Göze Çarpanlar

İzmir Sefarad Kültür Festivali’nin ardından: “Hoşgörü değil saygı, birlikte yaşamak değil birlikte yaratmak…”

İzmir’in Yahudi kültür mirasını İzmirlilere tanıtan ve bu yıl 4’üncüsü düzenlenen Sefarad Festivali, 18-27 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirildi. Sergiler, film gösterimleri, atölyeler, sinagog gezileri, söyleşiler, dinletilerle geçen bir 10 gün… Sefarad Kültür Kolektifi, Konak Belediyesi ve İzmir Musevi Cemaati Vakfı’nda ortaklaşa düzenlenen festivalin ardından, festival direktörü Nesim Bencoya, Ayşen Tekşen’in sorularını yanıtladı…

Kaynak: A3 Haber, Ayşen Tekşen

Uluslararası İzmir Sefarad Kültür Festivali dördüncü kez İzmirlilerle buluştu. 10 gün boyunca İzmir’deki Yahudi kültür mirası, her yönüyle kentte yaşayanlara anlatıldı, tanıtıldı, yaşatıldı… Hanuka Bayramı’nda gerçekleştirilen festivalin ardından, festival direktörü Nesim Bencoya ile konuştuk, sorularımızı yönelttik, festivali değerlendirdik…

Öncelikle geçmiş olsun. 4’üncü Sefarad Festivalini de çok büyük bir başarıyla tamamladınız. Bu inanılmaz ölçüde zor işle ilgili olarak elbette görüşeceğiz ama önce, birden bire ortaya çıkıp bir yandan dans eder, şarkılar söylerken İzmir’i uçuran projelere imza atan Nesim Bencoya kimdir?

Eee tabii ki dans edeceğim, tabii ki sıçrayacak koşacağım. Çünkü yaptığım işi seviyorum ve onu severek yapıyorum. Her şeyin yanı sıra bir eğlence kaynağı da oluyor. Ben kimim? Ben İzmir doğumlu Nesim Bencoya. 18-19 yaşındayken İsrail’e göç ettim. Son 13 yıldır yine İzmir’deyim. İsrail’de 20 yıl boyunca Hayfa kentinin Sinematek direktörlüğünü yaptım. Eskiden İzmir’de de Sinematek vardı ama sonra yok oldu. İstanbul’da Kadıköy’de şimdi tekrar yaşatıyorlar. Buraya döndüğümde sinemayla uğraşmaya devam ettim ve hâlâ ediyorum. Bunun yanı sıra İzmir’de dedelerimizin, atalarımızın bize devrettiği bir Yahudi kültür mirasının varlığını fark ettim. Ben bunun pek farkında değildim ve aslında bana özel bir durum da değildi. Yahudi cemaatinin çoğunluğu da çok farkında değil bu kültür mirasının ve 13 yıldır bu onunla uğraşıyorum. 2013 yılında Malatya Film Festivali’nin artistik direktörlüğünü yaptım ve 2014- 2018 arası Antalya Film Festivali’nin sanat direktörlüğünü yaptım. Ama bugün özellikle uğraştığım iş kültür mirası ve İzmir Sefarad Kültür Festivali.

Festival tüm şeffaflığıyla önümüzde. Ama ona uzanan yol pek bilinmiyor. 2022 Festivalinde yaptığın Açılış Konuşmasında bu yolun taşlarını döşeyenlerden kısaca söz ettin ama Ahde Vefa’da kusur olmaması açısından biraz daha açar mısın? Kim kimdiniz, neler hayal ettiniz?

Öncelikle şunu söylemek zorundayım, ben bu işlerle uğraşıyorum ama bunlar bana birdenbire vahiy olarak inmedi. Bir festival alt yapım var. Daha önce Hayfa Sinematek müdürlüğünü yaparken orada da festivaller yaptım. Türkiye’de de festivaller yaptım ve bu bir yaşam tarzına dönüştü. 2014 veya 2015 yılında Polonya’da Krakow Yahudi Kültür Festivaline katıldım ve orada çok şaşırdığım bir şey oldu. Müthiş bir kalabalık 10 gün boyunca Yahudi kültürü deneyimi yaşıyor müziğiyle, konferansıyla, yemeğiyle, vesaire ve bu festivale dünyanın her yerinden insanlar geliyor. Daha sonra katılımcıların sayısının 100,000 civarında olduğunu öğrendim. Bu benim aklımın bir köşesine de kaldı. 2016 yılında Yahudi kültür mirasının Avrupa’da nasıl ele alındığını incelemek ve onların pratiğinden öğrenip belki de burada da uygulayabilmek için İzmir Yahudi Kültürü Mirası Projesi kapsamında Prag ve Krakow şehirlerine bir gezi düzenledim. İzmir Konak Belediyesinden dönemin Belediye Başkanı Sema Pekdaş, Büyükşehir Belediyesinden ilgili birimlerinin müdürleri ve İzmir Musevi Cemaati Vakfı Başkanı olarak da rahmetli Sami Azar katıldı. Hem Krakow hem de Prag’a gittik çünkü her ikisi de Yahudi kültürü açısından çok önemli müzeler sunuyorlar dünyaya ve Prag’ın yapısı bizim yapımıza biraz benziyor. Bu geziyi festival dönemine denk getirmeye çalıştım, çünkü onun da çok önemli olduğunu düşünüyordum. Henüz bir festival fikri yoktu ama galiba bilinçaltımda yaşıyordu. İşte o yolculukta Sema Pektaş ile çimlerin üstünde otururken, sohbet ederken, müzik dinlerken çok keyif aldık. Konferanslara, sinagoglara gittik ve gayet net hatırlıyorum, bir an Sema Pektaş ile birbirimize baktık biz de yapabilir miyiz böyle bir şey diye. Türkiye’de bir Yahudi Kültür Festivali nasıl yaparız, çünkü önyargılar var hepimiz biliyoruz. Siz buna var mısınız diye sordum Pektaş’a ve o da elbette dedi. Ancak bir sene sonra tekrar görüşebildik ve bu konuyu tekrar ele aldık, arkanızdayım dedi ve yola çıktık. 2018’de ilkini yaptık. Küçük ölçekli bir şeydi ama çok otantik oldu. İzmir’den profesyonel olmayan müzisyenlerle çalıştık ama bugün yaptığımızın bir mikro ölçeği gerçekleşti. İşte ilk festival böyle başladı ve gerçekten de Sema Pektaş’a vefa borcumuz var. Bir de sevgili Sami Azar. Fiilen yer almadı çalışmalarda ama her provaya geldi, destekledi, alkışladı, bizimle dans etti, şarkılar söyledi. Büyük bir destek hissettik ve tabii ki İzmir Musevi Cemaati Vakfı doğal paydaşımız olarak bize mekan sponsorluğunu yaptı. Konak Belediyesi bize finans yardımı da yaptı ve bu şekilde ilk Festivali yaptık. 2019 seçimlerinden sonra Konak Belediyesinin yeni başkanı Abdül Batur göreve gelmeden önce ona festivali zaten anlatmıştım bir toplantıda. Seçildikten sonra da oturduk konuştuk ve bu iş devam edecek dedi. Abdül Batur inanılmaz bir sevgiyle kucaklıyor festivali. Bugüne kadar da festivalin ana sponsorluğunu üstlendi. Onun da desteğini hep yanımızda hissediyoruz.

Bu kuluçka döneminden sonra ilk festival geldi kapıyı çaldı. Geriye dönüp baktığında ilk festivalde yaşanan güçlükler, alınan dersler ve en önemlisi, duyulan gurur, yani aslında her eyleyişin hamuru olan insanlık halleri, duygular hakkında ne söylersin? Malum ilkler önemlidir…

İlk başladığında, 2018’de önce çok endişeliydim. Tam anlamıyla bir fizibilite çalışması yapmamıştım. Kimi ilgilendirir acaba diye düşünüyordum. Diğer yandan, ön yargılar var. “Yahudiler Yahudilere festival yapıyor, biz niye içinde olalım” gibi şeyler de duymuştum ve elbette bunlar da bir endişe yarattı. Kim gelir, kim gelmez? Bir de tabii bizim doğal endişelerimiz var. Sinagoglara giriş, güvenlik gibi gayrimüslimlerin yaşadığı olağan endişeler. Açılış gününde salon doldu taştı. İnsanlar dışarıda sinagogun bahçesinden pencerelerden bakıyorlar ve yer yok. Ben çok heyecanlandım tabii ki, ne diyeceğimi şaşırdım çünkü beklemiyordum böyle bir şey. Açılış konuşmasını güç bela yaptım. Dilim sürçtü, kekeledim. Ve o korku, o endişe hızla yerini mutluluğa bıraktı. Hani oluyormuş, demek ki insanlar böyle bir şeyi bekliyorlarmış da biz bilmiyormuşuz. Bu, bir azınlık olarak bize de bir şeyler anlatıyor. Bizler çekiniyoruz açık olmaktan ve kendimizi açmaktan. Çünkü çok açarsan darbe yersin. Bu festivalden sonra ilk düşüncemin doğru olduğunu anladım ve artık kapıları açmaya hazırdık. Sami Azar da ve Sema Pektaş da hakikaten paylaştılar bu heyecanı. Ve bir de gurur duygusu var. Sinema müzik, edebiyat bunlar güvenli alanlar ve her zaman izleyicileri vardır. Ama Yahudi Sefarad Kültür Festivali farklı. Hiç emin değildim. Oysa meraklı çok insan varmış ve dediğim gibi, insanlar bunu bekliyormuş. Gurur duydum yaptığımdan. Yahudi cemaatinin fertlerinde de bir gurur duygusu oluştu. Neyimiz var gösterelim işte; müziğimiz var, yemeğimiz var, şu var bu var. Heyecan verici bir şey onlar için de. Boyozu herkes biliyor. Ama ötesi? Zaten diğer ülkelerde de çoğunluk genellikle azınlık kültürlerin yemeklerini bilir. Arapların humusunu, Türklerin baklavasını mesela. Onu bildiğinizde sanki o kültürü tanımış gibi hissederiz kendimizi. Ama öyle değil işte. Dolayısıyla festival daha bir önem kazandı. Yani kültürünü ortaya koymak.

Festival ve onun çok kültürlü toplum meselesine olası katkısına geçelim o zaman. Çok kültürlülük sözcüğü dilimize pelesenk oldu. Ama görülüyor ki İzmir’de yaşayan kültürler ebru olmayı başaramayan mozaikler. Sınırları belli, renkleri belli. Asla birbirilerine geçmiyorlar. Herkes sınırını biliyor. Meşhur klişeyle 1492’den beri birlikte olduğumuz Yahudilerle ilgili olarak boyozun ötesine geçemiyorsak kendimize nasıl çok kültürlü diyeceğiz. Festival bu sorunun neresine yerleşir? Neler umabiliriz?

Hepimiz çok kültürlü yaşamdan söz ediyoruz. Aslında altyapı hazır, ortam hazır. Bak şimdi bir masada oturuyoruz. Bir Yahudi, bir Kürt, Türk, bir Rum. Yanımızda bir İtalyan Levanten de olabilirdi. Günümüz toplumların yapısı zaten böyle. Hani homojen bir toplum dünyanın hiçbir yerinde yok. Ben çok kültürlülüğün öncelikli şartının diyalog ve saygı olduğunu düşünüyorum. Hoşgörü değil saygı. Peki kendi özelimde bunu nasıl sağlarım? Kendimi açarak ve kendimi belli ederek. Yani ben Nesim Bencoya, bir Yahudi’yim; sen Feride bir Kürt’sün. Benim şöyle şöyle geleneklerim var. Benim anadan babadan kalma bir dilim var. Kayboluyor şimdi ama var. Hepimizin ayrı ayrı özellikleri var. Şimdi biz bunları bilmezsek, yani ben seni tanımazsam nasıl diyalog kurabilirim ki? Farklı cemaatleriz ama birbirimizi tanımalıyız, birbirimizle konuşmalıyız. Bu festival tabii ki çok eğlenerek yaptığım bir şey ama öncelikli amacı Sefarad Yahudi kültürünü ortaya koymak, bunu bilmeyen insanların gelmesi, öğrenmesi, hep birlikte eğlenmek ve bunun temelinde bir diyalog kurmak.

Nasıl sinema bir şeyi çözemez diye düşünüyorsam, festivaller de problem çözmezler, problem çözmeye de gelmişlerdi. Festivaller de sanat gibi. Sanat problem çözüyor mu? Picasso’nun Guernica’sı problem çözdü mü? Çözmedi ama etkileyici bir güçleri var. Bir örnek vereyim. Festival için kalıcı bir müzik grubu istiyordum. İzmir’de Rembetiko müzik yapan bir grup var Salut de Smyrne. Hiçbir ferdi ne Sefarad, ne Yahudi. Onlarla konuştum. Benim bir projem var, belki siz bunun içine girebilirsiniz dedim. Sefarad şarkıları, Ladino şarkıları. Oturduk, çalıştık onlarla. Müzikler, videolar dinlettim. Çok da hoşlarına gitti ve sonunda bir konser çıktı ortaya. Tamamen Selanik Sefarad şarkılarıyla. Köken olarak Sefarad’la ilgisi olmayan bir müzisyen grubu, bir Yahudi Sefarad müziği programı hazırlıyor, icra ediyor ve insanlar kalkıp dans ediyorlar. Burada bir birlik, bir yaratı var. Birlikte yaşamak değil, birlikte yaratmak. Birlikte birbirimizin müziğini yarattık. Daha güzel bir şey olur mu?

Yahudi toplumu söylemde yüzyıllardır iç içe olduğumuz, hayatı paylaştığımız bir toplum. Ama söylemde. Bu festivaller size dair fazla bir bilgimiz olmadığını gösterdi. Evet arkadaşız, evet çok şey paylaşıyoruz ama kapının ardındaki hayatınız, adetleriniz, yemekleriniz, ilişkileriniz o kadar da tanıdık değilmiş. Türk ve Yahudi bireyler arasındaki ilişkinin biraz var “mış gibi” olduğunu düşündürdü bana. Bu açıdan baktığımızda festival perdelerin yana çekildiği bir sahne oldu. Sizi gördük ve daha da yakınlaştık. Bunu öngörmüş müydün, hedeflemiş miydin. Ve daha da önemlisi bu karşılaşmalar seni hiç ürküttü mü?

Hedeflemiş miydim, evet. Korkmuş muydum, evet korkmuştum. Hâlâ öyle bir şey var aslında. Mesela festivallerde düğün töreni, yemek atölyesi gibi etkinlikler yapmıştım. Ama bunlar kabullenilmesi kolay etkinliklerdi. Yemek olunca zaten herkes çok merak ediyor. Bu da güzel. Çünkü yemeğin içinde ruh var. Bu yıl biraz daha derinleşelim dedim. Her kültürün temelinde biraz din olduğu için Havdala törenini düzenledik. Kendi kendime “ben buraya dini bir öğe katıyorum” diye düşündüm ve de Şabat Yahudilikte önemli bir kavramıdır. Katılımcılar oradaki din görevlisini nasıl karşılarlar diye endişelendim elbette. Ama artık bu endişeler gittikçe kayboluyor. Aynı şeyi Hanuka’da da hissetmiştim. Bildiğiniz gibi Hanuka’da 8 mum yakılıyor. O mumları değişik kültürlerden insanlar yakıyorlar ve bu şekilde bir mesaj ilettiğini, aynı kavram çerçevesinde, yani kültürler arası diyalog çerçevesinde bir mesaj ilettiğini düşünmek istiyorum.

Bazen kelimeler ihanet ediyor. Bizim mahalle (ki buna Türkler diyemem siz de Türk vatandaşısınız, Müslümanlar demek istemem herkesin inancı kendine. Orta yol olarak, mahalle diyeyim) festivallerin hepsine büyük ilgi gösterirken başlarda fazla Yahudi katılımı yoktu. Ama her sene sizin mahalleden katılımcı sayısının giderek arttığını gözlemledim. Festival özelinde cemaatin dünyasını biraz anlatır mısın? Mutlular mı? Destekliyorlar mı?

Mahalle doğru aslında. Türk mahallesi, Yahudi mahallesi, Ermeni mahallesi falan tam 5 tane mahalle vardı İzmir’de ve Yahudiler bayramlarını kendi mahallesinde, sokaklarda kutlarlardı. Bir süre sonra bu uygulama Yahudi cemaati tarafından durduruldu. On yıllardır bayramlarını Kemeraltı sokaklarında kutlamıyorlar. Bir içine kapanma süreci başladı. Bunu biz de görüyoruz ve festivalin ilk senesinde, ikinci senesinde Yahudi cemaatinden çok az katılımı olduğunun farkındayız. Bence bunun birinci nedeni kendi kabuğunun içinde yaşamak, yani kafanı dışarı çıkarmazsan darbeye yemezsin mantığı. Ne kadar az görünürsen o kadar iyi olur anlayışı. Çünkü binlerce yıllık bir tecrübeden bunu ediniyorsunuz. İkinci neden ise, “tamam canım, biz bu yaptığınız biliyoruz, evde yapıyoruz, niye gelelim ki” düşüncesi. Doğru aslında, ben festivali özellikle Yahudi olmayanlar için yapıyorum çünkü iletişim kurmak istiyorum. Yani iletişim ama işte gerçek anlamda iletişim. Yani eğitim, diyalog, saygı temelinde bir iletişim. Yavaş yavaş Yahudiler de gelmeye başladılar çünkü elbette festival bir gurur nedeni de oluyor. Her ne kadar kapıyı aralayıp dışarı çıkmak istemeseniz de, bunun başkaları tarafından sevildiğini gördüğünüzde onların üzerinden kendinizi beğenmeye başlıyorsunuz ki bu çok çok önemli. Ben buyum, benim bir kültürüm var, bu kültür öğelerinden oluşan bir insanım dediğinizde, karşıdakinin de size sizinle ilişki olması daha kolay oluyor. Var olmanın ön koşulu görünür olmak.

Bildiğim kadarıyla festivalleri bir organizasyon şirketi kullanmadan kendiniz düzenliyorsunuz. 16 ayrı etkinlik. Toplam katılımcı sayısını hayal edemiyorum. En küçük açılışların bile aracı şirketler olmadan düzenlenemediği coğrafyamızda bunu nasıl başarıyorsunuz?

Festivallerin içinden gelen bir insan olduğum için festival organizasyonu bana yabancı bir şey değil. Yani bunu yaptım, yapıyorum ve herhalde gücüm yettikçe yapacağım çünkü eğleniyorum, hoşuma gidiyor, festival yapmak. Orada bir sorun yok.

Festival 4’üncü yaşında ama ilkinden dördüncüsüne kadar olan süreçte çok büyük bir büyüme oldu. Bu güzel bir şey, çünkü daha renkli, daha çok şey görüyor, daha çok şey öğreniyor ve daha çok eğleniyoruz. Ben eğlenceyi hep öne çıkarıyorum çünkü eğlenmek önemli. Mesela Klezmer müziği getirdik, insanlar çok eğlendi, dans ettiler ve bir eğlenceye dönüştü ama ben onu getirirken kafamda şöyle düşünceler vardı: “Klezmer (Doğu Avrupa Yahudileri) müziğini niye getireyim bir Sefarad festivaline.” Çünkü Türkiye Yahudi cemaatinin yüzde 90’ı Sefarad. Oysa bir ara burada Doğu Avrupa Yahudileri de (Aşkenazlar) yaşıyordu ve muhtemelen bu müziği de yapıyorlardı ama biz bilmiyoruz. Hani bunu bir düşünelim, onları bir analım ve yine de eğlenelim diye düşündük.

Dr. İlker Hepkaner’in Avlaremoz’da yayınlanan bir yazı dizisi var. İki toplum arasındaki ilişkileri Ahenk Kampı ile Pogrom Kampın ürettiği tarih açısından değerlendirmenin sağlıksızlığından bahsettikten sonra aslında bu ilişkinin en net ifadesinin kültürel ürünlerde bulunabileceğini söylüyor ve Mois Oyunları’yla (Moiz Mos Konta Kualo) örnekliyor. Sefarad Festivali bu açıdan da çok değerli. Görebildiğim kadarıyla Aşkenazi/Sefarad/Romayot kültürlerini bir şekilde temsil etmenin yanı sıra Türklerle kesişimler de yer alıyor programda. Programı oluştururken dikkate aldığınız kriterler var mı?

Eğer bir festivalde Romanyotlar hakkında bir belgesel, Aşkenazi müziği ve Sefarad öğeleri varsa bu tesadüf olmuyor. Çünkü bunlar festivallerde tekrarlanan şeyler. Evet, çok bilinçli bir şekilde yapıyorum çünkü çıkış noktam kültürler arası saygı ve tanışıklık. Saygı elbette çok ileri bir aşama ama en azından tanışıklık benim için çok önemli. Dolayısıyla o tür etkinlikler programda yer alıyor ve benim için birlikte üretim de çok önemli. Bu yüzden şu anda mesela Salute de Smyrne, Sefarad şarkılarıyla çıkıyor veya açılışta bir Kürt, bir Yahudi ve bir Türk birlikte Sefarad müziği yapıyorlar. Selim Atakan, Zilan Hasret ve Buket Bahar. Bunlar benim için vazgeçilmez öğeler. Bu sırf eğlence için yapılmış bir etkinlik olmadığı için bunlar hakikaten vazgeçilmez öğeler haline geliyorlar.

Festivallerde bir şey dikkatimi çekmişti. Aynı şarkıların Rumca, Ladino ve Türkçe versiyonlarını söylemiştiniz.

Doğru, doğru, hatta ilk festivalde İslami ilahiler de söylemiştik. Yahudi ilahiler, İslami ilahiler. O zaman bir grup vardı amatördü ama çok güzeldi.

Bildiğim kadarıyla festivali Konak Belediyesi ve bazı konsoloslukların desteğiyle hazırlıyorsunuz. Bir anlamda, yerel ve uluslararası kaynakların buluştuğu bir etkinlik bu. Belki de bunun bir uzantısı olarak yurtdışından da izleyiciler geliyor. Festivalin bu yönünü anlatır mısın?

Tabii ki ana sponsorumuz Konak Belediyesi. Diğer yandan da mekan sponsorumuz İzmir Musevi Cemaati Vakfı. Şimdi bu bir festivalin uluslararasılılaştırılması çok önemli. Tamam, biz kendi aramızda festival yapıp çok eğleniriz, çok öğreniriz ve bunlar önemli. Ama bir de hem yaşadığımız kentin hem yaptığımız işin hem de işlediğimiz konunun dünyada bilinir olması, görünür olması bambaşka bir önem taşıyor. Dediğiniz gibi bu aşamada yabancı konsoloslukların, büyükelçiliklerin de desteği var. Şuna seviniyorum, yurtdışından mailler geliyor artık. Bizim şöyle şöyle bir müzik grubumuz veya şöyle şöyle bir araştırmamız var onu sunmak isterdik gibi talepler, daha doğrusu başvurular geliyor. İkinci olarak, yurtdışı basınında yer almaya başladık. Hâlihazırda 3-4 tane yazıyı gördüm. Bu neye yarar? Öncelikle insanların buraya gelmesi için bir neden olabilir ki bu festivalde az da olsa burayı ziyaret etmek isteyenler vardı. Umarım bu gittikçe büyür ve Krakow’da olduğu gibi buraya 100,000 ziyaretçi gelir. Bu müthiş tetikleyici bir olay olabilir. Yani düşünün 100,000 değil 10,000 kişi gelsin, 3 gün Kemeraltı’nda, Alsancak’ta dolaşsın. Bu hâlihazırda daha çok tanıtım üzerinden oluyor. Amerika’da, İsrail’de, Fransa’da yazıyorlar ve insanlar duymaya başlıyor. Bir de bizim sosyal medyamız var, onun aracılığıyla da çok duyuyoruz. Ve garip bir şekilde festival kendi dışındaki turizme de hizmet ediyor. Her gün ama her gün yurtdışından ziyaretçilerimiz var.

Sefarad Festivali sudaki halkaları çağrıştırıyor. Her halka başka bir halkayı tetikliyor ve giderek daha fazla şeyi kapsıyor. Örneğin, ilk festivallerin ivmesiyle havra restorasyonları kıpırdandı, o kıpırtı yurtdışından özel ziyaretçileri çekti, o ziyaretçiler başka uluslararası destek gruplarını hareketlendirdi gibi görünüyor. Bu dalgalanma etkisiyle ilgili olarak okuyucuları bilgilendirir misin?

Tabii ki festival birçok süreci etkileyebilir, tetikliyor da. Ancak şunu söylemek zorundayım. Tarihi yapıların restorasyon süreçleri İzmir Musevi Cemaati Vakfı tarafından daha önce başlamıştı. Ama festival dikkatleri tekrar bu alana çekti ve çekmeye devam ediyor. Yurtdışında yabancı basında yazılanlar aslında buraya çekilen dikkatin bir ifadesidir ve biz bunu tarihi yapılarımızın olduğu yerde yapıyoruz. Başka bir şey zaten düşünülemez. Mesela, İzmir Sefarad Kültürü Festivalini Havagazında yapmak biraz zorlama olur. Onun yeri Kemeraltı’dır, Havralar bölgesidir.

Havra sokağı olarak adlandırdığımız ama sokağın ötesine geçerek bir bölge oluşturduğuna inandığım alan çok hassas. Sanırım 2-3 sokağa serpiştirilmiş 9 havra var. Bir kısmı restore edildi, bir kısmı bekliyor. Artık biliyoruz ki festival tüm dikkatleri bu bölgeye çekti. Öte yandan, Havralar bölgesi kim bilir kaç ömür yiyen ve yiyecek gibi görünen Kemeraltı projesinin mütemmim cüz’ü. Sen bu parçayı tek başına toparlamaya çalışıyorsun. Peki bütün içindeki yeri ne olacak? Kemeraltı projesi paydaşlarından beklentilerin, önerilerin var mı? Ortaklaşabiliyor musunuz?

Öncelikle şunu söyleyeyim, İzmir Musevi Cemaati Vakfı adına yürüttüğüm İzmir Yahudi Kültür Mirası projesi bence Kemeraltı’nın bugün en önemli projelerinden. Çünkü sadece Türkiye’ye değil, dünyaya çok özel bir şey sunuyor. Herkes o sinagogların birbirine bitişik olmasından, böyle bir yapıya ender rastlandığından söz ediyor ama sadece bu değil. Kültür mirası tabii ki somut kültürel mirasın çok ötesinde bir şey ve bu mahallenin, yani eski Yahudi mahallesinin sonsuz hikayeleri var. Aynı zamanda, İspanya Yahudilerinin bilinen tek mimari öğeleri de İzmir’de bulunmaktadır. Başka bir yerde bu mirasın izleri yok. İspanya’da ne olduğunu zaten bilmiyoruz çünkü mesela orada sinagog kalmadı. O eski Yahudi mahallelerini ve sokakları görüyoruz ve tüm İspanya’da 2 tane sinagog kaldı; biri TOLEDO ve diğeri de KORDOBA. Biz İzmir’de bunların mimari devamını da görebiliriz. Dolayısıyla bu proje İzmir’e çok büyük bir “benzersizlik” sağladığından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu demek değildir ki Hatuniye Camii civarı veya Basmane veya başka yerler önemsizdir. Her şeyden önce Agora var. Dünya çapında önemli olan Kadifekale’deki tiyatro var falan ama bunlar “birlikte” İzmir’i benzersiz bir yere dönüştürmeye neden olacaklardır. Burada benim beklentim şu: mesela, bu mahallenin, yani havralar bölgesinin daha da güçlü bir hale gelmesi. Güçlü derken şunu kastediyorum, hem kültürel mirası korumak hem de turizmi canlandırmak için yurtdışında dikkat çeker hale getirmek. Çünkü turizm bu projelerin sürdürülebilirliğini sağlayacak. Mesela bir zamanlar havra meydanı ya da meydan havra adıyla planlanmış olan boş alanın bir an önce yapılmasını çok isterdim. Neden isterdim? Birincisi, o mahalleyi artık bir sinagog şurada bir sinagog burada durumundan çıkarıp, meydanı, havra sokağı, eski şaraphanesiyle vesaire bir bütün olarak eski Yahudi mahallesinin ortaya çıkması şehre çok şey kazandırır. Kaldı ki, festival kapsamında biz o meydanda neler, neler yapabiliriz. Çünkü yer sıkıntımız var ve açık hava etkinliklerini orada da yapabiliriz. Bunun dışında, o meydanın bir köşesinden baktığınızda karşınızda 3 sinagog ve onların üstünde yükselen bir minare görüyorsunuz. Kestane Pazarı Camiinin minaresi. Alın size yurtdışında rahat rahat, ebru ya da mozaik ya da çok kültürlülük adı altında bir kartpostal yapma imkanı.

Yani bundan daha mantıklı bir şey olamaz. Çünkü UNESCO sonrasında havada uçuşan cümle sadece “bir hikayemiz yok” idi. Bundan âlâ bir hikaye düşünemiyorum. Ayrıca şu da var, İzmir yandı. Geriye bir iz kalmadı. Geriye kalan apartman ve beton. Bir kiliseye nadiren rastlıyorsun, şurası Rum cemaatinin yerleşim yeri, şurası Ermeni cemaatinin yerleşim yeri diyemiyorsun. Onların kültürlerinden ve mimarisinden örnekler göremiyorsun. Elimizde sadece Havralar bölgesi var ve bu çok anlamlı bir hikaye. Dolayısıyla söylediğin meydan projesi bence şehri yönetenlerin çok işine yarayacak bir öneri. Bu konuda kamuoyu yaratmak hepimizin görevi olmalı. Bunun devamında şu sorum var: Kemeraltı esnafının muhafazakar olduğu görüşü yaygındır. Festival ile Kemeraltı esnafı arasında uyuma dair şüpheler dillendirildi hep. Açıkçası, hep bunu gözlemeye çalıştım. Oysa festivalin açılış töreni için yaptığın konuşmada orada bulunan Kemeraltı esnafına teşekkür ettin. Gerçekten de oradaydılar. İlişkileriniz nasıl? Karşılıklı etkileşimlerinizdeki gelişmeler neler?

İzmir Yahudi Kültür Mirası Projesi, etrafındaki esnaflarla birlikte yaşıyor. Ve sinagogun kapısının hemen yanında bir esnaf, 2 esnaf, 10 esnaf, 100 esnaf var. Etrafımız esnaflarla çevrili orada. Bu bir Kemeraltı gerçeği. Her festivalde ve festival dışı etkinliklerde biz Kemeraltı esnafını davet ediyoruz ve onlar da büyük bir nezaket ve ilgiyle katılıyor. Elbette orada bulunan 150, 250 kişinin 100’ü esnaf değil çünkü biliyorsunuz esnaflar akşam 7’ye, 8’e kadar çalışırlar. Ondan sonra evlerine giderler, yorgundurlar. Ama orada en azından birkaç temsilcinin bulunması ve birkaç esnafın da illa gelmek istemesi çok ama çok mutluluk verici. Onların muhafazakâr veya muhafazakâr olmaması hiç kimseyi ilgilendiren bir konu değil aslında. Hatta şunu söyleyeyim, biz en azından bir bayramımızı etrafımızdaki esnafla birlikte kutluyoruz. Bayramın adı Tu bişvat, ağaçların yeni yılı bayramıdır. Biz bir sorun görmüyoruz, çünkü her gün esnafla konuşuyorum. Mesela küçük bir köşe yaratık bunu yakında belki göreceksiniz. Havraların köşesinde esnafla birlikte yaptık bunu ya da yapıyoruz diyeyim. Daha bitmedi. Ve de biz bu projeyi anlattıkça esnaf bunu bekliyor zaten. Esnaf turist bekliyor ve de yardımcı oluyorlar. Şöyle bir şey oldu, önceleri sinagogları arayan insanlara bazen “burada öyle bir şey yok” diyen esnaflar vardı. Bugün artık yardımcı oluyorlar hatta bazıları ismini de biliyor ve yönlendiriyorlar.

Şöyle bir sorun var. Son festivalde insanların yer bulamamasıyla ilgili şikayetler çok yaygındı. Rezervasyonları açtığınız ilk on dakika içinde hiç yer kalmamıştı. İşin bir boyutunda, etkinlikler havralarda yapıldığı için yer kısıtlı ve belki de çekiciliği arttıran unsurlardan biri de mekan. Diğer boyutunda ise bu engellenmişlik duygusu sürdürülebilir değil. Çözüm arayışınız var mı? Örneğin, canlı yayın olabilir mi?

Evet, bu yıl artık yer sıkıntısı olduğunu gördük. Elbette bu ilginin arttığını gösteriyor ve biz de festival yönetimi olarak bu ilgiye nasıl cevap verebileceğimizi düşünmek zorundayız. Festivali tarihi yapıların dışına çıkarmak gerçekten anlamını kaydırır ama şunu düşünüyorum, mesela önümüzdeki yıl bir mekanımız daha olacak. İzmir Yahudi Kültür Mirası Projesi kapsamında, bugünkü Havra sinagogu gibi FORASTEROS sinagogu da içine girilebilir, korunaklı durumda olacak. Bir yandan onların restorasyon planları zaten yapılıyor. İki, değişik formüller geliyor aklıma ama henüz netleştiremedik. Onlardan biri, deneyimlerimiz bize gösteriyor ki önümüzdeki yıl da festival Aralık başında olacak. Havalar hiç de fena değil. Havra meydanında mesela büyük bir etkinlik, yüzlerce insanın katılabileceği bir veya birkaç etkinlik de yapabiliriz ve bu da tarihi yapıların yanında olur, eski Yahudi mahallesinde olur. Dolayısıyla o niteliği koruruz değil mi? Nasıl Roman mahallesinde Hıdrellez yapılıyorsa, festival de burada, eski Yahudi mahallesinde yapılabilir. Ama dediğim gibi, henüz net değil.

Sana gelecek festivalle ilgili planlarını sormayacağım. Artık kanıtlandı ki, her biri diğerinin iki adım ötesine geçiyor. Ama şunu soracağım: Gelecekteki adımlar için sana kimler ve nasıl destek olabilir? Ucundan tutulacak, senin beklediğin şeyler var mı?

Ben özellikle şirketlerin festivalin İzmir’e yararını daha iyi kavramalarını ve bunun için ve bu nedenle de festivale destek olmalarını çok isterdim.

Yolunuz açık olsun, hayra karşı olsun…