Arşiv Makaleler

Roni’yle Vedalaşmanın İmkansızlığı Üzerine

Roni Margulies’i kaybettik. Bu cümleyi yakın zamanda kuracağımı hiç düşünmüyordum. Neredeyse iki aydır hastanede devrimciliğine yakışır şekilde direniyordu. Umudumu yitirmiyordum ben de. Her gün ondan gelen haberlerle “Hadi yaparsın be Roni. İyileşmelisin!” diyordum. Ama olmadı. 

Bu iç parçalayan erken gidişe isyan ediyorum. Onu bizden koparan hayata öfke duyuyorum. Çünkü daha çok anlatacaklarım vardı ona. Ondan dinlemek istediklerim de çoktu. Ama olmadı.

Şimdi ardından “Işıklar içinde uyusun.” yazanlara huysuzca “Işıklar içinde nasıl uyuyabilirim sence?” diye cevap veriyordur diye düşünmeden edemiyorum. O hiperaktif haliyle “Nur içinde yatacağını” da sanmıyorum. Gecenin derinliklerinde yerinden süzülüp, bulduğu bir sandalyenin üzerine tek ayağını koyup Kilyos Yahudi Mezarlığında siyasi nutuklar atacağına ve sadece Türkiye’deki değil tüm dünyadaki hükümet meselelerine karışacağına yemin edesim geliyor. O mezarlık artık daha siyasi bir yer oldu. Kayadez mi kim takar kayadez’i diyerek anlatmaya devam edecektir Roni. Ya da uykum kaçtı birkaç şiir çevirdim de diyebilir.

Bu yüzden ona veda etmenin imkansız olduğuna karar verdim. Zamanımızdan ayrılıp zamansızlığa geçti diye elveda demek zorunda değilim. Şiirleri, fikirleri, anıları yaşıyorsa bir insanın ölümden ebediyen uzaklaşmıştır. Biz kalanlar içimizdeki hüzne katlanmaya çalışırız sadece. 

Özleriz kaybettiklerimizi. Ben mesela Roni’nin çektiği fotoğrafları da çok özleyeceğim. En ücra mahallelerde yakaladığı kadrajları. Yine nerelerde geziyor acaba diye tahmin etmeye çalıştığım semt fotoğraflarını da özleyeceğim. 

2019’da İbranice öğrenmeye başladım. İlk ödevimi yaparken onun Bar Mitzvah töreni için İbranice öğrenme macerasını anlattığı satırları hatırlamıştım. Ödevin bir fotoğrafını çekip yolladım ona. İbrani alfabesine Picassovari bir yorum getirmeme çok gülmüştük.

Roni’nin 23 yıllık dostu Atilla’nın onu anmak için hazırladığı “Üretmekten bir an bile vazgeçmeyen bir kalem: Roni Margulies” yazısı şu alıntıyla başlıyor:

“Benim vatanım İstanbul, anadilim Türkçedir. Dolayısıyla, ben kendimi İstanbul’da yabancı hissetmem elbet. İstanbul da değişti, ben de değiştim, ama birlikte yaşadığımız günler değişmez. Ben İstanbul’da kendimi yabancı hissedemem. Ama yabancı olarak görüldüğümü biliyorum.”

Roni’yi kaybettiğimiz gün hastane kapısındaki bankta oturmuş beklerken orada tedavi gören yakını olan iki kadın yanıma oturdu. Bir tanesi aniden bana doğru dönüp: “Başınız sağ olsun canım. Mekanı cennet olsun.” dedi.

Ve sordu: “Dünden beri burada çok kalabalık gördüm. Hep okumuş, yazmış insanlara benziyor gelenler. Rahmetli ne iş yapıyordu?”

“Yazardı.” dedim.

“Tahmin etmiştim. Adı neydi?”

“Roni Margulies.”

“Yabancı mıydı?”

“Hayır dedim. Türkiyeli bir Yahudiydi.”

“Aaa yabancı değil o zaman. Ben biliyorum Yahudileri Büyükada’da, Cihangir’de falan otururlar. Allah gani gani rahmet eylesin.”

“Sağ olun. Sizin de yakınınıza acil şifalar.” dileyerek bitti sohbet.

Nadiren de olsa yabancı görülmediği oluyormuş demek ki. 

Şimdi bu satırları sonlandırırken onun çok sevdiği dilde -Yunanca- bir şarkı dinliyorum. Şişli’den Kilyos’a yolluyorum bu şarkıyı. Acıları alevlendiren dünyanın yalancı ve adaletsiz olduğunu, iç çekişin büyüklüğü karşısında o dünyanın küçücük kaldığını anlatan bir şarkı. Sevenlerinin iç çekişlerine tercüman olsun. Devrin daim olsun Roni.

Veda yok. Sen bizimlesin.

ΓΡΗΓΟΡΗΣ ΜΠΙΘΙΚΩΤΣΗΣ – ΒΡΕΧΕΙ ΣΤΗ ΦΤΩΧΟΓΕΙΤΟΝΙΑ