek hiç kolay olmasa gerek. Bu süreçteki yolculuğunuzdan bahsedebilir misiniz?

Aslında bu hikayeyi kendimi bildim bileli anlatıyorum. Arkadaş sohbetlerinde, rakı sofralarında, daha sonra sanal dünyada hep anlattım. Dikkat çekici hale gelmesi de Ekşi Sözlük’te paylaştığım anekdotlarla başladı. Yani hikaye yola biraz da “Ranini” yüzünden çıktı. Ekşi’de dizi eleştirilerinin yanı sıra hayatımdan parçaları da hikayeleştirip anlatıyordum. Çaylak olunca blog yazmaya başladım ve olaylar gelişti. Önce Mahinur Ergun beni sanal dünyadan alıp, yazar odasına çekti. Senaryo yazmaya başladım. Ardından Pelin Diştaş ve Ayşe Durmaz bu hikayeyi free tv dizisi yapmak istedi. O süreç ilerleyemedi. En son 2016’da Zeynep Günay dahil oldu. Hikaye arıyordu. Ben de zaten parça parça anlattıklarımı bir araya getirmiştim. Gönderdim. Beğendi ve düğmeye bastık. Uzun bir süreçti. Nasıl bir karmadır ki yıllar sonra da Pelin Diştaş ve Ayşe Durmaz’la yola çıktık. Hikaye yolda çeşitli şekillerde evrildi, devrildi, yoldan çıktı, başka başka yerlere gitti ama sonunda herkesin izlediği son şeklini bulmuş oldu.

Bu röportaj öncesinde yeni sezonun önizlemesini seyrettim ve çok etkilendim, izlerken ağladım, şaşırdım, kızdım… Nasıl aktı vakit gerçekten anlamadım. Henüz izlemeyenler için sormak istiyorum. İzleyiciyi nasıl bir sezon, nasıl duygular bekliyor?

Çok teşekkür ederiz; hissettikleriniz bizim için çok kıymetli. Sanırım biz de tam bunu yapmak istedik. Elimizde kurgusal karakterler olmakla birlikte gerçekten yaşamış karakterler de var ve biz onları bir kalıba sokmadan, yargılamadan, etiketlemeden olabilecek en saf halleriyle seyirciye sunuyoruz. Onlara kızabilirsiniz, eksiktir fazladır diyebilirsiniz, çok sevebilir ya da nefret edebilirsiniz ama onlar bir zamanlar vardı, bugün de varlar; yarın da var olacaklar.

Bu sezonda 5 yaşındaki tatlı Rana’yı görüyoruz. Kendi çocukluğunuzu bir dizide görmek nasıl bir his?

Çok garip bir his. Mesela bazı bölümleri, bazı sahneleri kurarken, yazarken ya da izlerken ilk sezondaki gibi işini yapan, kurgusal karakterlerinin yolculuğuna odaklı, soğuk kanlı bir anlatıcı olamadım. O sahneleri aklımdan aktığı hızda kağıda dökmediğim zamanlar oldu ki bu benim için çok yeni bir deneyim. Yaşanan bazı durumlar/anlar kurgusallaştırılmış olsa da karakterleri gerçek bu hikayenin ama “Rana” girince iş değişti. Durup içime baktığım, geçmişle yeniden yeniden yüzleştiğim anlar oldu. Diğer hiçbir karaktere karşı geliştirmediğim bir “koruma” güdüsü peydahlandı. Kurgusal Rana’nın, İsmet’e o yalanı söylememesini çok istedim mesela… Sanki Rana o yalanı söylemezse benim gerçek hayattaki yolculuğum da değişecekti. O “ilk yalan” sahnesini kağıda dökmek tam bir günümü aldı. Hiç uyumadan 24 saat bilgisayar başında oturdum. Öylece oturdum. Bilgisayara baktım. Bütün bölümü bitirdim ve o sahneyi yazmadım. Yazamadım demiyorum. Yazmadım. Öyle işte…

Dizideki Kulüp “seçilmiş aile”nin öneminin, toplumdaki farklılıkların aynı zamanda hoşgörünün sembolü benim gözümde. Sizin için “aile” ne demek?

Benim için aile ve kan bağı, akışına müdahale edemediğimiz bir yolculukta sırtımızda taşımamız gereken fazladan yük ve dert demek. Aileniz iyiydir, kötüdür, sevişirsiniz dövüşürsünüz gibi durum ve duygulardan bağımsız bu söylediğim yük meselesi… Bence “Aile bireylerden oluşur” cümlesini gerçek hayatta da uygulanır hale getirmek şart. Biz önce aile kurmaya zorlanıyoruz. Bunu kabul etmeyenleri de “başarısız” olarak işaretliyoruz. Bir aile kuramadın mı? Vah Vah. Evlenmedin mi? Vah vah! Çocuk yapmadın mı? Vah vah! Bir ailenin içine doğuyoruz ve ölene kadar o ailede “çocuk” olarak kalıyoruz, yaşımız kaç olursa olsun. Benim de bu yapıyla ciddi sorunlarım olduğu aşikar… Belki 2000’lerde ve sonrasında doğanlar bu yükleri daha  az hissedecektir. Bütün dualarım onlarla.

Benim de tüm ailem Galata ve Pera sokaklarında büyümüş. Anneannem 6-7 Eylül’den hikayeler anlatırdı. Meraklı olduğum için o dönemlerden, o dönemin Beyoğlu’sundan sık sık bahsederdi bana.  Hep söylerim; Pera’nın, İstiklal Caddesi’nin o yıllarına şahit olmak isterdim diye. Sizin için “Pera” ne ifade ediyor? Sizce Beyoğlu güzel yıllarına tekrar dönecek mi?

Geçmişe özlem duyarak bugüne bakan ve hayıflanan biri değilim. “Çocukluğumun geçtiği mahalleyi, okuduğum okulu tarif edecek ikonik binalar yok oldu” dediğimde gençlere bir şey ifade etmiyor çünkü zaten artık birbirimize lokasyon gönderiyoruz… Şimdi çıkalım sokakta yürüyen 20 yaşında birini çevirip soralım, İstiklal, Taksim ve dahi İstanbul ona güzel gelecektir. Bizim hatırladıklarımız yani “o geçmiş” geri gelmeyecek, yeni nesillerle birlikte yeni hafızalar oluşacak hatta oluştu, oluşuyor. Çarpık kentleşme, kontrolsüz nüfus artışı, mecburi göçler, geri dönüşümsüz çevre ve iklim sorunlarına bakınca Beyoğlu ve dahi Dünya bizim hatırladığımız “eski güzel günler”ine bir daha asla dönemeyecek ama yeni güzel günleri olacak diye umut ediyorum…

Yahudi kültürü ve yaşamını birçok detayıyla Kulüp’e taşıdınız. İlk defa bu boyutta gerçek aksanlarla Ladino dili duyuldu. İnsanlar Şabat, Purim, Hanuka gibi Yahudi gelenek ve bayramlarını öğrendiler. Bu yeni sezonda da devam ediyor. Tüm bunları öğrenmenin, Yahudi yaşamına şahit olmanın sizce Türk toplumu üzerinde bu nasıl bir etkisi oldu?

Biz sadece Yahudi karakterlerimize değil anlatımız içinde var olan her karakterimize saygı duyduk. Onlar bizim anlatımızın kahramanıydı; şaka üretmek ya da parmakla gösterip “tu kaka” dedirtmek için kullandığımız araçlar değildi. Sanırım bu özen dikkat çekti ve kıymetli bulundu. Etkisine gelince, diziler popüler kültür malzemesi. Dolayısıyla seyircinin sadece Kulüp’e bakıp “Meğerse Yahudiler sadece pinti, şişman ve zengin değilmiş.” çıkarımını yapmasını, bu gerçeği hazmetmesini ve hazmettiği gerçeği de bir hayat görüşü haline getirmesini beklemek romantizm olur. Dramadan gerçekçi beklentimiz işaret ettiği durumun/kavramın kalabalıklar tarafından konuşulmasını, tartışılmasını sağlamak olmalı. İlk sezon yayınından sonra sosyal medyada 6-7 Eylül’de yaşatılan acılar için utanç dolu pişmanlık cümleleri kuran pek çok takipçim hemen birkaç saat sonra “Ama bu mülteciler de çok re re rö” diyordu. Matilda’nın da söylediği gibi “Hayatın ödülü de laneti de aynıdır: unutmak”.

Sosyal medyadan ve etrafımdaki sohbetlerden takip ettiğim kadarıyla Kulüp’ün yeni sezonunu büyük bir heyecanla bekleniyor. Bunca dizi varken sizce nedir dizinin bu kadar ses getirmesindeki etkenler?

Kulüp ilk sezonunda hatasıyla sevabıyla sevildi, kabul gördü; seyircimize bu anlamda minnettarız. Türkiye’de uzun yıllar sonra ilk kez popüler kültür kodlarıyla tasarlanmış bir drama anlatısı “dizi seyircisi” dışında toplumun bütün kesimlerince konuşuldu, tartışıldı, hafızaları tazeledi. Bu da bizi çok mutlu eden bir sonuç oldu… Biz çok vicdanlı ve dürüst bir anlatı gerçekleştirmek için bir araya gelmiştik ve bunu da başardığımızı düşünüyorum. Dramayı yeni bir hafıza tasarlamak için kullanmadan, politik doğruculuk yapmadan sadece inandığımız hikayeyi anlattık, anlatıyoruz; seyircimiz izin verdiği sürece de anlatmaya devam etme arzusundayız.