Makaleler Röportajlar

Kelimeler Tanıdık, Anılar Kırık… Atina – Paleo Faliro’da Bir Karşılaşma: Stefanos Damatos – Deniz Yılmaz Akman

Ne zaman yeni bir yere seyahat etsem ilk hissim şu oluyor: Kendimi, buraya ne kadar ait hissedebilirim? Bazı ülkelerde bu oldukça güçtü; yüzler yabancı, sesler uzak, bir merhabanın karşılığı koca bir boşluktu. Aidiyet hissi şöyle dursun, tanışık bile olamamıştık günün sonunda ne o  kentle, ne insanlarıyla. Bütün bunları sorguladığım, geçmişteki gezilerimi gözden geçirdiğim bir dönemde düştü yolum Atina’ya. Öncesinde belgeseller izledim, kitaplar okudum, insanlar tanıdım beni Atina’ya daha yakın kılacak. Seslerini işitmeye çalıştım, müziğini duydum, hissettim. 1955’teki 6-7 Eylül olayları ve 1964’teki zorunlu göç sonrası şehirlerini ve evlerini terk etmek zorunda kalan İstanbullu Rumların siyah beyaz fotoğraflarına baktım günlerce. Kalbim kırıldı, zihnim yoruldu.

***

Şimdi, kendimi tamamen ait hissedebildiğim bir kentin sokaklarındayım. Hiçbir şey yabancı değil. Ne gürültüsü, ne sessizliği. Ne kokuları, ne tatları. Çocukluğumun yaz aylarını hatırlıyorum aniden. Ayvalık’ta ilk kez işittiğim guguk kuşunun o büyülü sesi Atina sokaklarında buluyor beni. Kornalar, İstanbul’u çalıyor. Trafikte acele, kafe ve lokantalarda yavaşlık var. Aheste yeniyor yemekler, şarkılar acelesizce söyleniyor; siga siga. Bir ouzo kokusunda birleşiyor bütün yarım kalmış hikâyeler burada. Geçmişten ödünç alınmış bir dili konuşuyor bembeyaz taşlarıyla uzayıp giden yokuşlar. El değiştirmiş evler, zorla açılmış kapılar, sofrada öylece bırakılmış yarım şarap kadehleri yok. Kimsesiz değil hiçbir anı. Bazı evler de bitkin; kırılıp dökülüyor ama onlar da kimsesiz değil.

Tramvayla Paleo Faliro’ya doğru ilerlerken, yolun kenarlarına kurulmuş sebze-meyve pazarlarının yanından geçiyoruz. Yaşlı bir dede, torunuyla yanıma oturuyor. Onların yüzüne bakarken, sanki Kabataş’tan Eminönü’ne doğru yol alır gibi hissediyorum. Vardığımda deniz kokusu çarpıyor yüzüme. Belki de bu çok “tanıdık” gelen iyot kokusu yüzünden yerleşmişler 1970’lerde Atina’ya göç eden İstanbullu Rumlar. Burada kurmuşlar kendi İstanbul’larını. Denize ve içlerinde büyüttükleri özlemlere hep yakın yaşamak için.

Deniz kenarındaki bankların birine oturup karşımdaki ada manzaralarında buluyorum ben de Büyükada, Heybeli, Burgaz ve Kınalı’yı. Sahil hattını boydan boya yürüdüğümde artık İzmir yerleşiyor içime. Paleo Faliro’nun bir kanadı İstanbul, bir kanadı İzmir gibi. Atina’yı kucaklıyor, sırtında göç yükleriyle. 

Atina – Paleo Faliro’da Bir Karşılaşma:
Stefanos Damatos

İsmi yarı İngilizce, yarı Türkçe olan bir mekana oturuyorum. Sahibi Anush Hanım, yıllar evvel İstanbul’dan buraya göç ederek kendi mekanını açmış. Mekanın bir köşesinde duran siyah-beyaz stüdyo fotoğrafına dakikalarca bakıyorum. Vitrininde keşküller, sütlaçlar… Masalara “bizim usülde” çaylar gidip geliyor. Hem de alışık olduğum o geleneksel mavi-kırmızı desenli altlıklarla. Duyduğum Türkçe kelimelere tam kulak kabartacakken, yan masalarda oturan bir beyin Büyükadalı olduğunu öğreniyorum tesadüfen. Adadaki çocukluk günlerinden bu yana 70 yıllık dostu olan başka bir bey ile çay içiyorlar o esnada. Stefanos Damatos, beni kırmayıp, masamıza geliyor. Şen şakrak, esprili, Rum aksanlı Türkçesi ile akıcı bir şekilde anlatmaya başlıyor hatırında kalanları. Mesleğinin oyunculuk olduğunu öğrendiğimde, Bir Tutam Baharat filminden hatırlıyorum kendisini. 

“Ben hayatta en çok Büyükada’ya ait hissettim kendimi”

“Ben hayatta en çok Büyükada’ya ait hissettim kendimi” diyerek başlıyor söze, Stefanos Bey. Nasıl hissetmesin ki en güzel yılları adada geçmiş. Orada doğup, 19 yaşına kadar orada yaşamış. Gitse de bir gün uzaklara, arada dönüp geldiği yer yine ada olmuş. Sıcacık bir yaz gününü anlatır gibi anlatıyor Büyükada’daki günlerini. “Ada kültürü bir başkaydı. İstanbul’a gidince “Aman aman, burası bize göre değil adaya dönelim” derdik. Egzoz dumanından şikayet ederdik. İstanbul’da yaşayanların suratları sapsarı gelirdi bizlere ama adadakilerin yüzleri pembe pembeydi. Deniz, balıkçılık hayatımızın merkezindeydi. Levrek, lüfer nerelerden çıkar diye sorup öğrenirdik. Sandallarla açılıp balığa çıkarak adanın etrafını dolaşırdık. Bazen babam teknenin deniz motorunu vermezdi, işte o zaman sandalı dört kürekle çekerek ilerlerdik. 70 senelik şu arkadaşım var ya (yan masadaki arkadaşını işaret ediyor) işte onunla adayı dolaşırdık. Bazen yanımıza Bozcaada şarabı götürürdük. Dursun diye birinin dükkânı vardı; oradan francala ekmek, pastırma, turşu falan alırdık. Adanın arkasına geçip teknede bir güzel yiyip içerdik.” 

O günleri büyük bir iştahla anlatırken Stefanos Bey, ekliyor: “Meyveler de çalardık tabii. Erik çalardık bahçelerden mesela. Evde yok muydu sanki? Vardı ama o da ayrı bir keyifti… 1 Mayıs’ta çiçek çalardık, Cumhuriyet Bayramı törenleri için de çiçekler toplardık bahçelerden. Ahşap bahçeli bir evde geçti çocukluğum ve gençliğim. O ev de 1999 depreminde ne yazık ki yıkıldı.” 

“Adalı olmak demek…”

“Rumlar ve Türkler adada bir arada büyüdük. Yakın arkadaşlarımdan Fıstık Ahmet vardı mesela,  bir de onun arkadaşı Erkan vardı. Hep beraber vakit geçirirdik. Erkan’ın annesi evimizin önünden geçerken: “Marika Marika!” diye bağırırdı anneme, “çarşıya gidiyoruz bir şeye ihtiyacın var mı?” Fırına gönderirdik bazı yemekleri, sonra da gider alırdık. En zevkli kısmı ise hep beraber toplanıp o yemekleri yemekti.

Şimdi, bazı insanlar bana, ben de adalıyım diyor. Ama adalı olmak ne demek? Benim dedelerim 1600’lerden beri Büyükada’daymış. İlk dedem Siros’tan gelmiş oraya. Sonra ailenin yeni üyeleri de orada yaşamış. Hatta adanın su değirmenlerini büyük dedem yaptırmış… Yazları Büyükada’ya gelip kışın Kurtuluş’a dönüyorsan adalı sayılmazsın. Adalı olmak için orada doğup orada büyüyüp, orada okuman gerek. Bir de kabristanda bir büyüğün mü yatıyor, işte o zaman adalısın.”

“Bu olayı asla unutamıyorum!”

Ben sözü 6-7 Eylül 1955 olaylarına getirmeden kendiliğinden açılıyor konu. Öyle bir konu ki zaten İstanbul’u terk etmek zorunda kalmış herkesin belleğinde, kırık bir cam parçası gibi duruyor. Stefanos Bey o günü şöyle anlatıyor: “Saat kulesinin orada toplanmıştık arkadaşlarla. Babamın bir tanıdığı; Fahri Bey yanımıza yanaşıp, “dışarıdan bir sürü insan geldi” dedi. 6-7 kişi bir tarafta, 10 kişi öbür tarafta dolanıyordu. Bizim de dikkatimizi çekmişti. “Hemen eve gidin ve evin dışına Türk bayrağı asın” dedi. Hiçbir anlam veremedik buna. Meğer biliyormuş olacakları…

Birkaç saat sonra ellerinde sopalarla evlerin camlarını kırmaya başladılar. Bize gelen bir yardımcı kadın vardı Refiye diye. Kocası yolları süpürürdü. İki tane de çocuğu vardı. İsmi Ahmet olanla yakın arkadaştık. O kadın, Rum evlerinin dışlarına boyayla işaretler koydu. Annem feryat figan: “Refiye utanmıyor musun?” dedi. “Ben vazifemi yaptım” dedi. Bu olayı asla unutamıyorum.” 

Sürpriz bir karşılaşma…

“1958 senesinde, Fener Rum Erkek Lisesi’ne gidiyordum. Fransızca ve İngilizce bölümü vardı. Ben  İngilizce bölümündeydim. 62 kişiydik, Fransızca kısmı da 45 kişiydi. 7.sınıftaydık. 10.sınıfa kadar daha bir sürü öğrencisi vardı okulun. Kızlar ve erkekler ayrı eğitim görüyordu. Biz erkekler olarak Fener Rum’daydık. Kızların okulu da yine yakınlarda, Fener’deydi. 

Her gün okula gitmem bir buçuk saat sürüyordu. Vapurla okula gittiğim günlerden bir gün, yanıma bir adam oturdu. Tarih kitabımı açıp çalışmaya başlayınca, adam yanaştı. Dedi ki; “Bütün bu anlatılanlar yanlış. Kim öğretiyor size bunları?” Ben de “Nereden biliyorsunuz?” dedim. “Orada sözü geçen benim de ondan biliyorum!” dedi. Kalemimi aldı ve yazılanları düzeltti, altına da imzasını attı. Heybeli’de ilerlemiş yaşına rağmen denize çivileme atlayışıyla ün salmış İsmet İnönü ile karşılaştığımı o an anladım. “Bunu hocana göster, bütün bu anlatılanların yanlış olduğunu görsün” dedi. Ertesi gün hocaya anlattım, “bunlar yanlışmış hocam” dedim. Sen kim oluyorsun da tarihimizi değiştiriyorsun diye azar çekti bana. “Ben yazmadım, İsmet Paşa düzeltti hocam” dediysem de inandıramadım.”

Büyükada’dan İngiltere’ye Uzanan Yıllar

Stefanos Bey, adada geçirdiği ve bir tatlı hayal gibi hatırladığı o yılların ardından İngiltere’ye gitmiş okumaya. O dönemde, adada bir Rum yetimhanesi, bir Türk okulu, bir de Rum okulu varmış. Liseyi, adadan çoğu arkadaşıyla beraber Kırmızı Mektep’te okumuşlar. 1960’lara gelindiğinde ise Gayrimüslimler de Türk okullarına gitmeliler diye bir kural çıkmış. İşte o zaman gitme vakti gelip çatmış kendisi için. 

“O okullara gidersem dayak yemekten korktum. Şöyle bir anım var, önce onu anlatayım. Pazar günleri sabahtan kiliseye, sonra balığa gidilirdi. Bol bol yüzerdik. Öğlen uykuları çok tatlıydı. Yine böyle bir pazar günü öğlen uykusundayken dışarıdan bir ses: “Hanım bu ev satılık mı? Eğer satılırsa, burası bize düşer ağam.” Annem dışarı çıktı, “Gidin buradan, biz evi falan satmıyoruz!” dedi. Meğer, 1964’te Anadolu’dan çok gelenler olmuş, Rumlar evlerini satıyorlar diye. Saçma olaylar da yaşanırdı yine aynı yıllarda… Karakola da düşerdi yolumuz arada. “Bu benim bayrağıma hakaret etti” diye iftira atanlar olurdu. Sonra bir güzel dayak yerdik memurlardan.

Önce Almanya’ya gittim ama pek sevemedim orayı. Sonra da İngiltere’ye geçtim. Cambridge’de Biyoloji bölümünde okudum. Londra’da Kraliyet Sanat Akademisi’nde oyunculuk eğitimleri aldım.  Babam pek sevinmedi bu duruma. Hokkabazlık gibi görüp küçümsüyordu oyunculuğu. Amerika’ya gittim 4 sene oyunculuk eğitiminden sonra. Orada tiyatro oyunlarında oynadım. Shakespeare’in Ophelia’sında oynadığım günleri hiç unutamam mesela. Annem ve babam da emekli olduktan sonra yanıma; İngiltere’ye geldiler. 1991’de ailem ile beraber Atina’ya taşındık.”

Stefanos Bey, İngiltere’de okuduğu yıllarda sıkça hayaller kurarmış. “Oyuncu olarak çalışırken iyi para kazanıyordum; o paralarla adadan bir ev alayım, büyük bir bahçem olsun, domates-biber dikeyim diye aklımdan geçerdi. Ama pek arkadaşım kalmadı ki adada. Hadi diyelim bir ev aldım adadan, ne zaman yine kovacaklar diye beklerim. Çünkü bir kez kovulduk, aynı şeyleri yaşamak istemem. O güzel insanlar yok, o güzel evlerin bir kısmı da yok.”

“Paleo Faliro’yu seviyorum…”

“Biz Türkiye Rumlarıyız diye hem orada hem burada bize gavur diyenler bile oldu. Gavur nedir, dinsiz demektir. Bizim dinimiz yok mu? Bu tip şeyler hep çok üzdü beni. Adaya en son geçen yaz gittim, ne yalan söyleyeyim biraz hayal kırıklığı oldu. Her şey değişmiş… Kartal’dan bindiğim vapurda 100 numara nerede deyince, öyle baktılar suratıma. O an hissettim yabancılaştığımı oralara. 

Eskilerden birkaç mekan kaldı geriye. Mesela Milano, Büyükada’daki Türk hocamın eşinin ve Rum bir ortağının restoranıydı, hala duruyor. Fıstık Ahmet’in yeri denizin tam yanındaydı. Yol yoktu, oranın dibinde deniz vardı. Şimdi yol oldu ne yazık ki… Eskibağ Restoranı’nın önünde sadece çakıllar vardı, baktım orayı da doldurmuşlar. Yazları, 100-150 bin kişi olurdu nüfus adada. Kışlarıysa bisiklet ya da sandallarla dolaştığımız adamız sadece bize aitti. 

Arada diğer adalara da uğrardık. Yakın zamanda kaybettiğim oyuncu arkadaşım Rana Cabbar çok severdi Burgaz’ı ve Sait Faik’i. Burgazada o kadar değişmedi gördüğüm kadarıyla. Fakat Kınalıada epeyce değişmiş geldi gözüme. O yıllarda Kınalıada sahillerine, denize girmeye gelirdi insanlar. Evlerin kapılarını çalanlar olurdu tuvalete girmek için. Kimse içeri almazdı tabii. Gülerek hatırlarım o günleri…”

Aynı adalarda olduğu gibi denizle iç içe bir hayat var Paleo Faliro’da. Arka sokaklarda yürürken gördüğünüz evlerin, ada evlerinde olduğu gibi kimi mütevazi, kimi alımlı. Ağaçlar kaldırım kenarlarında kol kanat geriyor yoldan gelip geçenlere. Yokuş başlarından görünen bir tutam maviye kavuşmak için acele ediyor adımlarınız. Bahçeler türlü türlü çiçek kokuyor, çatılarda kuşlar cirit atıyor. Ada havasını işte o an hissediyor insan içinde. Belli ki bu yüzden seçmiş Paleo Faliro’yu Stefanos Bey:

“Paleo Fairo’yu seviyorum; denizi ve adaları görüyor evim. Büyükada’daki günlerimi anımsatıyor manzaralar. Uzakta görünen o adalara gidesim pek gelmez, bir Büyükada değil hiçbiri ama seyretmeyi severim.”

Atina merkezine dönmek için tramvaya bindiğim dönüş yolunda, bu kez de Adalar-İstanbul vapur yolculuğu düşüyor aklıma. Denizin serinliği, sokakların sakinliği, gül reçeli kokan masalar, aheste çekilen kürekler, bir köşesine şarap şişesi konulmuş sandallar, yazarın öpüp de denize geri attığı balıklar… Sanki her şey geride kalmış. İnsanlar, araçlar, sesler giderek sıklaşıyor. Yanımda bir de küçük bir çocuk var artık. En neşeli anılarını adada öylece bırakmış olan o küçük çocuk, benimle bu tramvayda.