More, başı tüm ağırlığıyla göğsüne düşmüş, orada otururken, onu hâlâ uyukluyor sansınlar diye gözlerini kapalı tutmaya devam etti. Acaba günlerdir çektiği uykusuzluktan mı yorgun düşmüştü yoksa bu gündüz vakti aniden uyuma hâli ailesinin başına gelen felaketi daha etraflıca anlayabilmesi için ulu Haşem’in ona bir hediyesi miydi? Çünkü onu eski öğrencisi “Bas-Git” Selim Strugo’nun salonundaki şekerlemesinden uyandıran bir kadın fısıltısı olmuştu: “Muestra mueva vizina era kazada kon el ombre ke esta morando kon Lilyan.” Bizim yeni komşu önceden Lilyan’ın birlikte oturduğu adamla evliymiş. Bu Ladino sözleri sarf eden, Bas-Git’in eşi, bir film yıldızının yeşil gözleri ve kalkık burnuna sahip Mimi olmalıydı. Strugoların iki kızı, ilk din derslerini alacakları More’yi kapıda karşıladıktan sonra yetişkinleri Türk kahveleriyle bırakıp, karanlık koridordan içeri kaybolmuşlardı.
Lilyan’ın ismini duyar duymaz More’nin kalbine adeta bir hançer saplanmıştı. Demek ev sahipleri otuz iki yaşındaki kızının yaptıklarını şimdiden duymuştu. İzmir’de, hatta Türkiye’de kalan Musevi sayısı göz önüne alınınca, bu hiç de şaşılası bir durum değildi. Yine de, More, içten içe, komünite, altmış üç yaşında ve otuz dört yıllık bir din adamına, ailesinin orta yerine düşen bu yangınla nasıl başa çıkacağına karar vermesi için biraz daha zaman tanır diye ummuştu.
Neydi, bundan sadece üç Cuma önce, bu tatsız haberi ilk duyduğunda, “Onunla görüşmeye derhal son vereceksin!” diye bağırmıştı kızına More, üstelik bir Şabat sofrasında ve normalde ailesine hiç sesini yükseltmezken. Bir barbar gibi elini masaya vurduğu o bahtsız akşam ne kendisi ne eşi Eti ne de Lilyan bir lokma yemeğe dokunabilmişti.
Lilyan, yaşlı mavi gözlerinde sitemle ona dönüp, “Artık on iki yaşında değilim; bana ne yapacağımı söyleyemezsin Papi. Kararımı verdim, yarın taşınıyorum,” dediğinde sesinde öyle bir kırılganlık vardı ki, More ona verecek bir karşılık bulamamıştı. Zaten baba bile olsa, kendi parasını kazanan yetişkin bir kadının hayatına nasıl karışabilirdi? Eti, baba kız arasındaki bu diyaloğu baş parmağını gül rengi kazağının koluna sürte sürte, hiç de huyu olmayan bir sessizlikle dinlemişti. Bu durum More’nin içine bir şüphe düşürmüştü: acaba Eti olan bitenden haberdardı da, Lilyan’ın Size söylemek istediğim bir şey var talebi sırf More için düzenlenmiş bir mini piyes miydi?
Bir more’nin biricik ija’sının, anne babasının evinden iki-üç sokak ötede, bir vedre’yle, eve çıktığına inanmakta hâlâ zorlanıyordu. Anne baba olarak nerede hata yapmışlardı da başlarına bu gelmişti? Lilyan yeni evine taşınalı, olur da kızına sokakta o Müslüman adamla rastlar diye, evden çıkmaya korkar olmuştu More. Güya, hali vakti yerinde bir araba galericisiydi bu yeni sevgili. Öyle bile olsa, bir araba galericisinin, Lilyan gibi başarılı bir psikoloğa, araba egzoz ve motorlarından başka anlatacak nesi olabilirdi ki? Onunla flört etmek isteyen onca cudyo’ya hayır diyen Lilyan’ın bunca senedir beklediği sevgili bu muydu yani? Yosef Dalva’nın oğlu kuyumcu Berti lise mezunu ve sıkıcı diye elenmişti; David Gabay’ın yakışıklı torunuysa güya Türkçeyi demode bir Ladino aksanıyla konuşuyordu. Lilyan’ın fotoğrafını o gece anne babasına göstermekte ısrar ettiği bu haydut kılıklı kara kaşlı adam mı artık eşlik edecekti uzun boylu ceylan kızları Lilyan’a? İnşallah kalbi resimdeki yüzünden daha aydınlıktır, diye içinden geçirmişti More, kızının her zamanki gibi iyiliğini istediğinden.
Eğer Mimi Strugo’nun dediği doğruysa—ki koca kadın neden yalan söylemiş olsundu—her şey yetmiyormuş gibi, bir de evlenmiş ve boşanmıştı bu bulunmaz hint kumaşı yeni sevgili. More’yle Eti onun hakkında kim bilir daha neler öğrenecekti?
Tam uykusunu almış da uyanıyor taklidi yapacakken -lakabı ona More’nin zamanında İbranice öğretmenliği yaptığı Bnei Berit’teyken verilen- Bas-Git, fısıldamayı bilmezcesine “Kuala mueve vizina?” Hangi yeni komşu? diye sordu.
“Yan daireye annesiyle taşınan çilli kızıl kadını diyorum, canım,” yine fısıldayarak ama azarlar gibi cevapladı onu Mimi.
“Ah, o mu! Poveretika,” dedi Bas-Git.
Zavallı kızcağız demekte haklıydı. Lilyan’ın bu son kararı o kızcağızı da oldukça üzmüş olmalıydı. Kim bilir bu haberin ucu başka kimlere dokunacaktı? Evet, karı koca Strugolar, More’nin dedikodusunu, (Allah korusun) sanki ölüymüş gibi, onun burnunun dibinde yapıyorlardı. Fakat şimdi Lilyan’ın yeni sevgilisinin eski eşi ve kayınvalidesiyle yan yana yaşamak zorunda kalanlar da onlardı. İsrail’in kuruluşunu takip eden toplu aliyah sonrasında, Alsancak’ta topu topu kaç Musevi kalmışlardı? İçlerinden birinin hatası, kolayca diğerlerine de mal edilebilirdi. Strugolar’ın evlerinden çıkarken kapı komşularıyla karşılaşmaktan çekinebileceklerini düşünmek bile başlı başına üzücüydü.
Ah, keşke Lilyan bir more‘nin biricik kızı olmasaydı da, bu kararı böylesine göze batmasaydı. Lilyan’ı yetiştirirken Eti de More de onun kendini akranlarından farklı hissetmemesi için büyük çaba sarf etmişti. Şimdi sorulması gereken soru belki tam da buydu: acaba fazla mı çabalamışlardı?
Ya basta! Sonu yoktu sabah akşam aynı konuyu düşünmenin. Salondan küçük bir antreyle ayrılan mutfaktan mis gibi tarçın kokuları geliyordu. Ne pişiyordu acaba? Kahveyle beraber yuvarladığı biskoçozlara rağmen acıkmıştı.
Yeterince uyur taklidi yaptığına kanaat getirince, zavallı boynunu nihayet doğrultup, gözlerini dizlerinin azıcık ötesindeki oval, maun sehpaya açtı. Sehpanın üzerinde, kendisininki dahil üç kahve fincanı, bir tepsi, bir de deniz kabuğu gibi helezonlu seramik bir kasenin içine dizilmiş biskoçozlar vardı. Sehpanın öbür yanında, kendi oturduğu yeşil kadife koltuğun ikizinde Bas-Git oturuyordu. Güzel yeşil gözlerinden endişeli olduğu okunan Mimi ise, duvarın önündeki, aynı yeşil kadifeden kanepedeydi. Acaba Mimi saçları çoktan ağarmış ve bugünlerde kalbi dert dolu More oracıkta kalp krizi filan geçirir de bu salondan kendi ayakları üzerinde çıkamaz diye mi korkmuştu? Yoksa iki genç kız annesi olarak başka endişeleri mi vardı? Bir more’nin kendi kızının beş yüz yıldır bu topraklarda var olabilmelerini sağlayan en önemli kurallardan birini çiğnemiş olması, bu endişeleri alevlenlendirmiş olabilirdi.
More’nin uyandığını gören Bas-Git’in gözleri Purim sabahına uyanan bir çocuğunki gibi aydınlanıverdi. Her zamanki gibi, hocasına hoş görünmek hevesiyle, “Biraz dinlendin mi, More?” diye sordu. Belki de iş dünyasındaki başarısını da, bu kendini insanlara sevdirme dürtüsüne borçluydu.
“Kol hakavod,” İbranice her şey yolunda, dedi More. Başka ne diyebilirdi ki?
Mimi telaşla kahve fincanlarını tepsiye dizip kaldırırken, özür dilercesine, “Kızlar içeride ödev yapıyorlar, hadi gel Selim, biz gidelim de kızlar More’yle derslerine başlasınlar,” dedi. Bunu söylerken, orada kalıp More’yle laflamaya pek hevesli görünen Bas-Git’in kolunu hafifçe dürttü.
More tek kelime etmeden başıyla onları uğurladı. Laf uzayıp, uyuyakaldığı için zaten vaktinde başlatamadığı bu ilk ders, daha da geciksin istemiyordu. Kızların yaşlarını da göz önüne alınca, kaybedecek hiç zaman yoktu. Bakışlarını ayağındaki turuncu çoraplara dikip, akşam evde Eti’ye Lilyan’ın vedre‘sinin evlenip boşanmış olduğunu söylediğinde onun nasıl bir tepki vereceğini merak etti. Yoksa, More’ye aldığı bu rengarenk çorapların onun yeni fikirlere açık bir din adamı ünvanını pekiştireceğini bilen Eti, bu detayı da zaten biliyor muydu?
Bas-Git’in kızlarına bir hatayı telafi edermişçesine ders vermek ona iyi gelecekti. Küçük birer çocuk olmasalar da kızlar hâlâ eğitilebilecek yaştaydı. Tabii, More de farkındaydı ki, bu derslerin asıl amacı, kızların dini eğitiminden ziyade, Bas-Git’in eski hocasına maddi destek vermek isteğiydi. Nüfusları gittikçe azalan komünitenin, gittikçe azalan bağışlarıyla geçinmenin zorluğu göz önüne alınınca, bu çok da yerinde bir jestti.
Aklında bu fikirler uçuşurken, midraşlar ve killa’ya para toplamak gibi farklı vesilelerle gelip gittiği bu evin yıllar içinde gittikçe zenginleşen ferah salonunu incelemeye dalmıştı ki, evdeki sessizlik Bas-Git’in kükreyen sesiyle birden bozuldu: “Karin, Julie, More’yi bekletmeyin, derhal buraya gelin!” Bir baba, kızlarına daha yumuşak olamaz mıydı? Bu emrivaki seslenişin hemen ardından, mutfak kapısı olduğuna kanaat getirdiği bir kapının açıldığını ve içeriden Mimi’nin kendisinin de kısık olmayan bir sesle “Biraz sabırlı olsak lütfen, Selim,” deyip kapıyı kapattığını duydu.
Çok geçmeden, kızlar, Lilyan’ın da zamanında gittiği Amerikan kız kolejinin üniformasıyla salona geldiler. Büyük kız, annesinin çarpıcı yeşil gözlerini ve ismini de taşıdığı babaannesi Julie Strugo’nun kıvırcık saçlarını almıştı. Salonun gümüş dolu şık vitrinlerinin önünden, (herhalde her biri kızların çeyizine eklenecek yan yana duran iki kuçarera dahil) fark edilir bir ağırbaşlılıkla geçti. Saçları sıkıca örülmüş ve ablasından yarım kafa uzun küçük kız Karin ise eteğini sağa sola hışırdatarak yürüyordu. Ayağında bileklerine kadar gelen yumuşak yün patikler, yüzündeyse babasınınkini andıran bir kararlılık vardı.
Kızları başıyla selamlayıp, onların ince uzun oval masanın etrafında dans edermişçesine yerlerini almalarını bekledi. Julie kanepeye gidip, tüm ağırlığını pofuduk yastıkların üstüne çocuksu bir edayla bıraktı. Karin ise, daha evvel babasının oturduğu koltuğa yerleşti. Fakat hemen fikrini değiştirip, patiklerini More’ye doğru uzatarak, koltuktan yere kaykıldı.
More, derse nasıl başlayacağını düşünürken, gözlerinin açık olduğuna şüphe bırakmayacak bir şekilde bakışlarını yerdeki halının, Allah’ın kusursuzluğuyla yarışmamak adına bilerek yapılmış bir hatayı da içinde barındıran (ki kusursuzluğun sadece ve sadece Allah’a ait olduğu, Müslümanlarla Museviler arasında ortak bir inançtı) zengin motiflerine dikmişti. Daha bir hafta önce kutladıkları Pesah ilk derse giriş için uygun bir kapı olabilirdi. Bir an, bu zengin hikayeye nasıl yaklaşabileceğini düşündü. Bu durup düşünme hali, babalarının hükmeden tavrı sonrasında kızlara kırılan onurlarını tamir etme fırsatı vereceği için de iyiydi.
Boğazını bir öksürükle temizledikten sonra, lafa şöyle girdi: “Geçen hafta, bildiğiniz gibi, Mısır’da kölelikten kurtuluşumuzu andık ve bize akabinde nihayet kendi devletimizi kurma fırsatını doğuran Hamursuz Bayramı’nı kutladık.”
Evet, konuya Musevilerin birlikte yaşadıkları diğer milletlerden farkı ile başlamak iyi fikirdi. Sefarad Musevileri için, Mısırlılardan sonra İspanyollar gelmişti, şimdi de Müslüman Türkler vardı. Tabii bunları böyle tek tek sıralamasına gerek yoktu, ima etmesi yeterliydi.
Fakat devam etmesine fırsat kalmadan, Karin’in, iki ayağını birden, bileklerinin ekseninde çevirdiğini fark etti. Sanki şimdiden dersten sıkılmış veya More’nin neler anlatacağını biliyormuş gibiydi.
”More, önce bir şey sorabilir miyim lütfen?” dedi, Bas-Git’in iki numarası.
Sorusunu sorarken More’nin onun gözlerinde sezdiği şey tereddüt müydü yoksa ince bir hesap kitap mı?
“Tabii, buyur,” dedi More, Biraz sabret, derse daha yeni başladık, diyemeyeceği için. Hiç olmazsa kızcağız “lütfen” demişti.
Karin, bir bacağını eteğinin altına çekip, diğerini de dizden büküp yere dikti. Aniden daha uzun ve enerjik görünür olmuştu. “Niye biz kadınlar killa’da erkeklerden ayrı, karanlık bir balkonda oturuyoruz da, hiç sana ve Tora’ya yakın, aydınlık büyük odada oturamıyoruz?” diye sordu.
Böylesine, anlamak ve öğrenmek niyetiyle değil de, kışkırtmak amaçlı sorulmuş bu soruya nasıl bir cevap verebilirdi ki More? Bu kızlar, bir çok yönden açık fikirli olan komünitenin, sırf ayakta kalabilmek adına, bazı gelenekleri sorgulamadan uyguladığını bilecek yaştaydı. Bu gelenekler irdelenemez, hatta Amerika’da bazı topluluklarda olduğu gibi kısmen değiştirilemez miydi? Elbette ki değiştirilebilirdi. Fakat sayıları, sırf İzmir’de, bir zamanlar kırk bin küsurdan, iki bin beş yüzün altına düşmüş bir topluluk daha kaç darbe göğüsleyebilirdi? Ve bu sorunun ağırlığını, milenyuma girmeye on dört yıl kala, artık kendini hurda hissetmeye başlamış bir more’den iyi kim anlayabilirdi?
“İbadethaneye girdiğimiz andan itibaren, esas amacımız Allah ve üst benliğimizle bir olabilmektir,” diye söze başladı More, yaşları itibariyle baş kaldırmaya meyilli kızları yatıştırmak niyetiyle. “O yüzden de, canımızdan çok sevdiğimiz eşlerimiz ve kızlarımızdan bir süreliğine ayrılırız. Görevi bu dini geleneklerimizi devam ettirmek olan oğullarımızsa yanımızda dururlar.”
Bir an durdu ve erkekler aşağıda dua ederlerken, kadınların gerçekten de o balkonda ne yaptığını merak etti. Lilyan küçükken, Haşem’e ve babasına yakın olmanın, kızının ruhunu fazlasıyla beslediğini hayal ederdi. Ama artık bildiğini sandığı hiçbir şeyden emin değildi.
”İyi ama More, niye Allah’la bir olan sadece erkekler? Ve komünitemizde niye hâlâ bu devirde kızlara dua etmesi öğretilmiyor?”
Gözlerinde öyle bir ateşle söylemişti ki bu sözleri Karin, gören More’yi tahtından indirilmesi gereken bir firavun ve okul üniformalı bu genç kızı da bu ulu görevi kendine iş edinmiş bir savaşçı sanabilirdi. Acaba bu iki kardeş de Lilyan’ın ne yaptığını duymuş muydu? Bu haberin önemini anlayabilecek, hatta kendilerini bir gün Lilyan gibi “aşk” uğruna babalarıyla kavga ederken hayal edebilecek yaştaydı her ikisi de.
“Ve niye erkekler bar mitzvah oluyor da, biz kızlara bat mitzvah yapılmıyor?” diye sorularına devam etti Karin tam gaz.
Çok da haklı bir soruydu bu. Ama komünitede, ne tüm bu çocukları eğitecek sayıda more ne de varolan more sayısını arttırmayı gerektirecek bir din ilgisi vardı. Evet, bir anlamda bu kızcağızın sitemine katılmamak imkansızdı; eğer siteminde samimiydiyse tabii. Çünkü gerçekten dua etmeyi öğrenmek istiyorsa ona dua etmeyi öğretmenin bir yolu bulunurdu. Belki de Karin sadece cüretkar olmak adına bu soruları savuruyordu ve belki bu özgürlükçü ve eşitlikçi fikirleri -buna dua etme eşitliği dahil- gittiği o Amerikan kolejinde öğreniyordu. Bugünlerde gençler, sadece Musevilere açık bir ortamı demode hatta ayrımcı buldukları için, Liga’ya dans etmeye bile gitmek istemiyorlardı. Bu konudan muzdarip bir anne baba More’ye öyle dert yanmıştı. Liga’ya gitmeyi reddeden bu gençlerin minha ve arvit dualarını öğrenmek istediğine nasıl inanabilirdi ki?
“Dini gelenekleri devam ettirme görevini erkeklere, evdeki gelenekleri sürdürme görevini kadınlara verdiği için bu komünite bunca yıldır ayakta. Bu iki görevden biri diğerinden daha üstün değil, sadece farklılar,” dedi More.
Fakat bir anda ağzından çıkan bu safiyane sözler onu bile şaşırtmıştı. Şimdi bir anlamda bu kızlara, sizin yeriniz mutfak dememiş miydi? Oysa artık kendisi de biliyordu ki, bu devirde, kızların hayattan beklentileri erkeklerinkinden hiç farklı değildi. Onlar da kariyer, aile, para ve özgürlük, her şeye aynı anda sahip olmak istiyordu. Bu kadar donanımlıyken neden istemesinlerdi? Henüz otuz iki yaşında olmasına rağmen, Lilyan bu hedeflerin hepsine ulaşabilmişti -anne babasının tüm endişelerine rağmen, aile kurmak dışında tabii. Acaba Eti, Lilyan’ın yeni ilişkisine bu yüzden mi göz yumuyordu? Yeter ki Lilyan da bir aile sahibi olsun ümidiyle -onun yaşında, bu aile kiminle olursa olsun.
Bugünlerde Eti sıklıkla Allah büyük diyerek iç çekerken sanki More’nin yumuşayıp bu vedre‘yi kabul etmesini diliyordu. Evet ama bir dini lider olarak kendi kızının kuralları çiğnemesine göz yumarsa, cemaatteki tüm çocuklara dinler arası evlilik yapmak için yeşil ışık yakmış olmayacak mıydı? Yoo, çaresizlik, prensiplerimizden feragat etmek için bir bahane olamazdı. Lilyan’ı bu kararından caydırmak için anne baba bir olup bu işe birlikte hayır demeliydiler. Lilyan’ın önünde bebek sahibi olabileceği en az bir kaç yılı daha vardı, bu süre zarfında pekala iyi bir cudyo’yla tanışabilirdi. Fakat acaba Eti, More’ye bu konuda arka çıkacak mıydı?
Yüzünde ekşi bir ifadeyle yakalanan More, Strugo kardeşlerin ona kuşku, hatta hayal kırıklığıyla baktığını fark etti. Verdiği yanıtlar kızları belli ki tatmin etmemişti. Kusura bakmayın kızlar; sizin önünüzde henüz daha bir ömür var. İnşallah, yaşlanınca beni daha iyi anlarsınız, diye aklından geçirdi, farklı jenerasyonlardan insanların birbirini anlayabilmesinin imkansızlığını kalbinin taa derinlerinde hissederek.
“More, benim de bir sorum var,” dedi, İzmir’in meltemleri gibi tatlı tatlı konuşan abla Julie. “Hazreti Musa niye atalarımızı kutsal topraklara götürmek için kırk yıl bekledi?”
Vay canına, işte burada Pesah’ın üstünden bir hafta geçmesine rağmen andıkları hikayeleri düşünmeye devam eden bilge bir genç kız vardı. Ne büyük bir sevinçti bu! Keşke daha çok zamanları olsaydı da, More ona bildiği her şeyi öğretebilseydi –bugüne kadar, Lilyan dahil, hiçbir kızla, böyle bir çalışma yapmamıştı, o ayrı. Yazık ki altı buçukta bitmesi gereken derslerinin neredeyse sonuna gelmişlerdi. Zaten bu genç kız da, diğerleri gibi bir iki seneye kalmaz İstanbul ya da Amerika’ya okumaya gider, İzmir’e ancak tatilden tatile gelirdi.
Eti ve More en azından bu konuda şanslıydı, Lilyan üniversiteye İzmir’de gitmişti. Şimdi, kendi psikolojik danışmanlık ofisinin yanı sıra ciddi bir sevgilisinin olması, onun İzmir’i yakın zamanda terk etmeyeceğinin bir nevi garantisiydi. Anne babasının evinden taşındıktan sonra onları düzenli olarak ziyaret etmeye devam etmişti Lilyan, artık kapıda onu her gördüğünde babasının kalbine bir bıçak saplansa da… Sonuçta, hiçbir şey olmamış gibi onu evde ağırlamaya devam etmek, Lilyan’a aldığı bu kararın babasını mutsuz etmekten başka bir şey değiştirmeyeceği mesajını vermez miydi?
“O zamanlar kırk yıl, bir jenerasyonu diğerinden ayıran yaşam süresiydi,” diye söze başladı More. “Hazreti Musa, atalarımızı kutsal topraklara hemen getirmedi ki, onunla birlikte yeni bir hayata başlayacak olan nesil kölelik nedir bilmesin, o deneyimler aile büyükleriyle gömülüp gitsin.”
Bu cevabı verirken More’nin göğsü adeta Kızıldeniz gibi yarıldı. Tevrat şöyle demez miydi: B’Chol Dor Vador, her nesil özgürlüğü kendi adına yeniden keşfedecektir. Acaba, More’nin jenarasyonuyla gömülecek olan hangi anlayışlar Lilyan ve akranlarını özgür kılacaktı? Bir yandan, More’nin içinde büyüdüğü, birbirine ve geleneklerine bağlı büyük bir topluluğun parçası olma sevincini Lilyan’ın nesli hiç tatmamıştı. Öte yandan, More’nin bildiği kadarıyla, bugüne dek ne kimse Lilyan’a pis yahudi demiş ne de okulda onu Pesah’ta matsa yediği için dövmüştü. Hayır, More’nin jenerasyonuyla başlamak üzere, artık iyice azınlıkta kalan anne babalar, çocuklarını, ayrımcılığın acılarından koruyabilmek adına, daha modern ve asimile yetiştirmeyi seçmişlerdi. Tabii amaçları komünitenin rahat yaşamaya devam edebilmesini sağlamaktı, onları kaybolmayla yüz yüze bırakmak değil. Şimdi akranlarından hiçbir farkları yokmuşçasına yetiştirilmiş bu çocukların eşlerini komünite dışından seçmelerine kim şaşırabilirdi ki?
Bu dersi uzatmanın bir anlamı yoktu. Bırak gençler hayatlarını diledikleri gibi yaşasınlar, diye düşündü. Nasılsa, eninde sonunda, onlar da kendi devirlerine özel firavunlar, hatta belalarla karşılaşacaklardı. Diaspora Musevileri için bu her zaman böyle olmuştu.
Arkasındaki pencereden gelen ışık morumsu mavi tonlara bürünmüştü. Birazdan minha ve arvit okuma vakti gelecekti, bu duaların ardından da akşam yemeği. Bir bakacaktı ki, gün bitmiş ve yine yatakta dönüp dururken, Lilyan’ın bu seçimine nasıl bir tepki verebileceğini düşünüyor olacaktı.
Teker teker karşısındaki iki kız kardeşin yüzlerine baktı. Küçüğünün yüzünde hâlâ hafif bir tombiklik, büyüğünün alnında ise muhtemelen onu utandıran fakat yaşına göre çok normal koca bir sivilce vardı. Kızlara başka soruları olup olmadığını sordu. İkisi de başını sağa sola salladı ve adeta bir anda, bir more’ye gösterilmesi gerektiğine inandıkları saygı ve kibarlığa geri döndüler. “Bir dahaki dersimizde Hamursuz Bayramı’nı konuşmaya devam ederiz,” dedi, oysa ikinci bir dersleri olup olmayacağından hiç emin değildi.
Ve öylece, kendi evinin yolunu tutmak üzere yerinden kalktığında, kızlar da ayaklandılar. O önde, kızlar peşinde antreye vardıklarında, onlarla vedalaşmak için kızların başlarına hafifçe dokunmak yerine ikisini de yanaklarından öptü. O arada mutfaktan, bir eliyle önlüğünü çıkarmaya çalışan, Mimi çıktı. More, kahve ve biskoçozlar için teşekkür etti. Bir anda Bas-Git de elinde parayla yanında belirivermişti. Sürekli değeri değişen TL yerine ona gıcır bir yüz dolar uzattı. More daireden ayrılana dek dördü de kapı eşiğinde toplanmış, kendi hayatlarına dönmek için asansörün gelmesini bekliyorlardı.
Bu şekilde izleniyor olmaktan huzursuzluk duydu ve birden kendini kapıya geri dönüp, mezuzayı üç kere daha öperken buldu. “Lütfen, beklemeyin, girin,” dedi ve kapıyı örttü. Bunun kaba bir davranış olduğunun farkındaydı, hele bir more için; ama Strugoların kapı komşularıyla yalnız bir an geçirmeyi istemişti.
Paspaslarında İngilizce Home Sweet Home yazıyor, kapı pervazlarındaysa mezuza yerine küçük bir buğday tutamı asılıydı. Kim bilir, şimdi hem boşanmış bir kızları hem de Musevi bir din adamının kızıyla yaşayan eski bir damatları olan bu aile ne tür acılardan geçiyordu. Muhtemelen onlar da kendi çevrelerinde bol dedikoduya neden olmuştu. Hele kızları, hem boşanmanın cehenneminden geçmiş hem de yalnız kalmıştı. Artık zavallı kızın hayatında ne geceleri vücuduna dokunacak bir erkek ne de birlikte tatillere gidecek bir yol arkadaşı vardı. Lilyan onlarla yaşıyorken, Eti en çok böyle şeylere üzülüyordu. Bir baba olarak More’nin de paylaştığı endişelerdi bunlar, fakat onu sevmekten öte, nasıl bir çözüm sunabilirdi ki bu konularda kızına?
Evet, belki de Eti haklıydı. En azından, Lilyan artık yalnız değil diye avunabilirlerdi. Yakında o da kendi ailesini kurabilir ve böylece babasının sevgisine eskisi kadar ihtiyaç duymazdı.
More, yüzünü, onu eve götürmek üzere homurdanarak yukarı çıkan asansöre döndü. Biliyordu ki varacağı ev artık sırf iki kişilikti. Allah hep seninle olsun güzel ija’m, diye geçirdi içinden. Çünkü yeterli gücü kendimde bulacak olursam yazık ki bundan böyle, ben senin yanında olamayacağım.
Hikayeyi İngilizce orijinalinden, Sevinç Çalhanoğlu’nun yardımlarıyla çeviren, Lisa Sardinas.
Lisa Sardinas. 1971 İzmir doğumlu, Boston üniversitesi iletişim bölümü mezunu Lisa, iş hayatına İstanbul’da reklam yazarı olarak atıldı. 1998’de yazar olma isteği ve The New School’da medya üzerine yüksek lisans yapma bahanesiyle New York’a taşındı. Bir süre hem mekan sorumlusu hem de yapımcı olarak film dünyasında çalıştı. Yazmayı hiç bırakmadı. Amerika’da çeşitli edebiyat dergilerinde kısa hikayelerini yayınlamaya devam ederken, üç sene önce, film dünyasına Aslıhan Ünaldı’nın ilk uzun metraj filmi “Afloat” ve Melis Birder’in uzun metraj belgeseli “Baska Bir Yer”in Ortak Yapımcısı olarak geri döndü. Bu Lisa’nın Türkçede yayınlanan ilk hikayesi.
Gravür: Kızıldeniz’i geçerken, Musa solda sular altında kalan orduyu işaret ediyor. Andrea Andreani ve Titian.
More, başı tüm ağırlığıyla göğsüne düşmüş, orada otururken, onu hâlâ uyukluyor sansınlar diye gözlerini kapalı tutmaya devam etti. Acaba günlerdir çektiği uykusuzluktan mı yorgun düşmüştü yoksa bu gündüz vakti aniden uyuma hâli ailesinin başına gelen felaketi daha etraflıca anlayabilmesi için ulu Haşem’in ona bir hediyesi miydi? Çünkü onu eski öğrencisi “Bas-Git” Selim Strugo’nun salonundaki şekerlemesinden uyandıran bir kadın fısıltısı olmuştu: “Muestra mueva vizina era kazada kon el ombre ke esta morando kon Lilyan.” Bizim yeni komşu önceden Lilyan’ın birlikte oturduğu adamla evliymiş. Bu Ladino sözleri sarf eden, Bas-Git’in eşi, bir film yıldızının yeşil gözleri ve kalkık burnuna sahip Mimi olmalıydı. Strugoların iki kızı, ilk din derslerini alacakları More’yi kapıda karşıladıktan sonra yetişkinleri Türk kahveleriyle bırakıp, karanlık koridordan içeri kaybolmuşlardı.
Lilyan’ın ismini duyar duymaz More’nin kalbine adeta bir hançer saplanmıştı. Demek ev sahipleri otuz iki yaşındaki kızının yaptıklarını şimdiden duymuştu. İzmir’de, hatta Türkiye’de kalan Musevi sayısı göz önüne alınınca, bu hiç de şaşılası bir durum değildi. Yine de, More, içten içe, komünite, altmış üç yaşında ve otuz dört yıllık bir din adamına, ailesinin orta yerine düşen bu yangınla nasıl başa çıkacağına karar vermesi için biraz daha zaman tanır diye ummuştu.
Neydi, bundan sadece üç Cuma önce, bu tatsız haberi ilk duyduğunda, “Onunla görüşmeye derhal son vereceksin!” diye bağırmıştı kızına More, üstelik bir Şabat sofrasında ve normalde ailesine hiç sesini yükseltmezken. Bir barbar gibi elini masaya vurduğu o bahtsız akşam ne kendisi ne eşi Eti ne de Lilyan bir lokma yemeğe dokunabilmişti.
Lilyan, yaşlı mavi gözlerinde sitemle ona dönüp, “Artık on iki yaşında değilim; bana ne yapacağımı söyleyemezsin Papi. Kararımı verdim, yarın taşınıyorum,” dediğinde sesinde öyle bir kırılganlık vardı ki, More ona verecek bir karşılık bulamamıştı. Zaten baba bile olsa, kendi parasını kazanan yetişkin bir kadının hayatına nasıl karışabilirdi? Eti, baba kız arasındaki bu diyaloğu baş parmağını gül rengi kazağının koluna sürte sürte, hiç de huyu olmayan bir sessizlikle dinlemişti. Bu durum More’nin içine bir şüphe düşürmüştü: acaba Eti olan bitenden haberdardı da, Lilyan’ın Size söylemek istediğim bir şey var talebi sırf More için düzenlenmiş bir mini piyes miydi?
Bir more’nin biricik ija’sının, anne babasının evinden iki-üç sokak ötede, bir vedre’yle, eve çıktığına inanmakta hâlâ zorlanıyordu. Anne baba olarak nerede hata yapmışlardı da başlarına bu gelmişti? Lilyan yeni evine taşınalı, olur da kızına sokakta o Müslüman adamla rastlar diye, evden çıkmaya korkar olmuştu More. Güya, hali vakti yerinde bir araba galericisiydi bu yeni sevgili. Öyle bile olsa, bir araba galericisinin, Lilyan gibi başarılı bir psikoloğa, araba egzoz ve motorlarından başka anlatacak nesi olabilirdi ki? Onunla flört etmek isteyen onca cudyo’ya hayır diyen Lilyan’ın bunca senedir beklediği sevgili bu muydu yani? Yosef Dalva’nın oğlu kuyumcu Berti lise mezunu ve sıkıcı diye elenmişti; David Gabay’ın yakışıklı torunuysa güya Türkçeyi demode bir Ladino aksanıyla konuşuyordu. Lilyan’ın fotoğrafını o gece anne babasına göstermekte ısrar ettiği bu haydut kılıklı kara kaşlı adam mı artık eşlik edecekti uzun boylu ceylan kızları Lilyan’a? İnşallah kalbi resimdeki yüzünden daha aydınlıktır, diye içinden geçirmişti More, kızının her zamanki gibi iyiliğini istediğinden.
Eğer Mimi Strugo’nun dediği doğruysa—ki koca kadın neden yalan söylemiş olsundu—her şey yetmiyormuş gibi, bir de evlenmiş ve boşanmıştı bu bulunmaz hint kumaşı yeni sevgili. More’yle Eti onun hakkında kim bilir daha neler öğrenecekti?
Tam uykusunu almış da uyanıyor taklidi yapacakken -lakabı ona More’nin zamanında İbranice öğretmenliği yaptığı Bnei Berit’teyken verilen- Bas-Git, fısıldamayı bilmezcesine “Kuala mueve vizina?” Hangi yeni komşu? diye sordu.
“Yan daireye annesiyle taşınan çilli kızıl kadını diyorum, canım,” yine fısıldayarak ama azarlar gibi cevapladı onu Mimi.
“Ah, o mu! Poveretika,” dedi Bas-Git.
Zavallı kızcağız demekte haklıydı. Lilyan’ın bu son kararı o kızcağızı da oldukça üzmüş olmalıydı. Kim bilir bu haberin ucu başka kimlere dokunacaktı? Evet, karı koca Strugolar, More’nin dedikodusunu, (Allah korusun) sanki ölüymüş gibi, onun burnunun dibinde yapıyorlardı. Fakat şimdi Lilyan’ın yeni sevgilisinin eski eşi ve kayınvalidesiyle yan yana yaşamak zorunda kalanlar da onlardı. İsrail’in kuruluşunu takip eden toplu aliyah sonrasında, Alsancak’ta topu topu kaç Musevi kalmışlardı? İçlerinden birinin hatası, kolayca diğerlerine de mal edilebilirdi. Strugolar’ın evlerinden çıkarken kapı komşularıyla karşılaşmaktan çekinebileceklerini düşünmek bile başlı başına üzücüydü.
Ah, keşke Lilyan bir more‘nin biricik kızı olmasaydı da, bu kararı böylesine göze batmasaydı. Lilyan’ı yetiştirirken Eti de More de onun kendini akranlarından farklı hissetmemesi için büyük çaba sarf etmişti. Şimdi sorulması gereken soru belki tam da buydu: acaba fazla mı çabalamışlardı?
Ya basta! Sonu yoktu sabah akşam aynı konuyu düşünmenin. Salondan küçük bir antreyle ayrılan mutfaktan mis gibi tarçın kokuları geliyordu. Ne pişiyordu acaba? Kahveyle beraber yuvarladığı biskoçozlara rağmen acıkmıştı.
Yeterince uyur taklidi yaptığına kanaat getirince, zavallı boynunu nihayet doğrultup, gözlerini dizlerinin azıcık ötesindeki oval, maun sehpaya açtı. Sehpanın üzerinde, kendisininki dahil üç kahve fincanı, bir tepsi, bir de deniz kabuğu gibi helezonlu seramik bir kasenin içine dizilmiş biskoçozlar vardı. Sehpanın öbür yanında, kendi oturduğu yeşil kadife koltuğun ikizinde Bas-Git oturuyordu. Güzel yeşil gözlerinden endişeli olduğu okunan Mimi ise, duvarın önündeki, aynı yeşil kadifeden kanepedeydi. Acaba Mimi saçları çoktan ağarmış ve bugünlerde kalbi dert dolu More oracıkta kalp krizi filan geçirir de bu salondan kendi ayakları üzerinde çıkamaz diye mi korkmuştu? Yoksa iki genç kız annesi olarak başka endişeleri mi vardı? Bir more’nin kendi kızının beş yüz yıldır bu topraklarda var olabilmelerini sağlayan en önemli kurallardan birini çiğnemiş olması, bu endişeleri alevlenlendirmiş olabilirdi.
More’nin uyandığını gören Bas-Git’in gözleri Purim sabahına uyanan bir çocuğunki gibi aydınlanıverdi. Her zamanki gibi, hocasına hoş görünmek hevesiyle, “Biraz dinlendin mi, More?” diye sordu. Belki de iş dünyasındaki başarısını da, bu kendini insanlara sevdirme dürtüsüne borçluydu.
“Kol hakavod,” İbranice her şey yolunda, dedi More. Başka ne diyebilirdi ki?
Mimi telaşla kahve fincanlarını tepsiye dizip kaldırırken, özür dilercesine, “Kızlar içeride ödev yapıyorlar, hadi gel Selim, biz gidelim de kızlar More’yle derslerine başlasınlar,” dedi. Bunu söylerken, orada kalıp More’yle laflamaya pek hevesli görünen Bas-Git’in kolunu hafifçe dürttü.
More tek kelime etmeden başıyla onları uğurladı. Laf uzayıp, uyuyakaldığı için zaten vaktinde başlatamadığı bu ilk ders, daha da geciksin istemiyordu. Kızların yaşlarını da göz önüne alınca, kaybedecek hiç zaman yoktu. Bakışlarını ayağındaki turuncu çoraplara dikip, akşam evde Eti’ye Lilyan’ın vedre‘sinin evlenip boşanmış olduğunu söylediğinde onun nasıl bir tepki vereceğini merak etti. Yoksa, More’ye aldığı bu rengarenk çorapların onun yeni fikirlere açık bir din adamı ünvanını pekiştireceğini bilen Eti, bu detayı da zaten biliyor muydu?
Bas-Git’in kızlarına bir hatayı telafi edermişçesine ders vermek ona iyi gelecekti. Küçük birer çocuk olmasalar da kızlar hâlâ eğitilebilecek yaştaydı. Tabii, More de farkındaydı ki, bu derslerin asıl amacı, kızların dini eğitiminden ziyade, Bas-Git’in eski hocasına maddi destek vermek isteğiydi. Nüfusları gittikçe azalan komünitenin, gittikçe azalan bağışlarıyla geçinmenin zorluğu göz önüne alınınca, bu çok da yerinde bir jestti.
Aklında bu fikirler uçuşurken, midraşlar ve killa’ya para toplamak gibi farklı vesilelerle gelip gittiği bu evin yıllar içinde gittikçe zenginleşen ferah salonunu incelemeye dalmıştı ki, evdeki sessizlik Bas-Git’in kükreyen sesiyle birden bozuldu: “Karin, Julie, More’yi bekletmeyin, derhal buraya gelin!” Bir baba, kızlarına daha yumuşak olamaz mıydı? Bu emrivaki seslenişin hemen ardından, mutfak kapısı olduğuna kanaat getirdiği bir kapının açıldığını ve içeriden Mimi’nin kendisinin de kısık olmayan bir sesle “Biraz sabırlı olsak lütfen, Selim,” deyip kapıyı kapattığını duydu.
Çok geçmeden, kızlar, Lilyan’ın da zamanında gittiği Amerikan kız kolejinin üniformasıyla salona geldiler. Büyük kız, annesinin çarpıcı yeşil gözlerini ve ismini de taşıdığı babaannesi Julie Strugo’nun kıvırcık saçlarını almıştı. Salonun gümüş dolu şık vitrinlerinin önünden, (herhalde her biri kızların çeyizine eklenecek yan yana duran iki kuçarera dahil) fark edilir bir ağırbaşlılıkla geçti. Saçları sıkıca örülmüş ve ablasından yarım kafa uzun küçük kız Karin ise eteğini sağa sola hışırdatarak yürüyordu. Ayağında bileklerine kadar gelen yumuşak yün patikler, yüzündeyse babasınınkini andıran bir kararlılık vardı.
Kızları başıyla selamlayıp, onların ince uzun oval masanın etrafında dans edermişçesine yerlerini almalarını bekledi. Julie kanepeye gidip, tüm ağırlığını pofuduk yastıkların üstüne çocuksu bir edayla bıraktı. Karin ise, daha evvel babasının oturduğu koltuğa yerleşti. Fakat hemen fikrini değiştirip, patiklerini More’ye doğru uzatarak, koltuktan yere kaykıldı.
More, derse nasıl başlayacağını düşünürken, gözlerinin açık olduğuna şüphe bırakmayacak bir şekilde bakışlarını yerdeki halının, Allah’ın kusursuzluğuyla yarışmamak adına bilerek yapılmış bir hatayı da içinde barındıran (ki kusursuzluğun sadece ve sadece Allah’a ait olduğu, Müslümanlarla Museviler arasında ortak bir inançtı) zengin motiflerine dikmişti. Daha bir hafta önce kutladıkları Pesah ilk derse giriş için uygun bir kapı olabilirdi. Bir an, bu zengin hikayeye nasıl yaklaşabileceğini düşündü. Bu durup düşünme hali, babalarının hükmeden tavrı sonrasında kızlara kırılan onurlarını tamir etme fırsatı vereceği için de iyiydi.
Boğazını bir öksürükle temizledikten sonra, lafa şöyle girdi: “Geçen hafta, bildiğiniz gibi, Mısır’da kölelikten kurtuluşumuzu andık ve bize akabinde nihayet kendi devletimizi kurma fırsatını doğuran Hamursuz Bayramı’nı kutladık.”
Evet, konuya Musevilerin birlikte yaşadıkları diğer milletlerden farkı ile başlamak iyi fikirdi. Sefarad Musevileri için, Mısırlılardan sonra İspanyollar gelmişti, şimdi de Müslüman Türkler vardı. Tabii bunları böyle tek tek sıralamasına gerek yoktu, ima etmesi yeterliydi.
Fakat devam etmesine fırsat kalmadan, Karin’in, iki ayağını birden, bileklerinin ekseninde çevirdiğini fark etti. Sanki şimdiden dersten sıkılmış veya More’nin neler anlatacağını biliyormuş gibiydi.
”More, önce bir şey sorabilir miyim lütfen?” dedi, Bas-Git’in iki numarası.
Sorusunu sorarken More’nin onun gözlerinde sezdiği şey tereddüt müydü yoksa ince bir hesap kitap mı?
“Tabii, buyur,” dedi More, Biraz sabret, derse daha yeni başladık, diyemeyeceği için. Hiç olmazsa kızcağız “lütfen” demişti.
Karin, bir bacağını eteğinin altına çekip, diğerini de dizden büküp yere dikti. Aniden daha uzun ve enerjik görünür olmuştu. “Niye biz kadınlar killa’da erkeklerden ayrı, karanlık bir balkonda oturuyoruz da, hiç sana ve Tora’ya yakın, aydınlık büyük odada oturamıyoruz?” diye sordu.
Böylesine, anlamak ve öğrenmek niyetiyle değil de, kışkırtmak amaçlı sorulmuş bu soruya nasıl bir cevap verebilirdi ki More? Bu kızlar, bir çok yönden açık fikirli olan komünitenin, sırf ayakta kalabilmek adına, bazı gelenekleri sorgulamadan uyguladığını bilecek yaştaydı. Bu gelenekler irdelenemez, hatta Amerika’da bazı topluluklarda olduğu gibi kısmen değiştirilemez miydi? Elbette ki değiştirilebilirdi. Fakat sayıları, sırf İzmir’de, bir zamanlar kırk bin küsurdan, iki bin beş yüzün altına düşmüş bir topluluk daha kaç darbe göğüsleyebilirdi? Ve bu sorunun ağırlığını, milenyuma girmeye on dört yıl kala, artık kendini hurda hissetmeye başlamış bir more’den iyi kim anlayabilirdi?
“İbadethaneye girdiğimiz andan itibaren, esas amacımız Allah ve üst benliğimizle bir olabilmektir,” diye söze başladı More, yaşları itibariyle baş kaldırmaya meyilli kızları yatıştırmak niyetiyle. “O yüzden de, canımızdan çok sevdiğimiz eşlerimiz ve kızlarımızdan bir süreliğine ayrılırız. Görevi bu dini geleneklerimizi devam ettirmek olan oğullarımızsa yanımızda dururlar.”
Bir an durdu ve erkekler aşağıda dua ederlerken, kadınların gerçekten de o balkonda ne yaptığını merak etti. Lilyan küçükken, Haşem’e ve babasına yakın olmanın, kızının ruhunu fazlasıyla beslediğini hayal ederdi. Ama artık bildiğini sandığı hiçbir şeyden emin değildi.
”İyi ama More, niye Allah’la bir olan sadece erkekler? Ve komünitemizde niye hâlâ bu devirde kızlara dua etmesi öğretilmiyor?”
Gözlerinde öyle bir ateşle söylemişti ki bu sözleri Karin, gören More’yi tahtından indirilmesi gereken bir firavun ve okul üniformalı bu genç kızı da bu ulu görevi kendine iş edinmiş bir savaşçı sanabilirdi. Acaba bu iki kardeş de Lilyan’ın ne yaptığını duymuş muydu? Bu haberin önemini anlayabilecek, hatta kendilerini bir gün Lilyan gibi “aşk” uğruna babalarıyla kavga ederken hayal edebilecek yaştaydı her ikisi de.
“Ve niye erkekler bar mitzvah oluyor da, biz kızlara bat mitzvah yapılmıyor?” diye sorularına devam etti Karin tam gaz.
Çok da haklı bir soruydu bu. Ama komünitede, ne tüm bu çocukları eğitecek sayıda more ne de varolan more sayısını arttırmayı gerektirecek bir din ilgisi vardı. Evet, bir anlamda bu kızcağızın sitemine katılmamak imkansızdı; eğer siteminde samimiydiyse tabii. Çünkü gerçekten dua etmeyi öğrenmek istiyorsa ona dua etmeyi öğretmenin bir yolu bulunurdu. Belki de Karin sadece cüretkar olmak adına bu soruları savuruyordu ve belki bu özgürlükçü ve eşitlikçi fikirleri -buna dua etme eşitliği dahil- gittiği o Amerikan kolejinde öğreniyordu. Bugünlerde gençler, sadece Musevilere açık bir ortamı demode hatta ayrımcı buldukları için, Liga’ya dans etmeye bile gitmek istemiyorlardı. Bu konudan muzdarip bir anne baba More’ye öyle dert yanmıştı. Liga’ya gitmeyi reddeden bu gençlerin minha ve arvit dualarını öğrenmek istediğine nasıl inanabilirdi ki?
“Dini gelenekleri devam ettirme görevini erkeklere, evdeki gelenekleri sürdürme görevini kadınlara verdiği için bu komünite bunca yıldır ayakta. Bu iki görevden biri diğerinden daha üstün değil, sadece farklılar,” dedi More.
Fakat bir anda ağzından çıkan bu safiyane sözler onu bile şaşırtmıştı. Şimdi bir anlamda bu kızlara, sizin yeriniz mutfak dememiş miydi? Oysa artık kendisi de biliyordu ki, bu devirde, kızların hayattan beklentileri erkeklerinkinden hiç farklı değildi. Onlar da kariyer, aile, para ve özgürlük, her şeye aynı anda sahip olmak istiyordu. Bu kadar donanımlıyken neden istemesinlerdi? Henüz otuz iki yaşında olmasına rağmen, Lilyan bu hedeflerin hepsine ulaşabilmişti -anne babasının tüm endişelerine rağmen, aile kurmak dışında tabii. Acaba Eti, Lilyan’ın yeni ilişkisine bu yüzden mi göz yumuyordu? Yeter ki Lilyan da bir aile sahibi olsun ümidiyle -onun yaşında, bu aile kiminle olursa olsun.
Bugünlerde Eti sıklıkla Allah büyük diyerek iç çekerken sanki More’nin yumuşayıp bu vedre‘yi kabul etmesini diliyordu. Evet ama bir dini lider olarak kendi kızının kuralları çiğnemesine göz yumarsa, cemaatteki tüm çocuklara dinler arası evlilik yapmak için yeşil ışık yakmış olmayacak mıydı? Yoo, çaresizlik, prensiplerimizden feragat etmek için bir bahane olamazdı. Lilyan’ı bu kararından caydırmak için anne baba bir olup bu işe birlikte hayır demeliydiler. Lilyan’ın önünde bebek sahibi olabileceği en az bir kaç yılı daha vardı, bu süre zarfında pekala iyi bir cudyo’yla tanışabilirdi. Fakat acaba Eti, More’ye bu konuda arka çıkacak mıydı?
Yüzünde ekşi bir ifadeyle yakalanan More, Strugo kardeşlerin ona kuşku, hatta hayal kırıklığıyla baktığını fark etti. Verdiği yanıtlar kızları belli ki tatmin etmemişti. Kusura bakmayın kızlar; sizin önünüzde henüz daha bir ömür var. İnşallah, yaşlanınca beni daha iyi anlarsınız, diye aklından geçirdi, farklı jenerasyonlardan insanların birbirini anlayabilmesinin imkansızlığını kalbinin taa derinlerinde hissederek.
“More, benim de bir sorum var,” dedi, İzmir’in meltemleri gibi tatlı tatlı konuşan abla Julie. “Hazreti Musa niye atalarımızı kutsal topraklara götürmek için kırk yıl bekledi?”
Vay canına, işte burada Pesah’ın üstünden bir hafta geçmesine rağmen andıkları hikayeleri düşünmeye devam eden bilge bir genç kız vardı. Ne büyük bir sevinçti bu! Keşke daha çok zamanları olsaydı da, More ona bildiği her şeyi öğretebilseydi –bugüne kadar, Lilyan dahil, hiçbir kızla, böyle bir çalışma yapmamıştı, o ayrı. Yazık ki altı buçukta bitmesi gereken derslerinin neredeyse sonuna gelmişlerdi. Zaten bu genç kız da, diğerleri gibi bir iki seneye kalmaz İstanbul ya da Amerika’ya okumaya gider, İzmir’e ancak tatilden tatile gelirdi.
Eti ve More en azından bu konuda şanslıydı, Lilyan üniversiteye İzmir’de gitmişti. Şimdi, kendi psikolojik danışmanlık ofisinin yanı sıra ciddi bir sevgilisinin olması, onun İzmir’i yakın zamanda terk etmeyeceğinin bir nevi garantisiydi. Anne babasının evinden taşındıktan sonra onları düzenli olarak ziyaret etmeye devam etmişti Lilyan, artık kapıda onu her gördüğünde babasının kalbine bir bıçak saplansa da… Sonuçta, hiçbir şey olmamış gibi onu evde ağırlamaya devam etmek, Lilyan’a aldığı bu kararın babasını mutsuz etmekten başka bir şey değiştirmeyeceği mesajını vermez miydi?
“O zamanlar kırk yıl, bir jenerasyonu diğerinden ayıran yaşam süresiydi,” diye söze başladı More. “Hazreti Musa, atalarımızı kutsal topraklara hemen getirmedi ki, onunla birlikte yeni bir hayata başlayacak olan nesil kölelik nedir bilmesin, o deneyimler aile büyükleriyle gömülüp gitsin.”
Bu cevabı verirken More’nin göğsü adeta Kızıldeniz gibi yarıldı. Tevrat şöyle demez miydi: B’Chol Dor Vador, her nesil özgürlüğü kendi adına yeniden keşfedecektir. Acaba, More’nin jenarasyonuyla gömülecek olan hangi anlayışlar Lilyan ve akranlarını özgür kılacaktı? Bir yandan, More’nin içinde büyüdüğü, birbirine ve geleneklerine bağlı büyük bir topluluğun parçası olma sevincini Lilyan’ın nesli hiç tatmamıştı. Öte yandan, More’nin bildiği kadarıyla, bugüne dek ne kimse Lilyan’a pis yahudi demiş ne de okulda onu Pesah’ta matsa yediği için dövmüştü. Hayır, More’nin jenerasyonuyla başlamak üzere, artık iyice azınlıkta kalan anne babalar, çocuklarını, ayrımcılığın acılarından koruyabilmek adına, daha modern ve asimile yetiştirmeyi seçmişlerdi. Tabii amaçları komünitenin rahat yaşamaya devam edebilmesini sağlamaktı, onları kaybolmayla yüz yüze bırakmak değil. Şimdi akranlarından hiçbir farkları yokmuşçasına yetiştirilmiş bu çocukların eşlerini komünite dışından seçmelerine kim şaşırabilirdi ki?
Bu dersi uzatmanın bir anlamı yoktu. Bırak gençler hayatlarını diledikleri gibi yaşasınlar, diye düşündü. Nasılsa, eninde sonunda, onlar da kendi devirlerine özel firavunlar, hatta belalarla karşılaşacaklardı. Diaspora Musevileri için bu her zaman böyle olmuştu.
Arkasındaki pencereden gelen ışık morumsu mavi tonlara bürünmüştü. Birazdan minha ve arvit okuma vakti gelecekti, bu duaların ardından da akşam yemeği. Bir bakacaktı ki, gün bitmiş ve yine yatakta dönüp dururken, Lilyan’ın bu seçimine nasıl bir tepki verebileceğini düşünüyor olacaktı.
Teker teker karşısındaki iki kız kardeşin yüzlerine baktı. Küçüğünün yüzünde hâlâ hafif bir tombiklik, büyüğünün alnında ise muhtemelen onu utandıran fakat yaşına göre çok normal koca bir sivilce vardı. Kızlara başka soruları olup olmadığını sordu. İkisi de başını sağa sola salladı ve adeta bir anda, bir more’ye gösterilmesi gerektiğine inandıkları saygı ve kibarlığa geri döndüler. “Bir dahaki dersimizde Hamursuz Bayramı’nı konuşmaya devam ederiz,” dedi, oysa ikinci bir dersleri olup olmayacağından hiç emin değildi.
Ve öylece, kendi evinin yolunu tutmak üzere yerinden kalktığında, kızlar da ayaklandılar. O önde, kızlar peşinde antreye vardıklarında, onlarla vedalaşmak için kızların başlarına hafifçe dokunmak yerine ikisini de yanaklarından öptü. O arada mutfaktan, bir eliyle önlüğünü çıkarmaya çalışan, Mimi çıktı. More, kahve ve biskoçozlar için teşekkür etti. Bir anda Bas-Git de elinde parayla yanında belirivermişti. Sürekli değeri değişen TL yerine ona gıcır bir yüz dolar uzattı. More daireden ayrılana dek dördü de kapı eşiğinde toplanmış, kendi hayatlarına dönmek için asansörün gelmesini bekliyorlardı.
Bu şekilde izleniyor olmaktan huzursuzluk duydu ve birden kendini kapıya geri dönüp, mezuzayı üç kere daha öperken buldu. “Lütfen, beklemeyin, girin,” dedi ve kapıyı örttü. Bunun kaba bir davranış olduğunun farkındaydı, hele bir more için; ama Strugoların kapı komşularıyla yalnız bir an geçirmeyi istemişti.
Paspaslarında İngilizce Home Sweet Home yazıyor, kapı pervazlarındaysa mezuza yerine küçük bir buğday tutamı asılıydı. Kim bilir, şimdi hem boşanmış bir kızları hem de Musevi bir din adamının kızıyla yaşayan eski bir damatları olan bu aile ne tür acılardan geçiyordu. Muhtemelen onlar da kendi çevrelerinde bol dedikoduya neden olmuştu. Hele kızları, hem boşanmanın cehenneminden geçmiş hem de yalnız kalmıştı. Artık zavallı kızın hayatında ne geceleri vücuduna dokunacak bir erkek ne de birlikte tatillere gidecek bir yol arkadaşı vardı. Lilyan onlarla yaşıyorken, Eti en çok böyle şeylere üzülüyordu. Bir baba olarak More’nin de paylaştığı endişelerdi bunlar, fakat onu sevmekten öte, nasıl bir çözüm sunabilirdi ki bu konularda kızına?
Evet, belki de Eti haklıydı. En azından, Lilyan artık yalnız değil diye avunabilirlerdi. Yakında o da kendi ailesini kurabilir ve böylece babasının sevgisine eskisi kadar ihtiyaç duymazdı.
More, yüzünü, onu eve götürmek üzere homurdanarak yukarı çıkan asansöre döndü. Biliyordu ki varacağı ev artık sırf iki kişilikti. Allah hep seninle olsun güzel ija’m, diye geçirdi içinden. Çünkü yeterli gücü kendimde bulacak olursam yazık ki bundan böyle, ben senin yanında olamayacağım.
Hikayeyi İngilizce orijinalinden, Sevinç Çalhanoğlu’nun yardımlarıyla çeviren, Lisa Sardinas.
Lisa Sardinas. 1971 İzmir doğumlu, Boston üniversitesi iletişim bölümü mezunu Lisa, iş hayatına İstanbul’da reklam yazarı olarak atıldı. 1998’de yazar olma isteği ve The New School’da medya üzerine yüksek lisans yapma bahanesiyle New York’a taşındı. Bir süre hem mekan sorumlusu hem de yapımcı olarak film dünyasında çalıştı. Yazmayı hiç bırakmadı. Amerika’da çeşitli edebiyat dergilerinde kısa hikayelerini yayınlamaya devam ederken, üç sene önce, film dünyasına Aslıhan Ünaldı’nın ilk uzun metraj filmi “Afloat” ve Melis Birder’in uzun metraj belgeseli “Baska Bir Yer”in Ortak Yapımcısı olarak geri döndü. Bu Lisa’nın Türkçede yayınlanan ilk hikayesi.
Gravür: Kızıldeniz’i geçerken, Musa solda sular altında kalan orduyu işaret ediyor. Andrea Andreani ve Titian.
Paylaş: