Ada

Avşa: Ada Benim Pusulamdı – Gaye Altınel

Avşa Adası’nda doğmadım ama babamın adalı olması sanırım beni de adalı yaptı. Nereden geldikleriyle ilgili elimizde herhangi bir kayıt yok fakat tüm atalar, dedeler, büyük anneler adalı. 1830’lara kadar geriye gittiğimizde kayıtlarda çıkıyorlar.  Sanırım eskiden “biz nereliyiz” ya da “soyumuz kimlere dayanıyor” gibi bir aidiyet merakı, köklerin nereye dayandığına dair bir merak yokmuş ki benim ailem adaya nereden geldikleriyle hiç ilgilenmemiş. Ben büyürken de böyle bir konuyu konuştuklarını hiç hatırlamıyorum. Belki de adalı olmak böyle hissettirmiştir; ait olduğun kara parçasının etrafı masmavi sularla çevrilmiş, gözünle görüyorsun zaten nereli olduğunu. Öyle görünmez sınırlar falan da yok, karadan öte deniz var çünkü.   

 80’lerde çocuk olan ben mevsim fark etmeden tüm tatillerimi adada geçirirdim. Ama öyle yaz aylarında gelen yazlıkçı çocuklar gibi geçici bir hevesle değil, adanın bir parçası gibi geçerdi tatillerim.  Granitten oluşmuş bir adanın parçasıydım; onlar gibi güçlü, içindeki mineraller gibi parlak hissederdim. Issız koylarını bir sır gibi saklardım kendime, keşfettiğim kestirme yollarım vardı, denize atladığım gemiler, midye topladığım yerler, deniz yıldızı çıkardığım kayalıklarım vardı. Benden daha şehirli arkadaşlarım kayaların üzerinde bu kadar hızlı yürümeme şaşırırlardı. Ama dedim ya granit gibi dayanıklıydım, mesela bisiklete binmeyeceksem yalın ayak dolaşırdım adada. Bu inanılmaz bir özgürlüktü o yaştaki bir çocuk için. Sabah mayomu kıyafetimin içine giyerdim çünkü nerede, hangi ıssız koylarda yüzeceğimi ben bile bilmezdim, hazırlıklı olmalıydım. Arkadaşımla bisikletimize atlayıp tüm gün sadece adayı turladığımız günler olurdu. Tüm ıssız koyları biz bilirdik. Bazen kayık kiralayıp adamızın uydusu gibi duran fener adasına kürek sallardık, bir de orada yüzerdik. İskeledeki gemilere çıkar, tepelerinden atlardık. Dedim ya güçlü kızlardık. Acıkınca köye iner hemen babaannemin yanına uğrar, hazırladığı yemeklerden yerdik. O da bize “kız başınıza dümonsuz kayık gibi gezip durmayın mari” derdi. Yani, ada dilinde “dümensiz kayık” deyip gülerdi babaannem. Karnımızı doyurup tekrar bisiklete atlar bizi bekleyen uzak koylara pedal çevirirdik bu sefer. Adanın buz gibi sularında bir daha yüzer, beyaz kumlarında oturur kız kıza sohbet ederdik.  Sonra tekrar acıkır, suya dalıp midye çıkarırdık. Küçük bir ateş yakar, etrafına midyeleri dizer, ateşte pişen midyelerin açılmasını beklerdik. Ağzını aralayan midyeleri doğal deniz tuzluluğuyla yer, doyururduk karnımızı. O günlerden kalan güneş ve tuzun tadı hala damağımda yerini koruyor… 

Geceler ise, eğer köy merkezinde değilseniz zifiri karanlıktır adada. Merkeze uzak tek tük evlerin ışığından başka aydınlık olmadığı zamanlardan bahsediyorum. Evimizin bulunduğu koy o kadar ıssızdı ki gece yıldızlar çok net görülürdü. O zamanlar Tübitak yayınlarının mevsimlere göre gökyüzünü, yıldızları, gezegenleri anlattığı bir kitap seti vardı. İçinde kasetler vardı, gece görebileceğim gök cisimlerini dinliyordum bir adamın sesinden. Bazı geceler sahile iner, yaz mevsimi kasetini walkmanıma koyup kulaklıkları takar, sırtüstü yere uzanır ve uçsuz bucaksız uzaydan bana bakan yıldızları anlamaya çalışırdım. Kasetteki adam anlatır ben dinlerdim, bazen uyuya kalırdım kumların üzerinde sonra üşüyüp uyanırdım. Şehir o kadar aydınlıktı ki gökyüzünü de bir daha o kadar net görmedim o günden sonra… Adanın karanlık tarafı tepemdeki aydınlığı, ışıltıyı görmemi sağladı hep; ada benim bir nevi pusulamdı. Sonra o parlak yıldızların altında gece yürüyüşleri yapardık. Bir bakkalı bile olmayan ıssız bir koydaydı hepimizin evleri. Deniz kenarındaki yol topraktı, “araba geçince toz kalkıyor” diye henüz asfalt serilmemiş yıllardı. Evimiz çok rüzgarlı bir koydaydı. Rüzgar deli gibi eserken saçlarımız karışır, o toprak yolda yürüdükten sonra tepedeki kayalıkta otururduk. Sonra döner, deniz kenarına inip  kumda ateş yakardık.  Ateş söndüğünde közüne patates gömer sonra afiyetle yerken denizin sonsuzluğunu dinlerdik. En büyük eğlencemiz fırtına olduğunda dalgalarla oynamaktı. Açılmadan kıyıya vuran dalgalara atlamak, yorulunca da evlere dönüp yataklarımızda derin bir uykuya dalmak. Bir daha da öyle suya dalarcasına uyumadım…   

 Adaya uyumlu bir çocuktum, huyumla da adaya benziyordum sanırım. Özgürdüm, dayanıklıydım, denizde bir balık nasıl hissediyorsa öyle hissediyorum galiba diye düşünürdüm zaman zaman.  

 Şimdiyse hem ada değişti hem ben. Her şeyin bu denli hızlı dönüştüğü bir dünyada bu değişim de kaçınılmaz sanırım… Ama her şeye rağmen adanın izlerini hala benliğimde taşıyorum. Adanın granit kayaları ufalansa da içindeki mineraller kumların içinde parıldamaya devam ediyor, özü hep orada…  

Adada geçirdiğim günleri, adalı olma hissini hiç unutmadım. Hala ara ara Avşa’ya gidiyorum. Adanın değişimi korkunç. Ama eski günlerin tadı hala damağımda. Gözlerimi kapıyorum, ağzımda tuz ve güneş tadı…