Ada

İzler ve Gizler: Süryani Rahip Sabuncu’nun Büyükada Yılları – Özcan Geçer

Adalı çocuklar hakkında efsaneler işiterek büyüdü, turistlerin en çok fotoğraf çektiği durak oldu, senelerce atıl kaldı, satıldı, restore edildi. Başından pek çok şey geçti ancak ne adalılar ne de turistler bildi gerçek hikayesini Büyükada Maden’de yer alan o meşhur evin. Kimi Gözlü Ev dedi, kimi Arılı Ev. Pek çok kişi hatalı olarak Sabuncakis Köşkü olarak tanıttı çevresine. Bugün ise hikayenin gerçek yüzüne dönüyoruz. 

1838-1931 yılları arasında maceralı bir hayat yaşamış ve bu hayatın on sekiz yılını Büyükada’da geçirmiş Süryani Katolik Rahip Yuhanna Louis Sabuncu’nun hem Ada’daki izlerini takip ediyor hem de bu masalsı evi tanıyoruz. 

Evin güncel görüntüsü

Sabuncu’nun hikâyesi, 1838 yılında, Diyarbakır’daki ailesinin salgın hastalıktan kaçarak şehirden uzaklaşması sürecinde, Derik’te, yol üzerinde doğmasıyla başlıyor. Talihin garip bir cilvesi olarak ömrü, aynı mezar taşında yazılmasını vasiyet ettiği ‘’Ömrü, bilgeliği aramakla seyahatlerde geçti’’ sözü gibi yolculuklarla geçiyor.  

Sabuncu’nun hikâyesiyle yollarımız ise birtakım tesadüfler sonucu kesişti. Sabuncu’nun, 1875’te İngiltere Manchester’da fotoğraf teknikleri geliştirip patentlerini alarak bunları London Stereoscopic Company’ye sattığını öğrendikten kısa bir süre sonra, bir sahafta 1888’de yazmış olduğu bir defterini mucizevi bir şekilde buldum. Bu tesadüfler içimdeki araştırmacı ruhu ateşledi ve hikaye yavaş yavaş aydınlanmaya başladı…

Sabuncu Roma’da eğitim alırken 1856

Süryani Ortodoks ve Süryani Katolik bir ailenin çocuğu 

1850’li yıllarda çok önemli bir teoloji eğitim yuvası olan, Suriye Beyrut’taki El Şarfe Manastırı’nda eğitim alan Sabuncu’nun annesi Süryani Ortodoks, babası ise Süryani Katolik. Süryani Katolik metropolitinin, Roma’da gerçekleştirilecek patriklik takdisine giderken, çok zeki bir öğrenci olması sebebiyle yanında kendisini de götürmesi yaşam öyküsünde kritik bir dönemeç oluyor. 1853 yılından 1863 yılına kadar Roma İman Yayma Okulu’nda teoloji eğitimiyle beraber mantık ve felsefe gibi dallarda ciddi bir eğitim alıyor. Bu eğitim onun dünyasında çok büyük bir açılıma vesile oluyor. Hatta fotoğrafçılık tekniği daha yeni gelişirken, bu okulda tekniğin temellerini öğreniyor. Bu da onun için gelecekte önemli bir kapı açıyor.Sabuncu, Roma’daki eğitiminden sonra Beyrut’a geri dönüyor. Oradaki patrik kendisinin ruhani olarak devam etmesi, daha sonra üst düzey bir metropolit olması yönünde beklentisi olduğunu söylüyor. Ancak Sabuncu sadece inanç yolunda gitmiyor. 1871’de çıkarmaya başladığı En-Nahle gazetesinde çeşitli çalışmalar yapıyor. En-Nahle, “ bal arısı” demek, bu aynı zamanda kendi ailesinin de lakabı. Dergide ilimle, çağdaş bilimle ilgili içerikler yayımlanıyor.  

El Nahle gazetesi iç kapak görseli

Gazeteci, din adamı, filozof, fotoğrafçı ve aktivist kimlikleriyle Sabuncu 

Sabuncu ve çevresi bir yandan da Süryanice ve diğer dillerde eğitim veren bir okul açıyor. Bu süreçte Sabuncu’nun inanç dünyasında birtakım değişiklikler oluyor. Tüm inançların birbirine paralel olduğuna ve örtüştüklerine inanıyor. Hatta bir sohbetinde bu düşüncelerini başkalarıyla da paylaşıyor. Bunlar o döneme göre radikal sayılabilecek fikirler olduğundan çevresinde biraz yadırganıyor. Yaşadığı ihtilaflardan bunalarak ortamdan uzaklaşıyor. Elinde fotoğraf makinesiyle, 1871’de Beyrut’tan kalkan Venüs isimli gemiye binerek iki yıl yedi ay sürecek bir dünya turuna çıkıyor. Hayali, bütün dünyadaki farklı inanç formlarına ulaşmak ve bilgi toplamak. Beyrut’a geri dönüyor ama fazla kalmadan İngiltere’ye geçiyor ve basın yayın faaliyetleriyle ilgileniyor. 1874 ve 1875 yıllarında fotoğrafçılık tekniğiyle ilgili buluşları oluyor. 1880’lerde Mısır’ın bağımsızlığıyla ilgili İngiltere aleyhinde çalışmalarda bulunuyor. 1880’lerin sonunda Crystal Palas’ta bin kişilik gruplara dünya gezilerinin sunumlarını yapıyor. İşte benim de kaynak olarak kullandığım ve sahaftan edinmiş olduğum bu defter, bu toplantılarda kullandığı hazırlık notlarından, çektiği fotoğraftaki yerler ile ilgili tanıtım yazılarından oluşan bir belgeydi. 

Sabuncu’nun defteri

Saray çalışanı olarak Sabuncu 

Eylül 1889’da Bağdat – Basra demiryolu ihalesiyle ilgili Londra’da ortak olduğu bir firmanın temsilcisi olarak İstanbul’a geliyor. Fakat ihaleyi Almanlar kazanıyor. Bu süreçte Sabuncu, Osmanlı yönetimince tanınmaya başlıyor artık. Sekiz dil bilmesi, basın yayın ve siyasetteki tecrübesi sayesinde fotoğraf tekniği ve arkeolojiyle ilgili yazılar üretmesi sayesinde haftada iki kez padişah II. Abdülhamid’e çeviri ve sunum yapması teklif ediliyor. Ve bu teklifle Sabuncu’nun on sekiz yıl sürecek Saray macerası başlıyor. Annesiyle birlikte geldiği Büyükada’da kendisine tahsis edilen ev ve Ada’nın havasının hasta annesine iyi geleceği beklentisi bu teklifi kabul etmesinde etkili oluyor. Böylelikle Büyükada günleri de başlıyor.  

Büyükada’daki “Arılı Ev” 

1903’te, geleceğe bir anıt yapı hazırlar gibi tasarladığı evi inşa ettirmeye başlıyor. Yaklaşık bir yıl sonra evin inşaatını tamamlıyor. Yapı yaygın olarak hatalı şekilde Sabuncakis’lerin köşkü olarak biliniyor. Oysa ki bu yapının aslında Louis Sabuncu’nun olduğu kuşkusuz bir gerçek. Sabuncu’nun 25 Mart 1903 tarihli hatıratında şunları okuyoruz: 

“Büyükada’da aldığım arsa üzerine bir ev inşa etmeye başladım. Temeller kazılmaya başlandı, ilk kazı tarihini bir kağıda yazdım, bu kağıdı fotoğrafımla beraber bir şişeye koyup ağzını mühürleyerek evin deniz tarafındaki temeline koydum. Latin rahip bir dua okudu, bilahare Ortodoks Rum rahipler de gelip dua okudular ve musikili bir merasim yaptılar.”  

Kayıtlardan anlaşıldığı kadarıyla arsa Leonidi Zarifi Efendi’den satın alınıyor. Evin inşa süreci de hayat görüşüyle paralel şekilde ilerliyor, evi bir mücevher gibi süslemeye başlıyor. “Arılı ev, “gözlü ev” veya “beyaz saray” adlarıyla bilinen bu sembol evin hikâyesi de böyle başlıyor. Bahçe kapısının demirleri üzerindeki arılar aile lakapları olan Beyt-Nahle’den geliyor. Girişteki üçgensel formdaki alınlık kendisinin içinde büyüdüğü ve eğitimini aldığı Hıristiyanlık inancına paralel olarak zamanla Natüralizm anlayışını benimsemesine referans olmuş olabilir. Bu inanışa göre doğada bir yaratıcı varlık vardır. Yaratılanı korur ve sonra yok eder. Doğum, koruma ve yok edişten oluşan üçlü bir döneme atıf yapılır. Bu dönüşümün ve üçlük kavramının da aslında her inançta olduğunu ifade eder. Bu alınlığın üzerindeki motif de El-Nahle dergisi için tasarladığı kapak görselinin kabartmasıdır. Bir kadın ve bir erkek arı kovanın önündeler, arılar bal yapmak için çiçeklerden özütler alıp kovana götürüyorlar. Her çiçek bir bilim dalını sembolize ediyor. Adamın elindeki kandilden de ışık saçılıyor, bilimin ışığı. Motifteki arı kovanının üzerinde ise şöyle bir ibare yer alıyor: ‘’Zarif ve güzel fotoğraflarla süslü edebi Nahle, gerçek nurla hakikatleri görmeye çalışan aklı ilim peteğine yönlendiriyor’’.  

Evin tepesindeki kulenin orijinal formunda da arı kovanına benzerlik olduğunu varsayıyoruz. Evin iç tarafında ise bizi freskler karşılıyor. Mısır, Asur, Yunan kültüründeki, biraz evvel bahsettiğimiz o üçlük kavramına atıfta bulunan görseller bunlar; inançlar arasındaki geçişkenliklere, paralelliklere atıfta bulunuyorlar.  

Evin içerisinde bulunan fresk

Evin girişindeki göz motifi de birçok inançta mevcuttur. Bu motifin Masonluk sembolü olması da aslında Sabuncu’nun hayatındaki birtakım izlerle örtüşüyor. Hıristiyanlıkta da takip eden göz, Allah’ın gözüdür. 1900’lerin başında çekilen fotoğrafta, bu gözün altında, ‘’Allah’ın gözü sevdiği kullarının üzerindedir’’ şeklinde bir kabartma yazı görülür. Günümüzde bu yazı artık yok.  

Sanat ve Bilim Büyükada’daki Evde Yeşeriyor 

Kendi dünya görüşünün ve otuz altı yıllık birikimin sonucu olarak, 4,5 metreye 2,5 metre boyutlarında, kendisiyle birlikte sekiz ayrı sanatçıya yaptırdığı içinde 660 ayrı inançsal figürün yer aldığı “Yaratılış Tablosu” da işte bu evde yapılıyor. Bu tablo yaklaşık üç yılın sonunda, 1908’de tamamlanıyor. Sabuncu için bu tablo o kadar değerli olmalı ki, 1931 yılında Amerika’da otelde vefat ettiğinde dahi bu tablonun rulo halinde yanında…  

Yaratılış Tablosu

Ayrıca Sabuncu’nun Büyükada’daki evinde fonograf cihazını kullandığını ve Edison’un icat ettiği bu ilk ses kayıt cihazının hakem heyetinde yer aldığı da kendisi hakkında sahip olduğumuz diğer bilgiler arasında. Türkçe, Süryanice, Arapça ilk kayıtların kendisi tarafından yapıldığını varsayabiliriz. Böyle küçük küçük çok sayıda önemli detaylara ulaşıyoruz Sabuncu’nun hayatını irdelediğimizde. 

Hristos Manastırı’nda İzleri 

Sabuncu Büyükada’daki Hristos Manastırı’nın mezarlığında 1899’da vefat eden annesi ve kendisi için türbe şeklinde mezar yaptırıyor. Bu mezarlığı da hatıratından iz sürerek bulduk. Mezarın mermer kitâbesinde şöyle yazıyor: 

‘’Yakup Sabuncu’nun hanımı Meryem mutluluğu, bereketi, rahatlığı aramak için dolaşmaya çıktığı dünyadan beklediğinden fazla bir pay aldı. Zorluk ve sıkıntılar içinde geçirdiği seksen yıl on aylık ömürden sonra burada dinlendi. Mardin şehrinde 1818 yılında doğdu. 1899 yılında Büyükada’da vefat etti. Üzgün oğlu Louis, onun anısına çam ağaçlarının gölgesinde bu görkemli yapıyı inşa etti.’’ 

Sabuncu 1888

İstanbul’a Veda 

Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra bir süre İstanbul’da kalabilse de 1911 yılında yurt dışına çıkıp ömrünün geri kalan zamanını Amerika’da makaleler, kitaplar yazarak geçiren Sabuncu, 1931’de Los Angeles’ta bir otel odasında her daim yanında bulundurduğu tabloyu geceyarısı çalmak isteyen hırsızlarca darp edilince son nefesini veriyor. Arkasında onlarca kitap, yüzlerce makale, Ada’daki ev, mezar yapıtı ve çok ilginç yaşam öyküsünden izler bırakarak bu dünyadan göçüp gidiyor.  

Tablosunun Amerika’daki sergisi için kendisinden talep ettikleri özgeçmişte kendisini tanıtan, anlatan cümlelerle Sabuncu’nun hikâyesini bitirelim: 

“Dünyaya malûmatım ve ihtiyarım olmaksızın geldim, benden evvel gelenler ve benden sonra gelecekler gibi. İş bundan ibaret değildir, nereden geldiğimi ve nereye gideceğimi de bilmiyorum. Doğduğum zaman içinde yuvarlanacağım hayat safhalarını da bilemezdim. Mevcudiyetim mazi ve istikbâliyetim, idrak edemediğim ve ebede kadar çözemeyeceğim girift sırlar ve muammalardır. Bütün bu sırlarla beraber aslı, mazisi, müstakbeli ve bütün hâlleri muammalar kabrinde gömülü olan yeryüzünde yaşıyorum. Bütün bu muammalara rağmen hayatı hissediyorum, seviyorum. Ona sarılıyorum, onu devam ettirmeye çalışıyorum, kaybedeceğim diye ürküyorum. Hemen hemen daimi bir hareketle onu uzatmaya bütün imkânlarımla çabalıyorum. Emeller peşinde koşarken arzu ve ümitlerimin beni musibetlere ve tehlikelere sürüklediğini kâh evhamın zirvesine çıkarıp kâh meyusiyete fırlattığını gördüm. Rüzgar içinde kararsız bir tüy gibiydim. Bütün bu gayelere rağmen hayatımın garibelerini ve tercüme-i hâlimi ya bir ibret vasıtası yahut bir latife vesilesi olsun diye müstakbel bir kitap halinde kaydetmek fırsatını felekten koparabildim”. 

Kapak görseli: Suzan Hazan, suluboya