Yahudi/Edebiyat

Michel Bergmann’ın yeni kitabı “Mameleben” çıktı!

Basel doğumlu Michel Bergmann, 1945 yılında İsviçre’deki bir toplama kampında Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Paris’te birkaç yıl geçirdikten sonra ailesiyle birlikte Frankfurt am Main’e taşındı. Frankfurter Rundschau’da eğitim gördükten sonra şimdi yazar, yönetmen ve yapımcı olarak çalışıyor.

Kısa süre önce kitapçı raflarında yerini alan “Mameleben: oder das gestohlene Glück” (Mame Hayatı: ya da Çalınmış Mutluluk), yazar Michel Bergmann’ın annesinin hayatını anlatan bir biyografi. Kitap Zürih’teki Diogenes Verlag tarafından yayımlandı.

Bergmann şu anda Almanya’da bir okuma turunda ve bu tur sırasında “Mameleben”den okumalar yapıyor ve dinleyicilerle sohbet ediyor. Heidelberg Yahudi Araştırmaları Merkezi, yazarı kısa bir konuşma ve yemekhanede öğle yemeği için davet etti ve Bergmann her ikisini de içtenlikle kabul etti. 

Yidişçe “Mameleben” kelimesi “annenin hayatı” olarak çevrilebilir, ancak aynı zamanda bir hitap şekli olarak da kullanılır. Bu durumda kitabın Almanca’dan çevrilen tam başlığı “Mameleben” ya da “Çalınmış Mutluluk” anlamına gelmektedir. Annesi hakkında yazmakta uzun yıllar tereddüt eden ve zorlanan Bergmann, nihayet 20 yıl sonra kitabında annesini ve onunla olan ilişkisini birinci tekil şahıs olarak kaleme almış. 

Annesi Charlotte Bergmann, kızlık soyadı Meinstein, 1916-2001 yılları arasında yaşamıştır. 2001 yılında intihar eden Charlotte Bergmann, ardında şokta olan ve ne yapacağını bilemeyen bir oğul bırakmıştır. Bergmann 2021 yılına kadar yaptığı çalışmalarda bir şekilde annesini yeniden buldu ve “anne” temasına geri döndü.

Charlotte Yahudi olduğu için, ailesinin nesiller boyu memleketi olan Zirndorf’ta liseden mezun olmasına izin verilmemiştir. Bu yüzden Paris’e taşınır. Holokost’tan kurtulur, ancak sonraki dönem onun için pek de neşeli ve kaygısız geçmez. Mameleben, oğlunun bencil, baskıcı ve müdahaleci bulduğu güçlü, inatçı bir kadının hikâyesidir. Michel Bergmann 3 aylıkken onu bir yere bırakır ve henüz 15 aylıkken yanına alır. Daha sonra Michel Bergmann, annesinin her şeye rağmen onu sevdiğini fark eder.

Michel Bergmann savaş sonrası dönemde annesinin suçlayıcı bir söylemi olduğundan da bahseder ve oğlunun davranışlarından yakınır: “Bilseydim hayatta kalmamayı tercih ederdim!” […] “Bütün bunları kim için yaşadım?” “İşte hayatta kalıyorsun ve teşekkürün bu mu?!” “Keşke benim yaşadıklarımı hiç yaşamak zorunda kalmasaydın!” “Yani beğenmedin mi? Sana kampta neler yaşadığımızı anlatayım mı?”

Michel Bergmann’ın annesi Charlotte, savaş ve Holokost hakkında açıkça konuşuyor. Bergmann’ın dediği gibi, bu bağlamda tanıdığımız iki tür insan varsa, biri bu konuda hiç konuşmayan, diğeri ise bu konuda herkesle her zaman konuşan kişidir.

Eleştirilere bakılırsa, Michel Bergmann “Mameleben”de acımasızca yazıyor, ama aynı zamanda egoizmini ve annesine karşı anlayışsızlığını da yazıyor. Tasviri özlü ve etkileyici, okuması dokunaklı ve şok edici.

Aynı zamanda Bergmann, anne-kız ilişkisinin anne-oğul ilişkisinden daha karmaşık olduğunu belirtiyor ve Bergmann’a meydan okuyup nedenini sormama rağmen bir cevap bulmakta zorlandı 🙂

Michel Bergmann ve Liza Cemel

Michel Bergmann farklı bakış açılarından bahsediyor, ancak diğer karakterlerle ve insanlarla empati kurmanın zor olduğunu da kabul ediyor. Annesi hakkında kendi bakış açısıyla yazıyor, ancak annesinin kitabı okumuş olsaydı ne kadar memnun olacağını öngöremiyor. Örneğin yeğeni, Bergmann’a kendi annesinin kitapta adil ve doğru bir şekilde tasvir edilmediğinden şikayetçi.

Sık sık empatiden bahsedip kendimizi başkalarının yerine koymaya çalışsak da Bergmann bunun mümkün olmadığını düşünüyor. İnsanlar kendilerini başkalarının yerine koyamazlar. Ancak yaşlılıkta, yaşlı olmanın gerçekte ne anlama geldiğinin ve getirdiği zorlukların farkına varırız. Bergmann’ın verdiği bir diğer basit ve gündelik örnek ise insanların araba kullandıklarında bisikletlilerden, bisiklete bindiklerinde ise sürücülerden nefret etmeleridir.

Anne ve babası Holokost’tan kurtulan Bergmann, toplantımızda bunun kendi hayatında ne anlama geldiğini de anlatıyor. Kitabının yanı sıra yayınlarda, projelerde ve radyo programlarında da Yahudi kimliği ile ilgili deneyimlerini anlatıyor.

Stuttgart’ta 8 Mayıs’ta SWR1 Leute adlı radyo programının sunucusuyla sohbet ederken, sunucunun sürekli önündeki ekrana baktığını fark etti ve orada ne gördüğünü sorduğunda, “Bilmek istemezsin” yanıtını aldı. “Elbette bilmek istiyorum” diye ısrar eden Bergmann, bazı nefret dolu yorumlarla karşılaştığında şaşırdığını ve neredeyse koltuğundan düşeceğini söyledi. Bu yorumlar, Michel Bergmann ve annesinin yaşam öyküsüne, Holokost deneyimine ve sonrasındaki hayatta kalma mücadelesine saygısızca bir saldırıydı. Hepimiz “Yahudiler ve onların boktan, bitmek bilmeyen Holokost saçmalıkları” ile başlayan cümleleri biliriz ya da bir yerlerde okumuş veya duymuşuzdur. Ancak olumlu yorumların olumsuzlardan daha fazla olduğunu da belirtmek gerekir.

Bu deneyimin ilginç yönlerinden biri de Michel Bergmann’ın nefret dolu yorumları yazan kişilerin görünüşlerini hayal etmesiydi. Moderatör onu aydınlattığında, bu insanların düşündüğü gibi görünmediği sonucuna vardı; umutsuz, hayattan beklentisi olmayan, kötü giyimli ve pejmürde değillerdi, aksine çok bakımlı ve temiz yüzlüydüler. Her zaman böyle değiller miydi? “Yahudi Sorununun Nihai Çözümü”nü tasarlayan ve Yahudilerin kaderini belirleyen (!) Almanya’nın önde gelen, entelektüel, iyi görünümlü, takım elbiseli elitleri değil miydi?

Bergmann bazı antisemit yazarlarla da tanışmış ve iletişim kurmuştur. Bunlardan biri de ünlü Amerikalı polisiye yazarı Patricia Highsmith’ti.

“Yahudilerle bir sorunum yok ama onları toplum içinde, yüksek mevkilerde, polis gibi resmi görevlerde görmek istemiyorum” ya da “seninle ilgili değil ama Yahudiler genelde şöyle böyle…” gibi asırlık cümlelere yine aşina olacağız. Almanca’da buna ironik bir şekilde “Anständigen Antisemitismus” yani “terbiyeli antisemitizm” diyebiliriz.

Bu konunun bugün birçok kaynakta işleniyor olması bir yana, benim de aklımdan geçen ve bazı ortamlarda tartışılan bir konu oldu. Edebi ve sanatsal kalitesi yüksek eserler veren ancak antisemit olan sanatçılar nasıl ve ne ölçüde “hoş görülmeli” ya da görülmemeli? Eserlerine göre mi yargılanmalılar yoksa kişisel görüşleri ve siyasi duruşları da dikkate alınmalı mı?

Bunun en güncel ve öne çıkan örneklerinden bazıları müzik alanında Roger Waters ve Kanye West’tir. Bu isimlerin yanı sıra elbette medya gündemine girmemiş ya da antisemit kimliğini gizleyen pek çok ünlü var ve bazıları bunu hiç utanmadan, hatta gururla söylüyor. Bergmann’ın oğlu bu konuyu şöyle yorumluyor: onun için sanatçının eserinin antisemitik unsurlar içerip içermediği önemli.

Bergmann’ın çalışmalarındaki antisemitizmle ilgili bir başka deneyim de Rusya’nın St. Petersburg kentindeki Uluslararası Film Festivali’nde yaşandı. Söz konusu kişi, o zamanki jüri başkanı Nikita Mikhalkov’dan başkası değildi. Mikhalkov şu iddiada bulunmuştur: Almanya’daki güçlü Yahudi endüstrisi ve Yahudi bankerler olmasaydı Hitler bu kadar güçlü olamazdı. Ya da İkinci Dünya Savaşı’ndaki Yahudi generaller olmasaydı…. Ancak bu sürece katkıda bulunan bir isim söylemesi istendiğinde Mikhalkov sadece “Bunu herkes biliyor” diyebildi ve diğerleri gibi o da sadece komplo mitlerinin yayılmasına katkıda bulunmakla kalmadı, aynı zamanda Holokost’tan etkilenen milyonlarca insanın tarihini ve acılarını tahrif etti ve göreceli hale getirdi.

Bu kez duyduğu antisemitik sözler değil, tanıştığı ve benzer bir kaderi paylaştığı bir meslektaşı, Rus-Yahudi film yönetmeni Semyon Aranovich, Berlin Uluslararası Film Festivali’nde üstün sanatsal katkısı nedeniyle Gümüş Ayı (Büyük Jüri Ödülü olarak da bilinir) ödülüne layık görüldü. Bu ödül, Berlin Uluslararası Film Festivali jürisi tarafından yarışmadaki uzun metrajlı filmlerden birine verilir. Altın Ayı’dan sonra ikinci ödüldür ve festivalin en önemli ikinci ödülü olarak kabul edilir.

Filmin bir sahnesinde Sergei ve Vera bir suç işledikten sonra yanlışlıkla kirlenmiş bir alana girerler. O anda bölgede yağmacılar belirir. Küçümseyici bir şekilde Sara ve Isaac olarak adlandırılan bu yağmacıların olduğu sahnede, St. Petersburg’daki büyük bir sinemadaki kalabalık aniden kahkahalara boğulur. Aranovich’in beklediği an buydu ve Bergmann’ı bu konuda önceden Yidiş dilinde bilgilendirmişti!

Mameleben’in yanı sıra Bergmann, başrollerini Haham ve Komiser’in paylaştığı gerilim ve suç dizisi “Der Rabbi und der Kommissar” ile de tanınıyor. Yakın zamanda bu seriye yeni bir kitap ekledi. Bu kitap lansmanlarında zaman zaman kendisine İsrail konusunda sorular yöneltildiğini, ancak kitap tanıtımlarına gelen kişilerin zaten eserlerinin okuyucuları ve konuya aşina oldukları için olumsuz bir deneyim hatırlamadığını ekliyor.

Sohbetimiz sırasında söylediklerini pekiştirmek için şu cümleyi de ekliyor: “Irkçılık birinden olmadığı şey için nefret etmek anlamına geliyorsa, antisemitizm de birinden olduğu şey için nefret etmek anlamına gelir…”

Kapak fotoğrafı: Rolf Walter/xpress.berlin

Ek kaynaklar:

https://www.dieterwunderlich.de/bergmann-mameleben (c) Dieter Wunderlich

Kitabı resmi yayınevinden sipariş etmek ve biraz daha bilgi almak için bu linke tıklayabilirsiniz: https://www.diogenes.ch/leser/titel/michel-bergmann/mameleben-9783257072259.html