Todori odasının dışından gelen konuşma sesleriyle sızdığı yatağında uyandı. Kolu ters bir şekilde altında kalmış uyuşmuştu. Kitabı yatağın yanında yere düşmüştü. Camdan dışarı baktı, acaba ne kadar uyumuştu. Uyuşan kolunu ovuşturdu ve komodinin üstündeki çalar saate gözü takıldı, 18.00 olmuştu, bir buçuk saat kadar uyumuş olmalıydı.
Odasından çıktı, seslere doğru yöneldi. Annesi ve babası, son dört beş yazdır üst katta kiracıları olarak oturan genç karı-koca ile bahçe masasının etrafında hararetli bir şekilde konuşuyorlardı. Küçük kızları da bahçedeki küçük kümesin tellerinden yaprak uzatarak hindileri, horozları ve tavukları besliyordu. Yapraklardan ısırıldıkça çıkan kırt kırt sesler kızı gülümsetiyor, biraz küçülünce yaprakları elinden kümesin içine bırakıveriyordu.
Todori de gülümseyip masaya ilişince annesi ona dönüp biraz Türkçe biraz Rumca durumu anlattı. Kiracıları ailece öğlen çarşıdaki bir lokantada yemek yemişler, yemekten sonra Tina kapının önünde tebeşirle oynamak için izin istemiş, zaten hesap bekliyorlarmış, çok da temkinli dikkatli bir kız olduğundan anne baba kapının önüne çıkmasına izin vermişler. Hesabı ödeyip çıktıklarında Tina kapının önünde yokmuş, seslenmişler, sağa sola bakmışlar. Göremeyince anne, döner gelir diye kapıda nöbetçi kalmış, baba fırladığı gibi esnafa sora sora koşmaya başlamış. Cumartesi günü ada kalabalık, aklına bin bir türlü kötü senaryo gelmiş. Canhıraş karakola gitmiş, kayıp diye bildirmiş. Tekrar meydana döndüğünde Tina’yı babaannesinin kucağında görmüş. Babaanne, kucağında torunuyla aranıyormuş. Meğer Tina tebeşirle oynarken dalıp, çarşıdan saat meydanına doğru gelince korkudan ağlamaya başlamış, kimseye gitmemesi, yabancılarla konuşmaması için hep uyarılmış olduğu için de gören, konuşan kimseye gitmemiş, yalnızca meydanda fırını olan Vartuhi teyze yaklaşıp yardım etmek isteyince güvenmiş, onun kucağına gitmiş. O da çocuğun bir yakını iskeledeki belediye gazinolarının oralarda olabilir mi diye gezdirirken çay bahçesinde arkadaşlarıyla oturan babaanne torununu görmüş ve almış, olayı öğrenince de oğlu ve gelinin ne kadar merakta olabileceğini düşünüp telaşla yerinden kalkıp meydana doğru gitmiş. Tam orada karşılaşmışlar, baba kızını kucağına alıp sımsıkı sarmış ve hemen lokantanın kapısına geri dönmüş. Anne de kızından haber beklerken deli gibi yerinde duramıyor dövünüp duruyormuş, onları uzaktan görünce koşmuş ve hep beraber ağlayarak sarılmışlar. Eve geldiklerinde girişte ev sahipleri Madam Aglaia ve Mösyö Beybi’yi görmüşler. Telaşlarını fark eden Todori’nin annesi babası onları oturtmuş, su vermiş ve rahatlatmak için dertleşmişler.
Biraz soluklandıktan sonra kiracılar, girişteki holden açılan kapıdan geçip merdivenle üst kattaki evlerine çıktılar. Todori annesinin yaptığı buz gibi limonatadan içip holdeki odasına geri döndü. Babası da hemen evin karşısındaki okul ve kiliseye ait, yazın etraftaki çocukların, kışın da öğrencilerin güle oynaya koşuşturduğu bahçenin parmaklıklarına serdiği ağları toplamak için evden çıktı. Todori kitaplığının rafında duran kafatasına baktı. Ne alem adamdı şu babası. Adı Vangel’di ama iri yarı bedeni, şişman, yuvarlak yüzü ve güleç hali nedeniyle herkes ona Mösyö Beybi derdi. Diş hekimliğinde okuyan Todori, bir gün okul dönüşü babasına kafatası modeline ihtiyacı olduğunu söylemiş ve bir tane almasını rica etmişti. Babası, her gün İstanbul’a işe iniyordu, oradan bakabilirdi. Aradan birkaç gün geçmişti ama babası araştırdığını, fiyatının çok pahalı olduğunu, bir çaresini bulacağını söyleyip duruyordu. Bir gün yine okul dönüşü bu kuru kafayı rafta görünce çok sevindi ama bir gariplik vardı. Babasına sorduğunda aldığı cevap karşısında ne yapacağını şaşırdı. Babası gece yarısı elinde kazma kürek mezarlığa gitmiş, eski terkedilmiş gibi duran bir mezarı kazmış ve kafatasını mezardan alıp iyice temizleyip oğlunun odasına gururla koymuştu. Şimdi gülümseyebiliyordu ama o sırada babasına için için ne çok kızmıştı!
Camdan dışarı bakıp babasının koca cüssesiyle ağları nasıl da itinayla topladığını seyretti. Bu adam naif miydi, gaddar mıydı, bir türlü karar veremiyordu. Ağları toplarken yanından ayrılmayan kediyi, çok yılışık diye, babasının işe giderken ondan kurtulmak için yanında İstanbul’a götürdüğünü ve Eminönü’nde balıkçıların oraya bıraktığını hatırladı. Kedi ertesi gün eve geri dönmüştü. İnanamamışlardı, vapura binmiş ve bir sürü iskeleye uğrayan vapurdan doğru iskelede inip evin yolunu bulmuş, ailesine dönmüştü.
İçerden mis gibi yemek kokuları gelmeye başladı, karnı da acıkmıştı. Annesi yine kim bilir ne güzel yemekler pişirmişti. Madam Aglaia da Mösyö Beybi gibi Büyükada’nın yerlilerindendi. Bu evi babası yapmış, genç kızlığı da bu evde geçmişti. Ahşap iki katlı bir evdi. Giriş katında kendileri oturur, yazları üst katı kiraya verirlerdi. Arkada bahçeleri vardı. Bahçeden de bir merdiven üst kattaki kiracının terasına çıkardı. Üst katı yazları genelde Yahudi yazlıkçılar tutardı, zaten bir tutan birkaç sene ayrılmazdı. Aile gibi olurlardı. Sonbaharda kiracılar evlerine dönünce üst katı kaparlar, aşağıda sobayla ısınırlardı. Madam Aglaia güler yüzü, sevecen ve becerikli kişiliğiyle oğlunu ve kocasını rahat ettirmek için bütün gün çalışır, evin işleriyle uğraşırdı. Hele de oğlu diş hekimi olacak diye, her hafta pazardan taze sebze meyve alışverişini yapar, ona en güzel yemekleri pişirir, meyve suları sıkar, onu en iyi şekilde beslerdi. Oğlu okula giderken sağlıklı olsun diye kahvaltı için evden özene bezene sandviç yapsa da Todori sabahları Vartuhi Teyze ile Niko Amca’nın fırınından patlıcanlı poğaça alır, vapurda çayla beraber yemeye bayılırdı. Bazen sipariş üstüne okuldaki birkaç samimi arkadaşına da götürürdü.
Akşam yemeklerini yedikten sonra babası içeri geçti, Todori annesiyle sofrada biraz daha sohbet etti. İçerden yine çat çut sesler geliyordu, belli ki babası nasırlaşmış kalın tırnaklarını kerpetenle kesiyordu. Koridorda karşılaştılar, babası eski bir gazete kağıdına biriktirdiği tırnaklarını tuvalete atmaya gidiyordu.
Todori mezun olduktan birkaç yıl sonra burada artık eskisi kadar rahat olmamaya başladılar. Gitmeleri gerekiyordu. Vatanlarından ayrılıp, vatanları olduğu söylenen Yunanistan’a gitmeleri onlar için daha iyi olacaktı. Paraya ihtiyaçları vardı, ufak birikimleri yetmezdi. Bu evi satmaları en doğrusuydu. İskelede çay gazinosu olan dostları Hakkı Beyle anlaştılar, evi ona sattılar ve gittiler.
Yıllar sonra Todori karısı ve çocuklarını adaya gezmeye getirdi. İlk iş, evlerinin olduğu sokağa gittiler. Ahşap evin yerinde mavi beton bir ev vardı. Todori hüzünle bir eve bir de karşısındaki okulun bahçesine baktı, ne balıkçı ağları vardı ne de bahçede oynayan çocuklar. Onu neşelendirecek bir şey biliyordu. Fırıncı Vartuhi Teyze ve eşi Niko Amca da Yunanistan’a göç ettikten kısa bir süre sonra vefat etmişti ama yanlarında yetiştirdikleri Hüseyin dükkanı devralmış, şimdi eşi ve çocuklarıyla çarşının içindeki küçük fırında aynı lezzetleri üretip satmaya devam ediyorlardı. Hemen çarşıya döndüler, fırından patlıcanlı poğaça, kremalı börek alıp, iskeledeki çay bahçesinde yemeye gittiler. Çaylarını sipariş ettiler. Börek paketlerini masada açtılar. Çaylarını beklerken Todori’nin kulağı vapur düdüğü duymak istedi ama yoktu, vapur iskelesine baktı, eskiden birbiri ardına yanaşıp kalkan vapurlar neredeydi? Todori özlemle poğaçadan bir lokma ısırdı. Tam hatırladığı gibiydi, çiğnerken keyiften gözlerini kapadı, tam o sırada iskeleye yanaşan bir vapur düdüğünü öttürdü, Todori kendini vapurda okula giderken gördü.
Todori odasının dışından gelen konuşma sesleriyle sızdığı yatağında uyandı. Kolu ters bir şekilde altında kalmış uyuşmuştu. Kitabı yatağın yanında yere düşmüştü. Camdan dışarı baktı, acaba ne kadar uyumuştu. Uyuşan kolunu ovuşturdu ve komodinin üstündeki çalar saate gözü takıldı, 18.00 olmuştu, bir buçuk saat kadar uyumuş olmalıydı.
Odasından çıktı, seslere doğru yöneldi. Annesi ve babası, son dört beş yazdır üst katta kiracıları olarak oturan genç karı-koca ile bahçe masasının etrafında hararetli bir şekilde konuşuyorlardı. Küçük kızları da bahçedeki küçük kümesin tellerinden yaprak uzatarak hindileri, horozları ve tavukları besliyordu. Yapraklardan ısırıldıkça çıkan kırt kırt sesler kızı gülümsetiyor, biraz küçülünce yaprakları elinden kümesin içine bırakıveriyordu.
Todori de gülümseyip masaya ilişince annesi ona dönüp biraz Türkçe biraz Rumca durumu anlattı. Kiracıları ailece öğlen çarşıdaki bir lokantada yemek yemişler, yemekten sonra Tina kapının önünde tebeşirle oynamak için izin istemiş, zaten hesap bekliyorlarmış, çok da temkinli dikkatli bir kız olduğundan anne baba kapının önüne çıkmasına izin vermişler. Hesabı ödeyip çıktıklarında Tina kapının önünde yokmuş, seslenmişler, sağa sola bakmışlar. Göremeyince anne, döner gelir diye kapıda nöbetçi kalmış, baba fırladığı gibi esnafa sora sora koşmaya başlamış. Cumartesi günü ada kalabalık, aklına bin bir türlü kötü senaryo gelmiş. Canhıraş karakola gitmiş, kayıp diye bildirmiş. Tekrar meydana döndüğünde Tina’yı babaannesinin kucağında görmüş. Babaanne, kucağında torunuyla aranıyormuş. Meğer Tina tebeşirle oynarken dalıp, çarşıdan saat meydanına doğru gelince korkudan ağlamaya başlamış, kimseye gitmemesi, yabancılarla konuşmaması için hep uyarılmış olduğu için de gören, konuşan kimseye gitmemiş, yalnızca meydanda fırını olan Vartuhi teyze yaklaşıp yardım etmek isteyince güvenmiş, onun kucağına gitmiş. O da çocuğun bir yakını iskeledeki belediye gazinolarının oralarda olabilir mi diye gezdirirken çay bahçesinde arkadaşlarıyla oturan babaanne torununu görmüş ve almış, olayı öğrenince de oğlu ve gelinin ne kadar merakta olabileceğini düşünüp telaşla yerinden kalkıp meydana doğru gitmiş. Tam orada karşılaşmışlar, baba kızını kucağına alıp sımsıkı sarmış ve hemen lokantanın kapısına geri dönmüş. Anne de kızından haber beklerken deli gibi yerinde duramıyor dövünüp duruyormuş, onları uzaktan görünce koşmuş ve hep beraber ağlayarak sarılmışlar. Eve geldiklerinde girişte ev sahipleri Madam Aglaia ve Mösyö Beybi’yi görmüşler. Telaşlarını fark eden Todori’nin annesi babası onları oturtmuş, su vermiş ve rahatlatmak için dertleşmişler.
Biraz soluklandıktan sonra kiracılar, girişteki holden açılan kapıdan geçip merdivenle üst kattaki evlerine çıktılar. Todori annesinin yaptığı buz gibi limonatadan içip holdeki odasına geri döndü. Babası da hemen evin karşısındaki okul ve kiliseye ait, yazın etraftaki çocukların, kışın da öğrencilerin güle oynaya koşuşturduğu bahçenin parmaklıklarına serdiği ağları toplamak için evden çıktı. Todori kitaplığının rafında duran kafatasına baktı. Ne alem adamdı şu babası. Adı Vangel’di ama iri yarı bedeni, şişman, yuvarlak yüzü ve güleç hali nedeniyle herkes ona Mösyö Beybi derdi. Diş hekimliğinde okuyan Todori, bir gün okul dönüşü babasına kafatası modeline ihtiyacı olduğunu söylemiş ve bir tane almasını rica etmişti. Babası, her gün İstanbul’a işe iniyordu, oradan bakabilirdi. Aradan birkaç gün geçmişti ama babası araştırdığını, fiyatının çok pahalı olduğunu, bir çaresini bulacağını söyleyip duruyordu. Bir gün yine okul dönüşü bu kuru kafayı rafta görünce çok sevindi ama bir gariplik vardı. Babasına sorduğunda aldığı cevap karşısında ne yapacağını şaşırdı. Babası gece yarısı elinde kazma kürek mezarlığa gitmiş, eski terkedilmiş gibi duran bir mezarı kazmış ve kafatasını mezardan alıp iyice temizleyip oğlunun odasına gururla koymuştu. Şimdi gülümseyebiliyordu ama o sırada babasına için için ne çok kızmıştı!
Camdan dışarı bakıp babasının koca cüssesiyle ağları nasıl da itinayla topladığını seyretti. Bu adam naif miydi, gaddar mıydı, bir türlü karar veremiyordu. Ağları toplarken yanından ayrılmayan kediyi, çok yılışık diye, babasının işe giderken ondan kurtulmak için yanında İstanbul’a götürdüğünü ve Eminönü’nde balıkçıların oraya bıraktığını hatırladı. Kedi ertesi gün eve geri dönmüştü. İnanamamışlardı, vapura binmiş ve bir sürü iskeleye uğrayan vapurdan doğru iskelede inip evin yolunu bulmuş, ailesine dönmüştü.
İçerden mis gibi yemek kokuları gelmeye başladı, karnı da acıkmıştı. Annesi yine kim bilir ne güzel yemekler pişirmişti. Madam Aglaia da Mösyö Beybi gibi Büyükada’nın yerlilerindendi. Bu evi babası yapmış, genç kızlığı da bu evde geçmişti. Ahşap iki katlı bir evdi. Giriş katında kendileri oturur, yazları üst katı kiraya verirlerdi. Arkada bahçeleri vardı. Bahçeden de bir merdiven üst kattaki kiracının terasına çıkardı. Üst katı yazları genelde Yahudi yazlıkçılar tutardı, zaten bir tutan birkaç sene ayrılmazdı. Aile gibi olurlardı. Sonbaharda kiracılar evlerine dönünce üst katı kaparlar, aşağıda sobayla ısınırlardı. Madam Aglaia güler yüzü, sevecen ve becerikli kişiliğiyle oğlunu ve kocasını rahat ettirmek için bütün gün çalışır, evin işleriyle uğraşırdı. Hele de oğlu diş hekimi olacak diye, her hafta pazardan taze sebze meyve alışverişini yapar, ona en güzel yemekleri pişirir, meyve suları sıkar, onu en iyi şekilde beslerdi. Oğlu okula giderken sağlıklı olsun diye kahvaltı için evden özene bezene sandviç yapsa da Todori sabahları Vartuhi Teyze ile Niko Amca’nın fırınından patlıcanlı poğaça alır, vapurda çayla beraber yemeye bayılırdı. Bazen sipariş üstüne okuldaki birkaç samimi arkadaşına da götürürdü.
Akşam yemeklerini yedikten sonra babası içeri geçti, Todori annesiyle sofrada biraz daha sohbet etti. İçerden yine çat çut sesler geliyordu, belli ki babası nasırlaşmış kalın tırnaklarını kerpetenle kesiyordu. Koridorda karşılaştılar, babası eski bir gazete kağıdına biriktirdiği tırnaklarını tuvalete atmaya gidiyordu.
Todori mezun olduktan birkaç yıl sonra burada artık eskisi kadar rahat olmamaya başladılar. Gitmeleri gerekiyordu. Vatanlarından ayrılıp, vatanları olduğu söylenen Yunanistan’a gitmeleri onlar için daha iyi olacaktı. Paraya ihtiyaçları vardı, ufak birikimleri yetmezdi. Bu evi satmaları en doğrusuydu. İskelede çay gazinosu olan dostları Hakkı Beyle anlaştılar, evi ona sattılar ve gittiler.
Yıllar sonra Todori karısı ve çocuklarını adaya gezmeye getirdi. İlk iş, evlerinin olduğu sokağa gittiler. Ahşap evin yerinde mavi beton bir ev vardı. Todori hüzünle bir eve bir de karşısındaki okulun bahçesine baktı, ne balıkçı ağları vardı ne de bahçede oynayan çocuklar. Onu neşelendirecek bir şey biliyordu. Fırıncı Vartuhi Teyze ve eşi Niko Amca da Yunanistan’a göç ettikten kısa bir süre sonra vefat etmişti ama yanlarında yetiştirdikleri Hüseyin dükkanı devralmış, şimdi eşi ve çocuklarıyla çarşının içindeki küçük fırında aynı lezzetleri üretip satmaya devam ediyorlardı. Hemen çarşıya döndüler, fırından patlıcanlı poğaça, kremalı börek alıp, iskeledeki çay bahçesinde yemeye gittiler. Çaylarını sipariş ettiler. Börek paketlerini masada açtılar. Çaylarını beklerken Todori’nin kulağı vapur düdüğü duymak istedi ama yoktu, vapur iskelesine baktı, eskiden birbiri ardına yanaşıp kalkan vapurlar neredeydi? Todori özlemle poğaçadan bir lokma ısırdı. Tam hatırladığı gibiydi, çiğnerken keyiften gözlerini kapadı, tam o sırada iskeleye yanaşan bir vapur düdüğünü öttürdü, Todori kendini vapurda okula giderken gördü.
Kapak görseli: Suzan Hazan, Büyükada Saat Kulesi
Paylaş: