Ada

Üç Katlı Ahşap Ev – Sara Yanarocak

Bendeniz aslında Kadıköy, Modalıyım. Yani açıkça anlatmak gerekirse ilk gençliğim Moda’da ve Caddebostan’da geçti. Ada kültürüm yok denecek kadar azdı. Sanırım parmak sayısı kadar Büyükada ve Burgaz’a ailece gidilmiş, ebeveynimin dostlarıyla buluşulmuştu.  

1975 yılının, Mayıs ayının onbirinci günü 48 yıldır hayatımı paylaştığım David’le tanışınca Heybeliada, hayatıma bütün haşmetiyle giriverdi.  

Davidlerin anne tarafından ailesine ait üç katlı, ahşap, her katta yedişer odalı bir paşa konakları vardı. Genç yaşta dul kalan anneanneleri Sara Kastoryano, kendisine ve kız kardeşlerine ağabeylerinden miras kalan bu evi, kız kardeşlerinin miras hakkını ödeyerek satın almış ve kendisi tek malik olmuştu. Daha evvel merhum eşinin 1928 yılında Heybeli’den satın aldığı Kürekçi Bahri sokağındaki iki katlı evini de kiralamıştı. Hasılı kayınvalidem Korin henüz 4 yaşındayken, Heybeliada yazları başlamış.  

David’in babası Siyon Yanarocak, aile sohbetlerinden pek hoşlaşmadığı için kendi çekirdek ailesi ile Büyükada Maden’de yazlığa gidermiş. Ardından aile iki sene Moda’daki Rainbow Oteli’nde tam pansiyon yaz sefası yapmışlar. Yani Moda David’in kanına o zaman girmiş, ardından Modalı bir kız onun kaderi olmuş. Daha sonra birkaç yaz da Suadiye’de yazlık tutmuşlar. David Bar-Mitzva yaşına gelip de artık Heybeli Mektebi Sokağı’ndaki 23 numaralı üç katlı ev onların olunca, kayınvalidemin annesi Sara giriş katını David’in annesine ve ailesine tahsis etmiş.  

Ben ilk defa David’le çıkmaya başladığımda o evi ziyaret etmiştim. Daha doğrusu bütün ailenin huzuruna görücüye çıkmıştım. Bahçe katında kiracılar otururdu. Giriş katı kayınvalideme aitti. Ortada büyük bir sahanlık, çevresinde 3 yatak odası, tuvalet ve mutfak, bir basamakla inilen ikinci geniş sahanlığın sokağa bakan bölümde bir yatak odası ve salon ile ortadaki taşlık bölümde ise yemek masası vardı. Üst katta çocukları olmayan büyük dayı Mayir Kastoryano ve eşi Estreya’nın yatak odası ve mutfağı, teyzesi Rejin Kastoryano ve eşi Sami Kastoryano’nun (aynı zamanda amca çocukları olan iki kuzendiler) iki büyük odası ve mutfağı, anneanne Sara Kastoryano’nun büyük yatak odası ve sokağa bakan bölümde ortak kullandıkları salonları vardı. O devirde antika bir siyah telefon, nadir bulunan bir kıymet olarak aileye hizmet verirdi. Arada Rejin teyzenin küçük oğlu David Kastoryano ve eşi Ketty çocuklarıyla gelip bir odada kalırlardı. Teyzenin büyük kızı Flöret İsrael’de yaşardı. Bazı yazlar eşi ve küçük oğluyla adaya gelirlerdi.  

Fotoğraf: Betsy Penso, Sara Yanarocak’ın Heybeliada’ya gelin olarak gittiği bugünkü adıyla Mektep Sokak’ta bulunan evin yakın zamandaki hali

Ne yalan söyleyeyim, ben daha o eve ilk geldiğimde çok iyi karşılanmış ve saygı görmüştüm. Pederşahi bir karakter olan kayınpederim Siyon beni çok beğenmişti. Çünkü onunla uzun uzun kitaplardan, İsrael tarihinden ve bambaşka konulardan koyu bir sohbete dalmıştık. Malum serde siyonistlik vardı. Adam ilk defa gönlünce sohbet edecek birini bulmuştu.  

70’li Senelerde Heybeli 

Hasılı ben her cumartesi sabahı Heybeli’ye giderdim. David beni iskelede karşılardı, eve gidip üstümü değiştirdikten sonra dışarı çıkardık. Plaja giderdik veya Asaf, Emin’in Yeri ve Milo dedikleri yerlerden denize girerdik. Bazen Sedef Adası’na giderdik. David’in geniş bir arkadaş grubu vardı. Hepsi de Beyoğlu Musevi Lisesi’nden arkadaşlarıydı. Çok kaliteli iyi ailelerin, üniversitelerde okuyan çocuklarıydı. Tıp Fakültesinde okuyan Dr. Şelomo Abuaf, Diş Hekimliğinde okuyan Dr. Robert Hason, İşletme Fakültesi’nde okuyan David, onların kuzenleri olan genç kızlar ve delikanlılar, sevgili Yakup Debensason ve niceleri. Kızlar Ester, Luna, kuzin Ester’le ben, hemen kaynaşmış dost olmuştuk.  

Cumartesi geceleri Büyükada’ya gider Kaşer yemekler çıkaran köşedeki büfeden lahmacun yer, sonra Seferoğlu’ndaki diskoya gidip dans ederdik. Bazen de Burgaz’daki kulüpteki diskoya giderdik. Heybeli aslında karakter olarak o devirdeki Kadıköy’ü anımsatırdı bana. Eğlence yönünden çok zengin değildi. Vapur iskelesinin tam karşısında duran geniş çayhaneden sonra yan yana dizilmiş restoranlar vardı. Bazen oralara takılırdık ama, cumartesileri genellikle Heybeli’den firar ederdik.  

Gündüzleri hayat sakindi. Plajın çıkışında orada konuşlanmış seyyar turşucudan lahana ve salatalık turşusu alır, suyundan da koydurup, onları plastik çatallarla yerdik. Aslında bunlar bahaneydi. Aşk vardı aşk. Yanında sevdiğin çocuk olunca, sana her yer cennet görünür. Size komik gelecek ama ben martı seslerine ilk defa adada kulak kabarttım. Sanki bir kadın biteviye şuh kahkahalar atıyordu. David’e “komşularınız çok seksi” demiştim. David gülmekten kendini yerlere atmıştı. Meğerse bu seksi kahkahalar, kokot bir komşudan değil, martıların çığlıklarından geliyordu.  

Fotoğraf: Melis May Sarfati, yavru martı

Ben adada ”Paris’te bir Amerikalı“ gibiydim. David’in iki köpeği vardı. Donald ve Deyzi. İsimlerini ben takmıştım. Esasen ben köpeklerden çok korktuğum için ilk başlarda hep pantolon giyerdim. Köpeklere sürtünmemek amaçlı. Ama ne gariptir ki sonra öyle alıştım ki mini etek bile giymeye başladım. Zaten gündüzleri nereye gitsek köpekler eskort gibi yanımızdaydılar. Ne yapalım gülü seven dikenine katlanır derler ya… Ben de köpeklere ısınmaya çalışmıştım. Onlar sayesinde köpek korkumu da yendim. Korkmak bir yana, zaman içerisinde onları neredeyse fark etmeyecek kadar alışmış, hatta sevip ve okşayacak kıvama gelmiştim. 

O yaz 23 Ağustos günü David’le söz kestik. İnanın buna en çok sevinen kayınpederim Siyon’du. Hemen ertesi hafta, bütün ailemi Heybeli’ye davet etmiş ve o dönemin meşhur Panorama Otel’de herkese ziyafet çekmişti. Adada en çok sevdiğim şey Eylül ayının serinliği idi. Eylül ayı benim çocukluğumdan itibaren favori ayımdır. Eylül ayında ada serin olur. O kafelerden birine gidip okey oynardık. Sohbet eder, kahkahalarımız, etrafı sarardı. Deniz Okulu’nun tam karşısında Motta dondurmacısı vardı. Karamelli dondurma yerdim. Mısır, kağıt helvası yer, Coca Cola şişesine beyaz leblebi atıp köpürtürdük. Çok gençtik, çocuk gibiydik. Bazen Ay-Yıldız Sineması’na giderdik. Orada en sevdiğim yer kitapçıydı. Her hafta yeni kitaplar alırdım. David bana Adada bisiklete binmeyi öğretti. Aslında bu da ömrümde hiç yaşamadığım bir deneyimdi. Korkudan ölürdüm ama David çok inatçıydı. Sonunda başardım ama kendimi iki tekerlek üzerinde hiçbir zaman emniyette hissetmedim. 

Heybeli Halkı 

Ada halkının çoğu Rum, Yahudi ve tabii ki Türklerden oluşuyordu. Bahriyenin aileleri için lojmanlar vardı. 

Heybeliada tıpkı günümüzde olduğu gibi, sakinliği ve huzurlu ortamıyla yıllar önce de ünlü ve önemli isimlere ev sahipliği yapmıştı. Bundan yıllar önce ise bir siyasetçiye, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarının en önemli isimlerinden İsmet İnönü’ye yaşam alanı sunmuştu. Heybeliada, İstanbul’un içinde fakat onun gürültüsünden uzak olmasıyla İsmet Paşa’ya bir iyileşme ortamı yaratmıştı. Rahatsızlığından ötürü yurdun sıkıntısından arınması gerekmiş, buna çare olarak da ona Heybeliada’da şu an müze haline getirilmiş olan bir köşk verilmişti. İnönü uzun yıllar bu köşkte mutlu yazlar geçirmişti. Türk edebiyatının kült yazarlarından bir olan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın da orada bir evi vardı.  

1911’de yayınlanan “Şıpsevdi” romanından kazandığı parayla Heybeliada’nın en tepesinde bir arsa satın alıp, buraya 3 katlı ahşap bir ev yaptıran yazar 8 Mart 1944’te ölümüne dek eserlerinin büyük bölümünü Heybeliada’daki bu evinde kaleme almıştı.  

O devirde Rum ve Yahudi aileler adada varlıklarını sürdürüyorlardı. Ordunun Deniz Kuvvetlerine bağlı bir subay okulu vardı. Her cuma akşamı evlerine giden yatılı denizci öğrenciler kar beyazı üniformaları ile vapurları doldururlardı. 

Ara sokakların birinde bulunan bir kıraathanenin önünde paçalarını dizine kadar sıyırmış, sanırım yarı deli, meczup bir Rum adam çıplak ayağını yere vurup “Barbayani” diye bağırıp dururdu. O yaşımda bu beni çok şaşırtan ve acıma duygusu yaratan bir anıdır. Adam kim bilir neler yaşamıştı ki bu hale gelmişti?  

Heybeli’de tarihi bir eczane vardı. Oraya gitmeye bayılırdım. Her tarafı ahşap lambrili, vitrininde yüzyıllık ecza gereçleri sergilenirdi. Satış yeri gişe gibiydi. Bu eczanenin bir eşi de Moda Caddesi’ndeki Melih Eczanesi’ydi. Oraya da bayılırdım. Garip zevklerim ve seçkilerim vardır, çünkü tarih ve yaşanmışlık taşıyan objeler beni çok etkiler. 

Yeniden Heybeli 

Sonra evlendik ve bir oğlumuz oldu. Soni 7 aylıkken David yedek subay oldu. Kurası Doğu Beyazıt’a çıktı. Dağıtımdan önce anne babası oğulları ve torunlarıyla vakit geçirebilsin diye on günlüğüne kalmaya Heybeliada‘ya gittik. Artık 10 aylık bir bebek olan Soni, arabası, puseti, portatif karyolası, oyuncakları ve valizlerle oraya vardık. Çocukla her gün gezer, plaja giderdik. Bir gün şemsiyenin altında uyuyan bebek kaçak güneş ışınlarına maruz kaldı. Eve döndüğümüzde yüzünün yarısı beyaz, yarısı pancar gibiydi. İlaç sürdük. Kayınpederim Siyon, küplere bindi ve Zeus gibi yıldırımlar fırlatmaya başladı. David’le beni bir güzel haşladı. Sanki biz çocuğun ablası ve abisiymiş gibi bize haykırmaya başladı; ”melo kemateş al patiko, i el dyo ke vos keme a vozos” (Yavrumu yaktınız, Allah da sizi yaksın!). Biz David’le bakışıp gülme krizine girdik. Aslında bizim nesil gerçekten naif ve terbiyeliydi. Ben şimdi torunlarımız için böyle bir şey yapacağımızı hayal bile edemiyorum.   

Kayınvalidem ortalığı yatıştırdı, biz giyinip evden kaçtık. Soni yarı uykulu ve yanıktı. Kayınpederim ona neredeyse bir karpuzun yarısını yedirmiş. Kayınvalideme de “Karışma çocuk yandı, ferahlasın” demiş. Ertesi sabah Soni yakalarına kadar kirlenmiş, korkunç bir ishal ile uyandı. Yine ses etmedik. Doktorunu aradım verdiği ilaçlarla ve rejimle çocuğu kendisine getirdik. 

Heybeli derken hatıralara daldık. Sonra hepimizin ikişer oğlu oldu. Her Kipur arifesinde adaya gider orada kalırdık. Erkekler sinagoga gider, biz gelinler üst kata çıkıp sohbet ederdik. Ertesi gün de maaile  teyze, yenge, kayınvalide, eltim Ester ve kuzin Ketty ile erkek çocuk sürüsü aç açına çamlara yürüyüşe çıkardık. Aslında bu faaliyet beni çok açmazdı ama, ortamı bozmak istemezdim. Şimdi dönüp bakıyorum da, iyi ki de bu faaliyetleri yapmışız, çünkü o günler artık sonsuzluğa karıştı. Hiçbiri artık hayatta değiller. Demek ki fırsat varken bazı şeyleri yapmak, aile büyüklerini sevindirip, sevgi vermek için yaratılmış fırsatları değerlendirmişiz. Artık onların hepsi Hak ile yeksan oldular.  

Ev uzun zaman kapalı kaldı. Küçük oğlumuz Hay Eytan henüz beş yaşındayken artık ahşap konağın yaşlı sakinleri yavaş yavaş hastalanıp köşelerine çekildiler. Sonra teker teker yitip gittiler. Ahşap Kastoryano evi satıldı. En küçükleri olan kayınvalidem Korin de on yıl önce melek oldu. O zaten yaşarken de melek kadar iyi ve güzel yürekliydi. 

Sanırım on sekiz yıl kadar önceydi, biz de artık 1995 yılından itibaren Büyükada’da oturmaya başlamıştık. Bir Pazar günü Rejin teyzenin küçük oğlu David Kastoryano ve eşi Ketty ile Heybeli’ye anıları yad etmeye gittik. Önce ahşap evin sokağına gittik. Eski ev yıkılmış, yeniden aslının tıpkısı olarak inşa edilmişti. Eski eser olduğu için, yeni sahipler dış cepheyi yine ahşap kaplama yapmışlardı. Biz dördümüz tablo seyreder gibi karşı kaldırımda durup evi izlemeye başladık. Girişteki pencere açıldı ve bir beyefendi gayet kibar bir biçimde “Birini mi arıyorsunuz?” diye sordu. Eşim ve kuzen David gülümsediler, ben “bu beyler bu evde büyüdüler, biz bu eve gelin geldik, torunlar bu odalarda koşuştular” dedim. Adam heyecanla kapıyı açtı.”Buyrun burası daha çok sizin eviniz sayılır” dedi. Çekinerek içeri girdik. Eşi de çok güler yüzlü nazik bir kadındı. Bize bütün evi gezdirdiler. Muhteşem ve modern bir eve dönüşen evin duvarlarında kahkahalarımızın tüllerin altında kalan fısıltıları kulağımıza geliyordu. Çok etkilendik, zarafetleri için teşekkür edip oradan ayrıldık. İskeleye inene kadar hiç konuşmadık. Çünkü edeceğimiz tek bir kelime gözyaşı sağanağına dönecekti. Bir restorana oturup geçmişe kadeh kaldırdık.  

Artık Heybeliada, Kastoryano ve Yanarocak ailesi için “Neverland” adası haline gelmişti. Aslında eskiyi eskide bırakmak, sevinçleri ve hüzünleri bir masal tadında anımsamak daha iyiydi. O gece David Büyükada’daki evimizde bir beste yaptı ve adını “La Kaza Ke Nasi” (Doğduğum Ev) koydu. Böylece aile evi bir şarkı ile ölümsüzlüğe kavuştu.