Ada

Ağaçların Rüyası: Oylum Yılmaz’ın yeni kitabı Büyükada Rum Yetimhanesi’nde geçiyor

Tarihin yası tutulur mu, epifiz bezinin çam kozalaklarının içinde ne işi var, aşkın defteri nasıl dürülür, peki kim ağaçların rüyasını görür? 

Oylum Yılmaz, Duygu Asena Roman Ödülü’ne layık görülen romanı Gerçek Hayat’tan sonra yeni romanı “Ağaçların Rüyası” ile yeniden edebiyat okurlarının karşısında. İki genç kızın dostluğu, benliği, kimliği, aşkı ve cinselliği keşfedişlerine dair bir sürüklenme hikayesi Ağaçların Rüyası. Doğa-insan, bilim-sanat, kurmaca-gerçek ilişkisi üzerine sorgulamaları merkezine alan romanda adanın konuşan ağaçları, kalpsiz denizanaları, suyu kesilen yaz çiçekleri, zamansız saatler cirit atıyor ve adanın gerçek üstü tarihi yeniden yazılıyor.  

Romanın kahramanı iki genç kızın, Nihan ve Füsun’un adadaki kapalı evlere girmesiyle başlıyor her şey. İki arkadaşın hayatını değiştirecek bu macera 1964 yılında bir anda boşaltılarak yıkılmaya terk edilen Büyükada Rum Yetimhanesi’ne gizlice girmeye kadar varıyor. Nihan ve Füsun’un metruk binada karşılaştıkları iki hayalet yetimin hikayesi kendi hikayelerine karışınca aile tarihlerinin karanlığıyla yüzleşmek mecburiyeti doğuyor. Ta ki Nihan aniden sırra kadem basana kadar.  

Büyükada’yı romanın kalbine yerleştiren etkileyici atmosferi, sürükleyici hikayesi ve insandan yana düşünceyi eleştirisinin merkezine ustalıkla koymasıyla Oylum Yılmaz, edebiyatın içinde kendine özel bir yer açıyor Ağaçların Rüyası’yla.  

Kitaptan:

Sonbahar geldi, herkes gitti adadan. Yerlerde süpürülmeden kalan at pisliklerine sararmış yapraklar karıştı, kaldırım kenarlarında, ağaçların diplerinde biriktiler öbek öbek. Vapurlar azaldı, yazlık sinemalar kapandı, gazinolar boşaldı, dükkânların önüne atılan masalar, sandalyeler içerlere alındı, sonbahara kışı getiren, aniden patlayıp dinen poyrazlar iskele civarını saran midye tava, döner kokularını sildi attı havadan, okul çağına henüz gelmediği için çocuklarıyla adada kalanların tek tük sesleri yankılandı tenhalarda. Ben gitmedim. Kaldım adada. Bu yıl sınav yılım, okula adadan gidip gelmek istiyorum dedim, ses etmediler, yanıma anneannemi bırakıp herkesle birlikte onlar da gittiler. Buluşacak arkadaş, gidilecek açık bir yer pek kalmayınca anneannemi kandırıp evden çıkmak zordu ya, yine de sonuna kadar deniyordum şansımı, bir yolunu buluyor, gönlünü alıp atıyordum kendimi adanın sokaklarına, kumsala, Ayhan’ı buluyordum. Kozalak toplamasına eşlik ediyor, hava serinleyince o korkunç evine giriyor, çay demleyip kucağımda Cadı’yla beraber bitimsiz söylevlerini dinleyerek geçiriyordum hafta sonlarını. Bazen bir lodos patlıyor, vapurlar günlerce çalışmıyor, adadaki mecburi kalkmaklığım Ayhan’la buluşmalarımızı çiğnemekten sıkılınıp ele alınmış, uzayan, uzadıkça elastikiyetini yitiren bir şekeri kaçmış sakıza çeviriyordu. Ruh ve bedeni tek bir yerde birleştirdiğine inandığı epifiz bezi deneylerine de eşlik ediyordum böyle günlerde. Seni yeniden görebileyim diye bana da bazı reçeteler hazırlamıştı. Beni siyah perdelerle karartılmış odasına sokup yatırıyor, elime bir çam kozalağı tutuşturup uyutuyordu. Epifiz bezim sağlıklı çalışırsa kendi gerçekliğimi yaratmada ilerleyecek, aniden kayboluşunun izini aklımın gerçekle gerçekdışı arasında kalan bölgesinde sürebilecektim. Ne derse kurulmuş bir oyuncak bebek gibi yapıyordum tek tek. Çamlara çıkıp onun gösterdiği, beni pili azalmış robotlar gibi gülünçleştiren kültür fizik hareketlerini, ardından garip benzetmelerini ve beni sakinleştirmek bir yana, kahkahalarla güldüren güya sakinleştirici, şefkatli telkinlerini dinleyip meditasyon yapmaya çalışıyordum. Adamızı tanıyalım gezileri düzenliyordu sonra bana, bizim sadece çam deyip geçtiğimiz kızılçamları anlatıyordu, uzun uzun. Adanın ikliminin nasıl şehirden daha sıcak olduğunu, bu sıcaklığın bu kızılçam ormanlarına ve neşeli makiliklere sebep verdiğini. “Başını kaldır da bir bak” diyordu, “bilmeyen biri gibi bir bak, ne görüyorsun? İşte bak, bu düpedüz Akdeniz. Atla vapura geç karşıya yirmi beş dakikada bunların hiçbirini göremezsin: Taşmeşesi, süpürge çalısı, sakız, katırtırnağı, mersin, kekik, lavanta, karabaş otu, zakkum, kocayemiş. Yok yok şehirleşmeden falan değil, düpedüz bitki örtüsü değişir. Adaların Akdeniz’i, Marmara’nın biz aptallara, abrakadabralı bir hediyesidir.” Sokak sokak, çalı dibi çiçek demeden gezip duruyorduk böyle Nihan. Her şeye, her maskaralığa, her çareye razıydım, yeter ki sen gel, yeter ki seni bulayım, yeter ki, ona da razıyım, seni niye kaybettiğimi bir parçacık da olsa anlayayım. İşte o yüzden Nihan, herkes gitti adadan, ben kaldım. 

İlginizi çekebilir: