Yahudiler daha Paris henüz Paris değilken de şehirde yaşıyorlardı ancak Yahudi varlığının izlerini gün yüzüne çıkarmak bir sezgi ve eşeleme işi: bilenler biliyor ama çoğunluğun bu izlerden haberi yok.
Efsaneye göre Yahudiler Sezar’ın işgalci ordularının peşinden Latince’de Lutetia olarak bilinen bölgeye yerleştiler. Burası, o dönemde Seine nehrinde bir adadan ibaretti. Etrafı tarlalarla çevrili bu bölgede Parisii kabilesi yaşıyordu. Bu tarihi adada, Ile de la Cité’de, modern Fransız devleti ve dili palazlandı ve ufak ufak bin yılı aşkın bir zaman boyunca kuvvetlendi. Bu adanın tam yanında bir zamanlar bir adacık daha vardı: L’Ile aux Juifs, Yahudi Adası.
Zamanla komşu adanın içine karışan, sosyal olarak içiçe geçen Yahudi Adası’nın bu adı nereden aldığını kimse bilmiyor. Ada, araştırmacılar tarafından henüz detaylı olarak çalışılmış bir konu değil. Bazılarına göre ada, yüksek bedeller karşılığında kralın himaye ve koruması altında giren Yahudilerin oturduğu mahallenin yanıydı. Bazılarına göre ise Yahudiler burada yakılmıştı. Ancak adada gerçekleşen en meşhur yakma olayı bir Yahudi’nin değil, Tapınak muhafızı Jacques de Molay’in ölümüdür. De Molay’ın yakılması Fransız tahayyülünde hala yankılanan, neredeyse milli bir mite dönüşen bir meseledir.
Ancak emin olunan bilgilerden biri Paris’in ilk sinagogunun Ile de la Cité’de 582 yılında yapıldığı. Bu sinagog kiliseye dönüştürüldüğü 1180lere kadar varlığını sürdürdü. Ile de la Cité’deki kraliyet sarayına çıkan sokaklardan birinin, yakınındaki Yahudi mahallesinden dolayı Rue de la Juiverie (Yahudilik Sokağı) adını taşıdığını da biliyoruz. Kendilerini sarayın gölgesinde ve merkezde konumlandırmak ama aynı zamanda da marjinal bir varlık sürdürme hali, Avrupa tarihi boyunca üst sınıf Yahudilerin tecrübe ettiği bir durum olagelmişti.
Fransa’da Yahudilerin adını taşıyan bir yer bulmak için Seine nehrinde, artık olmayan bir adacığın peşine düşmek şart değil. 2014’te adı değişen ‘La Mort aux Juifs’ (Yahudilere Ölüm) adlı köyü bir kenara koyalım, Paris metro haritasına göz gezdiren herkes 7 numaralı hattın sonundaki Villejuif (Yahudi kent) banliyösünü hatırlayacaktır.
Villejuif adının kökeni de belirsiz. İsim hakkında binlerce teori dallanıp budaklandı: bu teorilerden biri, kanıttan yoksun bir şekilde, burada zamanında bir Yahudi yerleşimi olduğunu iddia ediyor. Başka bir teoriye göre ise isim bir pogroma işaret ediyor. Bambaşka bir yaklaşım ise bu isimdeki Juif kelimesinin zamanla şekil değiştiren alakasız bir eski Fransızca kelimeden geldiğini öne sürüyor.
Sezar’ın Galya’yı fethinden itibaren bugün Fransa olan topraklarda mevcut olan Yahudiler hakkında Fransızlar yeteri kadar bilgili değiller. Bildikleri de genelde teorik, yanlış, spekülatif veya mistik fikirlerle bezelidir. Bu durum ile kökenleri belirsiz ve hakkında türlü türlü teoriler üretilen isimler arasında bağlantı kurmak çok da abes olmasa gerek.
Yer ve sokak adları toplumsal heveslerin ve uluslara ait mit inşalarının işaretleridir, bu nedenle adları analiz ederken kesin konuşmaktan kaçınmalıyız. Ile de la Cité saray külliyesinde Galile, Yeruşalayim ve Nazaret sokakları bulunuyordu. Tarihçi Jacques-Antoine Dulaure, 1825’te Kutsal Topraklara ait bu isimlerin külliyede yaşayan ve 1306 yılındaki sürgünden muaf olmak için Kral Yakışıklı Filip’e bedel ödeyip, himayesi altına giren Yahudilerden geldiğini, öne sürdü.
Eğer gerçekten Yahudiler sarayın surlarının içinde yaşamış idiyse hemen yakındaki bu adacığın adı nasıl Yahudi adası oluvermişti? Dulaure’in teorisi bu gizemi çözmüyor.
Zengin saray Yahudileri eğer bu bölgede yaşadıysalar, saray külliyesinin Kral Yakışıklı Filip tarafından 1299 ile 1314 arasında genişletilmesiyle buradan taşınmak zorunda kalmışlardır.
Bu isimlere bakarken bir diğer olasılık Fransız kraliyetinin Hristiyanlığı ile açıklanabilir. Kendini ‘Kilisenin Büyük Ablası’ olarak gören, Hristiyanlığın savunuculuğuna soyunan Fransız kraliyeti haçlı seferlerini başlatandı. Rhineland’da katliamlar getiren Birinci Haçlı Seferi’nden itibaren bu seferler Yahudiler için dehşetengiz sonuçlar doğurmuştu. Hristiyanlar için bu şiddet, elde etmek istedikleri Kutsal Kâse’nin karşılığıydı. Yeruşalayim onlar için Hristiyan dünyanın merkeziydi ve Paris’ten, alemin ucundan yola çıkan bir ordu tarafından yeniden ele geçirilmesi gerekiyordu. Kutsal Mezar’a erişemeyen Fransa, bu sokak adlarıyla Kutsal toprakları Paris’in mekansal hafızasına yerleştiriyordu. Saray çevresindeki Yahudi yerleşimine kıyasla Galile, Yeruşalayim ve Nazaret sokakları için bu daha akla yatan bir açıklamadır.
Haçlı Seferleri ve Kutsal Topraklar’ın değerinden dolayı Fransız devleti için Tapınak Muhafızları’nın önemi giderek arttı. Muhafızlar Avrupa çapında finansal bir ağ kurmuştu ve Fransız kralı için bankacılık açısından birçok ihtiyacı karşılıyorlardı. Bu yönden Ortaçağ Yahudilerine de benziyorlardı.
Birçok meslekten, toprak sahibi olmak ve işlemekten menedilmiş olan Yahudilerin bazıları finans işlerinde kendine yer buldu. Ortaçağ’da devletler Yahudilerini sürgün ederken genelde bir başka devlet sürgün edilenleri kabul etmeyi, Yahudi bankacıların sermayesini şehirlerin gelişmesi için kullanmayı umuyordu.
Muhafızlar ve Yahudiler arasındaki bir diğer ortak nokta ise Kral Yakışıklı Filip tarafından zulüm görmeleriydi. Muhafızlar kralın tahammülünü aşan bir güç elde ettiler. 1306’da Kral Yahudileri Fransa’dan sürdükten sonra (Dulaure’e inanıyorsak hepsi sürülmemiş ve bazıları bankacı olarak işlerine devam etmişti) Filip gözlerini 1307’de Muhafızlara dikti ve onları aykırı düşünceler ve dine küfür ile suçladı. İstibdat rejimine olası bir tehdidi bertaraf edip Fransa’nın, Papa’nın sağ kolu olarak konumunu sağlama almak için muhafızlardan Jacques de Molay’in ölmesi gerekiyordu. De Molay, 1314’te Yahudi Adası’nda bir kazığa bağlandı.
Kazığa bağlanıp yakılma genelde cadı avlarıyla özdeşleşen bir idam biçimiydi. Silvia Federici’ye göre, cadı avları kadınların otonomisine bir saldırıydı ve kapitalizm altında ezilmiş bir konuma getirilmelerini ve üreme güçlerinin kontrol altına alınmasını hedefleyen bir projeydi. Ancak, Federici’nin ele aldığı cadı avları asıl Rönesans dönemine aittir.
Cadı yakmaların bir öncülü vardı: Ortaçağ boyunca aykırıların ve kafirlerin yakılması. Bunların arasında muhalif bir Hristiyan grup olan Katharcılar da vardı. Katharcılar cinsiyet eşitliği ve maddiyatın eşit dağıtımını savunan bir dini hareketti. Bu fikirlerinden dolayı direkt onları hedef alan bir haçlı seferine maruz kaldılar. İspanyol Engizisyonu’nda olduğu gibi bu baskılar Yahudileri de hedef aldı. Yahudilere odaklanan şiddet, sözde Kara Veba’yı yaydıkları için bir intikam olarak da sunuluyordu.
Yalnızca ‘antik anlatıları’ kaynak gösteren Paul Lacroix – namı diğer ünlü yazar ve bilgin, ve bazılarına göre Alexandre Dumas’ın hayalet yazarı Kitapsever Jacob – bu adanın adını orada yakılan Yahudilerden aldığını söylüyor. Lacroix’ya göre bu Yahudi yakmaları adanın gördüğü en ünlü kurban olan De Molay’dan önceydi.
Ancak bu iddialar muğlaklığını sürdürüyor. Fransa tarihinde kayda geçen ve yüzlerce Yahudi’nin yakıldığı bir vaka var. Bu vaka 1349 yılında Strasbourg’da gerçekleşiyor. Paris’te ise bir Yahudi rehinci kazığa bağlanıp 1290’da yakılmıştı. Adamın suçu “sözde” Hristiyan kutsal ekmeğine saygısızlık etmekti. Ancak, bu yakma daha popüler bir idam mekânı olan de Grève’de yapılmıştı.
Yakarak idam, tarihçi Françoise Biotti-Mache’ye göre yüzyıllar boyunca Avrupa’da ve başka yerlerde toplumdaki uyumsuz, sapkın ve aykırıların törensel bir şekilde arıtılması için kullanılan bir yöntem olmuştu. Buna bir örnek seri katil ve pedofil Gilles de Rais gösterilebilir ancak bir diğer en bilenen örnek ise Jean D’Arc’dır. Onun suçu, isyana kalkışmak ve erkek gibi giyinmekti. Nazilerin kurbanlarını yakması, dünyayı lekeyen olarak addettikleri insanları alevlerde yok etmesi bu eski arıtma mantığıyla sadece rastlantısal bir benzerlik mi yoksa lojistik bir karar mı?
Yahudi Adası denilen mekân Holokost’tan çok önce var olmuş, yan kara parçasına eklemlenmişti. Buna rağmen, adanın tarihi ile nehrin hemen ötesindeki Marais mahallesinin Yahudilerini ortadan kaldıran soykırımın hafızası arasında yansımalar bulanlar da mevcuttur.
Ona sonradan atfedilen sonsözünde De Molay, yanarken Papa Clement ve Kral Filip’in ardından gelecek on üç nesline küfür saydırıyor. Sonunda da ‘Bir yıl geçmeden sizler Tanrı’nın mahkemesine çağırılacak ve cezanızı alacaksınız.’, diye ekliyor.
De Molay’in idamcılarının torunlarını suça ortak görmesi, tarihçi Jean-Philippe Viriot-Durandal’a göre bir diğer kolektif sorumluluğu akla getiriyor. Bugünün Almanları kendilerinden önce gelen Nazi devletinin suçları için sorumlu olmalı mı? Viriot-Durandal bu soruyu sadece sormakla yetiniyor, cevaplamıyor. Belki de yeterince ileri gitmiyor. Belki de gözlerimizi bugün – sadece bir ülke, bir mahalle seçecek olursak – Marais’de Yahudilerden çalınan son derece değerli apartmanların sakinlerine ve sahiplerine çevirmeliyiz.
De Molay’ın laneti çekincelerden sıyrık bir şekilde rejimin kalbine doğrudan saldırıyor – en azından sonraki nesillerin mistik okuması böyle. Kesin olan ise, gerçekten yalnız bir yıl içinde hem Papa Clement hem de Kral Filip’in vefat etmiş olmasıdır. Bunu, Filip’in üç oğlunun da ölümü takip etti. Böylece Capet hanedanı sona erdi.
De Molay’in idam edildiği mekan ise ölümünden bir süre sonra yok oldu. Yahudi Adası 1607’de Pont Neuf’ün, Yeni Köprü’nün inşasıyla Ile de la Cité’ye katıldı. Bugün o arsada Square du Vert Galant adını taşıyan bir meydan bulunmaktadır. Buraya adını veren kişi ise, Yeşil Yiğit olarak bilinen çapkın Kral, 4. Henri’dir.
Aktarılan bilgilere göre Yahudi Adası Seine nehri taştıkça sıklıkla sular altında kalıyordu. Eğer bugün, küresel iklim krizine rağmen halen varolabildiyse, bu yükselen sular onu ya sadece tehdit edecek yahut tamamen ele geçirecektir.
Çeviri: Nesi Altaras
Yahudiler daha Paris henüz Paris değilken de şehirde yaşıyorlardı ancak Yahudi varlığının izlerini gün yüzüne çıkarmak bir sezgi ve eşeleme işi: bilenler biliyor ama çoğunluğun bu izlerden haberi yok.
Efsaneye göre Yahudiler Sezar’ın işgalci ordularının peşinden Latince’de Lutetia olarak bilinen bölgeye yerleştiler. Burası, o dönemde Seine nehrinde bir adadan ibaretti. Etrafı tarlalarla çevrili bu bölgede Parisii kabilesi yaşıyordu. Bu tarihi adada, Ile de la Cité’de, modern Fransız devleti ve dili palazlandı ve ufak ufak bin yılı aşkın bir zaman boyunca kuvvetlendi. Bu adanın tam yanında bir zamanlar bir adacık daha vardı: L’Ile aux Juifs, Yahudi Adası.
Zamanla komşu adanın içine karışan, sosyal olarak içiçe geçen Yahudi Adası’nın bu adı nereden aldığını kimse bilmiyor. Ada, araştırmacılar tarafından henüz detaylı olarak çalışılmış bir konu değil. Bazılarına göre ada, yüksek bedeller karşılığında kralın himaye ve koruması altında giren Yahudilerin oturduğu mahallenin yanıydı. Bazılarına göre ise Yahudiler burada yakılmıştı. Ancak adada gerçekleşen en meşhur yakma olayı bir Yahudi’nin değil, Tapınak muhafızı Jacques de Molay’in ölümüdür. De Molay’ın yakılması Fransız tahayyülünde hala yankılanan, neredeyse milli bir mite dönüşen bir meseledir.
Ancak emin olunan bilgilerden biri Paris’in ilk sinagogunun Ile de la Cité’de 582 yılında yapıldığı. Bu sinagog kiliseye dönüştürüldüğü 1180lere kadar varlığını sürdürdü. Ile de la Cité’deki kraliyet sarayına çıkan sokaklardan birinin, yakınındaki Yahudi mahallesinden dolayı Rue de la Juiverie (Yahudilik Sokağı) adını taşıdığını da biliyoruz. Kendilerini sarayın gölgesinde ve merkezde konumlandırmak ama aynı zamanda da marjinal bir varlık sürdürme hali, Avrupa tarihi boyunca üst sınıf Yahudilerin tecrübe ettiği bir durum olagelmişti.
Fransa’da Yahudilerin adını taşıyan bir yer bulmak için Seine nehrinde, artık olmayan bir adacığın peşine düşmek şart değil. 2014’te adı değişen ‘La Mort aux Juifs’ (Yahudilere Ölüm) adlı köyü bir kenara koyalım, Paris metro haritasına göz gezdiren herkes 7 numaralı hattın sonundaki Villejuif (Yahudi kent) banliyösünü hatırlayacaktır.
Villejuif adının kökeni de belirsiz. İsim hakkında binlerce teori dallanıp budaklandı: bu teorilerden biri, kanıttan yoksun bir şekilde, burada zamanında bir Yahudi yerleşimi olduğunu iddia ediyor. Başka bir teoriye göre ise isim bir pogroma işaret ediyor. Bambaşka bir yaklaşım ise bu isimdeki Juif kelimesinin zamanla şekil değiştiren alakasız bir eski Fransızca kelimeden geldiğini öne sürüyor.
Sezar’ın Galya’yı fethinden itibaren bugün Fransa olan topraklarda mevcut olan Yahudiler hakkında Fransızlar yeteri kadar bilgili değiller. Bildikleri de genelde teorik, yanlış, spekülatif veya mistik fikirlerle bezelidir. Bu durum ile kökenleri belirsiz ve hakkında türlü türlü teoriler üretilen isimler arasında bağlantı kurmak çok da abes olmasa gerek.
Yer ve sokak adları toplumsal heveslerin ve uluslara ait mit inşalarının işaretleridir, bu nedenle adları analiz ederken kesin konuşmaktan kaçınmalıyız. Ile de la Cité saray külliyesinde Galile, Yeruşalayim ve Nazaret sokakları bulunuyordu. Tarihçi Jacques-Antoine Dulaure, 1825’te Kutsal Topraklara ait bu isimlerin külliyede yaşayan ve 1306 yılındaki sürgünden muaf olmak için Kral Yakışıklı Filip’e bedel ödeyip, himayesi altına giren Yahudilerden geldiğini, öne sürdü.
Eğer gerçekten Yahudiler sarayın surlarının içinde yaşamış idiyse hemen yakındaki bu adacığın adı nasıl Yahudi adası oluvermişti? Dulaure’in teorisi bu gizemi çözmüyor.
Zengin saray Yahudileri eğer bu bölgede yaşadıysalar, saray külliyesinin Kral Yakışıklı Filip tarafından 1299 ile 1314 arasında genişletilmesiyle buradan taşınmak zorunda kalmışlardır.
Bu isimlere bakarken bir diğer olasılık Fransız kraliyetinin Hristiyanlığı ile açıklanabilir. Kendini ‘Kilisenin Büyük Ablası’ olarak gören, Hristiyanlığın savunuculuğuna soyunan Fransız kraliyeti haçlı seferlerini başlatandı. Rhineland’da katliamlar getiren Birinci Haçlı Seferi’nden itibaren bu seferler Yahudiler için dehşetengiz sonuçlar doğurmuştu. Hristiyanlar için bu şiddet, elde etmek istedikleri Kutsal Kâse’nin karşılığıydı. Yeruşalayim onlar için Hristiyan dünyanın merkeziydi ve Paris’ten, alemin ucundan yola çıkan bir ordu tarafından yeniden ele geçirilmesi gerekiyordu. Kutsal Mezar’a erişemeyen Fransa, bu sokak adlarıyla Kutsal toprakları Paris’in mekansal hafızasına yerleştiriyordu. Saray çevresindeki Yahudi yerleşimine kıyasla Galile, Yeruşalayim ve Nazaret sokakları için bu daha akla yatan bir açıklamadır.
Haçlı Seferleri ve Kutsal Topraklar’ın değerinden dolayı Fransız devleti için Tapınak Muhafızları’nın önemi giderek arttı. Muhafızlar Avrupa çapında finansal bir ağ kurmuştu ve Fransız kralı için bankacılık açısından birçok ihtiyacı karşılıyorlardı. Bu yönden Ortaçağ Yahudilerine de benziyorlardı.
Birçok meslekten, toprak sahibi olmak ve işlemekten menedilmiş olan Yahudilerin bazıları finans işlerinde kendine yer buldu. Ortaçağ’da devletler Yahudilerini sürgün ederken genelde bir başka devlet sürgün edilenleri kabul etmeyi, Yahudi bankacıların sermayesini şehirlerin gelişmesi için kullanmayı umuyordu.
Muhafızlar ve Yahudiler arasındaki bir diğer ortak nokta ise Kral Yakışıklı Filip tarafından zulüm görmeleriydi. Muhafızlar kralın tahammülünü aşan bir güç elde ettiler. 1306’da Kral Yahudileri Fransa’dan sürdükten sonra (Dulaure’e inanıyorsak hepsi sürülmemiş ve bazıları bankacı olarak işlerine devam etmişti) Filip gözlerini 1307’de Muhafızlara dikti ve onları aykırı düşünceler ve dine küfür ile suçladı. İstibdat rejimine olası bir tehdidi bertaraf edip Fransa’nın, Papa’nın sağ kolu olarak konumunu sağlama almak için muhafızlardan Jacques de Molay’in ölmesi gerekiyordu. De Molay, 1314’te Yahudi Adası’nda bir kazığa bağlandı.
Kazığa bağlanıp yakılma genelde cadı avlarıyla özdeşleşen bir idam biçimiydi. Silvia Federici’ye göre, cadı avları kadınların otonomisine bir saldırıydı ve kapitalizm altında ezilmiş bir konuma getirilmelerini ve üreme güçlerinin kontrol altına alınmasını hedefleyen bir projeydi. Ancak, Federici’nin ele aldığı cadı avları asıl Rönesans dönemine aittir.
Cadı yakmaların bir öncülü vardı: Ortaçağ boyunca aykırıların ve kafirlerin yakılması. Bunların arasında muhalif bir Hristiyan grup olan Katharcılar da vardı. Katharcılar cinsiyet eşitliği ve maddiyatın eşit dağıtımını savunan bir dini hareketti. Bu fikirlerinden dolayı direkt onları hedef alan bir haçlı seferine maruz kaldılar. İspanyol Engizisyonu’nda olduğu gibi bu baskılar Yahudileri de hedef aldı. Yahudilere odaklanan şiddet, sözde Kara Veba’yı yaydıkları için bir intikam olarak da sunuluyordu.
Yalnızca ‘antik anlatıları’ kaynak gösteren Paul Lacroix – namı diğer ünlü yazar ve bilgin, ve bazılarına göre Alexandre Dumas’ın hayalet yazarı Kitapsever Jacob – bu adanın adını orada yakılan Yahudilerden aldığını söylüyor. Lacroix’ya göre bu Yahudi yakmaları adanın gördüğü en ünlü kurban olan De Molay’dan önceydi.
Ancak bu iddialar muğlaklığını sürdürüyor. Fransa tarihinde kayda geçen ve yüzlerce Yahudi’nin yakıldığı bir vaka var. Bu vaka 1349 yılında Strasbourg’da gerçekleşiyor. Paris’te ise bir Yahudi rehinci kazığa bağlanıp 1290’da yakılmıştı. Adamın suçu “sözde” Hristiyan kutsal ekmeğine saygısızlık etmekti. Ancak, bu yakma daha popüler bir idam mekânı olan de Grève’de yapılmıştı.
Yakarak idam, tarihçi Françoise Biotti-Mache’ye göre yüzyıllar boyunca Avrupa’da ve başka yerlerde toplumdaki uyumsuz, sapkın ve aykırıların törensel bir şekilde arıtılması için kullanılan bir yöntem olmuştu. Buna bir örnek seri katil ve pedofil Gilles de Rais gösterilebilir ancak bir diğer en bilenen örnek ise Jean D’Arc’dır. Onun suçu, isyana kalkışmak ve erkek gibi giyinmekti. Nazilerin kurbanlarını yakması, dünyayı lekeyen olarak addettikleri insanları alevlerde yok etmesi bu eski arıtma mantığıyla sadece rastlantısal bir benzerlik mi yoksa lojistik bir karar mı?
Yahudi Adası denilen mekân Holokost’tan çok önce var olmuş, yan kara parçasına eklemlenmişti. Buna rağmen, adanın tarihi ile nehrin hemen ötesindeki Marais mahallesinin Yahudilerini ortadan kaldıran soykırımın hafızası arasında yansımalar bulanlar da mevcuttur.
Ona sonradan atfedilen sonsözünde De Molay, yanarken Papa Clement ve Kral Filip’in ardından gelecek on üç nesline küfür saydırıyor. Sonunda da ‘Bir yıl geçmeden sizler Tanrı’nın mahkemesine çağırılacak ve cezanızı alacaksınız.’, diye ekliyor.
De Molay’in idamcılarının torunlarını suça ortak görmesi, tarihçi Jean-Philippe Viriot-Durandal’a göre bir diğer kolektif sorumluluğu akla getiriyor. Bugünün Almanları kendilerinden önce gelen Nazi devletinin suçları için sorumlu olmalı mı? Viriot-Durandal bu soruyu sadece sormakla yetiniyor, cevaplamıyor. Belki de yeterince ileri gitmiyor. Belki de gözlerimizi bugün – sadece bir ülke, bir mahalle seçecek olursak – Marais’de Yahudilerden çalınan son derece değerli apartmanların sakinlerine ve sahiplerine çevirmeliyiz.
De Molay’ın laneti çekincelerden sıyrık bir şekilde rejimin kalbine doğrudan saldırıyor – en azından sonraki nesillerin mistik okuması böyle. Kesin olan ise, gerçekten yalnız bir yıl içinde hem Papa Clement hem de Kral Filip’in vefat etmiş olmasıdır. Bunu, Filip’in üç oğlunun da ölümü takip etti. Böylece Capet hanedanı sona erdi.
De Molay’in idam edildiği mekan ise ölümünden bir süre sonra yok oldu. Yahudi Adası 1607’de Pont Neuf’ün, Yeni Köprü’nün inşasıyla Ile de la Cité’ye katıldı. Bugün o arsada Square du Vert Galant adını taşıyan bir meydan bulunmaktadır. Buraya adını veren kişi ise, Yeşil Yiğit olarak bilinen çapkın Kral, 4. Henri’dir.
Aktarılan bilgilere göre Yahudi Adası Seine nehri taştıkça sıklıkla sular altında kalıyordu. Eğer bugün, küresel iklim krizine rağmen halen varolabildiyse, bu yükselen sular onu ya sadece tehdit edecek yahut tamamen ele geçirecektir.
Paylaş: