Ada

Otel Majestic’te Silivri’yi Hatırlamak – Ruth Behar

Çeviri: Albert Berk Toledo 

New York’ta Kübalı Yahudi bir ailede büyürken, geçmişi sürgünlerle dolu bir ailenin çocuğu olduğumun farkındaydım. Anne tarafım Aşkenazdı, doğu Avrupa’lı. Anneannem ‘Baba’ Polonyalıydı, dedem Zayde ise Rustu. İkisi de 1920’lerin başında ayrı ayrı Kübaya gelmişler. Avrupa’daki durumların kötüleşmesinden ötürü bu adada ailelerinin güvenliğini sağlayabileceklerini düşünmüşler. İkisi de Yidiş konuşurlardı. Bu dil onlar için çok anlamlıydı çünkü, Zayde, Baba’yı New York’tan özel olarak sipariş ettiği Yidiş gazete The Forward’ın sayılarını vererek tavlamıştı. Başka diasporalardan hiç Yahudi tanımadıkları için her Yahudi’nin Yidiş konuştuğunu düşünüyorlardı. Yidiş konuşmayı Yahudi olmanın şartlarından biri olarak görüyorlardı. Bu yüzden annem, bir Sefarad Yahudisi olan babamla evlenmeye karar verdiğinde şok olmuşlardı. Babamın annesi ve babası Türkiye’den geliyordu ve İspanyol kökleri olduğunu söylüyorlardı. Aynı zamanda Yahudilerdi. Yidiş bilmiyorlardı. Bu nasıl olabilirdi? 

Abuela ve Abuelo, Sefarad babaannem ve büyükbabam Ladino konuşurlardı. Bu dil 1492’de, Columbus Amerika kıtalarına yaptığı ilk seyahatine çıkmadan hemen önce İspanya’dan kovulan atalarının konuştuğu İspanyolcaydı. Sefarad İbranice’de İspanya demek ve Sefarad Yahudileri de İspanya’dan sürgün edilmeyi seçenler. Eğer Katolik olmayı kabul etselerdi orada kalabilirlerdi, ama etmediler ve kendilerine başka bir yerde, yeni bir ev bulmayı tercih ettiler. Ama yine de Sefaradlar memleketlerine o kadar nostalji duyuyorlardı ki, onları kovan insanların dili olan İspanyolca’ya tutunmaya devam ettiler. Bu yüzden Ladino aynı zamanda Judeo-İspanyol olarak adlandırılır, yani Sefarad Yahudileri için İspanyolca bir Yahudi dilidir. 

Benim kimliğim bu iki Yahudi kültürünün karışımından oluşuyor – Aşkenaz ve Sefarad, birincisi Hristiyan Avrupa dünyasından çıktı, ikincisi ise Müslüman Osmanlı İmparatorluğu’ndan. Bir de üstüne bu iki kültür Küba kültürü ile karşıtı. 4 aile büyüğüm de 1920’lerde Küba’ya göç ettiler. Amerika’nın doğu ve güney Avrupa’dan gelen göçmenlere kısıtlı kontenjan uygulaması sebebiyle Amerika’ya giremediler. Fakat Küba o zamanlar refah içindeydi, şeker ve turizm sektörünün getirdiği zenginlikle; Amerika’da içki yasağı dönemi yaşanırken, Küba’da rom ve kola her yerdeydi. Milli bağımsızlık için verilen mücadele dini çeşitliliğin artmasına neden oldu. Katolikliğin tek din olmaktan çıkmasıyla, Yahudi göçünün önü açıldı. Binlerce Yahudi göçmen gibi benim aile büyüklerimin yolları da Küba’ya çıktı. 

Abuela, babaannem, Silivriliydi. Ailesi onun Havana’ya gitmesini ve orada yaşayan Sefarad bir Yahudi ile evlenmesini ayarlamıştı. Ama müstakbel damat sabredememiş ve anneannem gelmeden başkasıyla evlenmiş. Havana’da yaşayan bir amca onu evine almış. Zaman geçirmek için hüzünlü Sefarad aşk şarkıları söyleyip, Türkiye’den getirdiği sazını çalarmış. 

Şarkılardan biri, babasına karşı gelen ve bu yüzden denizin ortasında bir kuleye hapsedilen bir kız ile ilgiliymiş. Bu şarkı yoldan geçen bir adamın dikkatini çekmiş. Yoldan geçerken babaannemin söylediği bu kalp kırıklıklarıyla dolu şarkıyı duyan adam ona evlenme teklifi etmiş ve benim Abuelo’m yani büyükbabam olmuş. Babaannem ve büyükbabam evlenmişler ve eski Havana’da denize bakan bir yerde yaşamaya başlamışlar. Dört tane çocukları olmuş, babam üçüncüleriymiş. Abuela bir eş ve anne olduktan sonra saz çalmayı bırakmış. Babamın dediğine göre babaannem çok meşgul olduğu için sazı Calle Oficios’taki evlerinin duvarına bir çiviye asılı olarak kalmış. Bir daha hiç şarkı söylememiş. Bir daha anne ve babasını hiç görmemiş. Onun hikayesi yıllarca aklımdan çıkmadı. Hikayesindeki bütün sessizliklerden ve bir zamanlar çaldığı sazdan etkilenerek yeni bir roman yazdım, Across So Many Seas. 

Yıllar sonra, 1980’lerde, hayatının son yıllarında, Abuelo Miami South Beach’te, Ocean Drive’da yer alan Otel Majestic’te yaşamayı seçti. South Beach o zamanlar bugünkü gibi değildi. Denize bakan art deco oteller henüz tarihi eser statüsünde değildi. Denize yakın olan ve çürümeye terk edilmiş her şey gibi onlar da harap halde, küf ve pişmanlık kokuyorlardı. Abuelo buna aldırmıyormuş gibi görünüyordu. Goodman’s Matzo’daki fabrika işinden emekli olduktan sonra, Abuela’ya Canarsie’den ayrılıp güneye, güneşli Miami’ye taşınmak istediğini söyledi. Daha önce oraya tatile gitmişlerdi, çok da güzel geçmemiş miydi? Ama Abuela Brooklyn’de kalmak istedi. Çok sevdiği kızı, halam Fanny, kocası ve çocuklarıyla yan dairelerinde oturuyordu. Abuela onlardan uzak olmak istemedi. “Vaz a Miami cuando yo me muera” dedi. “Miami’ye ben ölünce gidersin.” 

Öyle de oldu. Abuela 1981’de kanserden öldü ve Abuelo bavulunu hazırladı. Otel Majestic’teki odası ancak bir yatak, televizyon, bir komidin ve bir öğrenci boyu buzdolabı sığacak büyüklükteydi. Daha fazlasına ihtiyacı olmadığını söylüyordu. Yemeklerini birkaç bina ötedeki Küba restoranında, Puerto Sagua’da yiyordu. Restoranın sahiplerinin bir zamanlar Havana’da da aynı isimde bir lokantaları vardı. 

Abuelo zarif bir adamdı, ince, saçları hala yerinde, parlayan koyu renk gözleri vardı. Neşeliydi, çabuk gülerdi. Her gün temiz bir guayabera gömlek giyerdi. Bana çok cazibeli gelirdi ama babam onunla zaman geçirmeye dayanamazdı. Gençliğinde Abuelo ile Havana’da zorla kapı kapı dolaşıp battaniye satmıştı. Mimarlık okumak istemişti ve buna engel olan babasını hiç affetmedi. Babam babasını hiç Papa veya Papi diye çağırmadı, hep ismiyle, Isaac diye çağırdı. 

Sonlara doğru Abuelo bunamaya başladı. Hafızasını kaybettiğinin farkındaydı. Gerçekliğe tutunabilmek için her sabah El Nuevo Herald alırdı, Miami Herald’in İspanyolca baskısı. Gazeteyi eline alır hangi ay, gün ve yıl olduğuna bakardı. Günlerini otelin ön bahçesinde oturarak, denizi izleyerek geçirirdi. “Me recuerda Silivri,” derdi, bakışları bulanık. Silivri… hem onun hem de Abuela’nın memleketi. Miami’nin sahillerinden bakarken gençliğinin denizini görürdü, Silivri’ye yanaşan tekneleri ve ağlarını denize atan balıkçıları hatırlardı. 

Abuelo’yu Otel Majestic’te ziyaret ettiğim her sefer, veda etme vakti geldiğinde ona “Hasta mañana,” derdim, o da bana hep “Si Dios quiere” diye cevap verirdi, Allah isterse. 

Hayatta belirli hiçbir şey yoktu. Yarın olmayabiliriz. Bu bizim elimizde olan bir husus değildi. Allah’ın elindeydi. 

Abuelo’nun vedalara karşı olan melankolik yaklaşımının Sefarad hassasiyetinden geldiğine ikna olmuştum, sanki her veda son veda gibiydi. Bunu fark edebilme sebebimin, karşılaştırma yapabileceğim, Yidiş konuşan, Polonya ve Rusya’dan gelen annanemin ve dedemin, Baba ve Zayde’nin, olması olduğunu düşünüyorum. Onlar böyle duygusal vedalar yaşamazlardı. Bir öpücük verirlerdi ve hoşça kal derlerdi. 

Sefarad bir baba ve Aşkenaz bir annenin kızı olarak büyürken, hangi kültürel özellikler hangi gruba ait diye düşünürdüm ancak hiçbir zaman bu farklılıkların kişisel özellikler mi yoksa sosyal özellikler mi olduğunu bilemezdim. Babamın kızgınlığı ve affedemeyen halleri Sefarad olmasından mı kaynaklıydı? Ailemin Aşkenaz tarafı böyle düşünüyordu. Onlar kendilerini dengeli, kin gütmeyen, kolay affeden insanlar olarak görürlerdi. 

Sefaradlara karşı derin bir aşinalığım olmadığından, uzmanların Sefardizm diye adlandırdıkları bir yaklaşıma sahip olduğumu fark ettim, Oryantalizmin Yahudi versiyonu, aile büyüklerimin de parçası olduğu bir insan grubuyla ilgili yanlış ve gerçeklikten uzak bir takım fikirler… Sefarad geçmişim benim için hala bilinmezliklerle dolu. 

Geriye dönüp baktığımda, yıllar sonra, Abuelo’nun Otel Majestic ‘te geçirdiği son günlerinde her gün denize bakarken, zihni yavaş yavaş zayıflarken, zaman kavramını yitirirken, yapayalnız bir şekilde hala Silivri’deki kaybettiği evini hatırlaması beni hüzünlendiriyor. Babam o kızgınlığı sebebiyle babasıyla hiçbir zaman uzlaşmadı ama cenaze gününde umutsuzca ağladı. Bu erkeklerin bana Sefarad geçmişimizle ilgili bildiklerinden daha çok aktarmalarını o kadar isterdim ki. Onun yerine, İspanya’dan gelen Sefarad kültürüm ve geçmişime olan bağlarımı etnografi, tarih ve yaratıcı yazarlık ile geliştirdim, ve bana bir kadın olarak kendimi ifade etmek için çok fazla alan bırakmayan dini altyapının üzerine koymaya çalıştım. Yolculuğuma devam ediyorum, babaların sessizliklerinin ötesine ilerliyorum, kayıpları hatırlamayı manevi arayışlarının merkezine koyan bir toplumu anlatabileceğim kelimeleri bulmak için.