Göze Çarpanlar

İstanbul’un Azınlıklarına Özel Alandan Bakarken…

Kaynak: İnanç Özgürlüğü Girişimi, Özgür Kaymak

Din veya inanç özgürlüğü ile toplumsal cinsiyetin kesişim noktalarında ortaya çıkan meseleleri tartışmak için başladığımız blog serisinin birincisinde Özgür Kaymak karma evlilikleri ele aldı.

Rumlar, Yahudiler, Ermeniler başta olmak üzere İstanbul’un gayrimüslim[1] toplumları, kent coğrafyasının ekonomik, siyasi, mekansal ve kültürel tarihinin yapı taşlarını oluşturdu. Dolayısıyla, bu toplumların şehrin tarihsel ve kentsel kimliğinde gömülü olan etkin bir varlıkları söz konusu. Ancak buna rağmen, söz konusu toplumlar Cumhuriyet’in inşasıyla birlikte, kimliklerini ait oldukları kentin “azınlığı, ötekisi, yabancısı” olarak sancılı süreçlerle yeniden kurmak zorunda kaldı. Bu sürecin bir sonucu olarak da demografik açıdan gittikçe küçülen bu topluluklar günümüzde ülke nüfusunun ancak %0,001’ni[2] oluşturuyor.

Yaklaşık son yirmi senedir gerek yurt içi gerekse yurt dışındaki akademik alanda, gayrimüslim toplumları farklı disiplinlerden ele alan derinlikli ve nitelikli birçok çalışma üretildi. Akademik ve yarı akademik çevrelerde oldukça ilgi gören bir alan, bir nevi “yükselen yıldız” olmasına rağmen azınlıkların özel alan pratiklerine, geniş toplum (Müslüman-Türk) ile kesişme ve kopuş noktalarına, kamusal ve politik alanda görüldüğü oranda henüz pek ilgi gösterilmedi. Bu yazıda başlangıç niteliğinde, özel alanda azınlık olma haline karma evlilikler pratiği üzerinden değinmeye çalışacağım.[3]

Öncelikle karma evlilikler derken kavramsal açıdan tanımlama yapmak faydalı olacak. Karma evlilik ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ancak Sünni-Müslüman çoğunluktan farklı dinî inançlara sahip ve yasal olarak “azınlık” olarak kabul edilenler ile ağırlıklı olarak Müslüman çoğunluğa mensup olan diğer dinî-etnik gruplardan kişiler arasındaki evlilikler kastediliyor. Dünyada ve Türkiye’de özellikle yaklaşık son yirmi sene içinde ciddi bir artış gösteren karma evlilikler cemaatlerin sosyal fenomeni haline gelirken, cemaat yöneticilerinin ve din görevlilerinin de ajandalarında ilk sıraları kaplıyor. Karma evliliklerin artan bir ivme kazanmasına gerek din görevlileri gerekse aileler ve özellikle cemaat sosyal çevreleri, eskisi kadar olmasa da, ciddi bir direnç gösteriyor. Bu direncin arkasındaki sebepleri irdelediğimizde, kendi toplumu dışından biriyle evlilik yapan kadın veya erkeğin diğer gruba asimile olma riskinin olması –ki bu risk kadınlar için daha fazla görülüyor– ve dolayısıyla zaten giderek azalmakta olan nüfuslarıyla bu toplumların kültürel varoluşlarını tehdit altına sokması en büyük neden olarak ortaya çıkıyor. Bu topraklarda her türlü dışlanmaya ve de yaşamak zorunda bırakıldıkları eşitsiz vatandaşlık pratiklerine rağmen korumaya çalıştıkları kültürel varlıklarının (dil, din, gelenek-görenekler, ritüeller) ortadan kaybolma kaygısı, üst kuşaklar tarafından karma evliliklere karşı gösterilen direncin temelini oluşturuyor.

Burada özellikle altı çizilmesi gereken bir nokta da şu; kadının grup dışı evlilik yapması halinde asimile olacağına, ailesi ve toplumundan kopacağına, doğacak çocuğun başka bir dinden (genelde Müslüman) yetiştirileceğine dair, erkeğe oranla, çok daha büyük bir tedirginlik yaşanıyor. Gayrimüslim ailelerde kadınlar kültürel pratiklerin kuşaklar boyu aktarımında ve kolektivitenin sınırlarının çizilmesinde asli bir göreve sahip. Tam da bu sebepten, azınlıklar açısından karma evlilik deneyimleri, özel alanı kamusal alanda yaşanan deneyimlerden farklılaştırıyor ve bu bağlamda toplumsal cinsiyet rollerini derinleştiriyor. Özellikle üst kuşaklar için (bugün 60 yaş ve üzerinde olanlar) hem azınlık hem kadın olmak “katmerli yük” sahibi olmak demekti. Bu durum, azınlıklarda özel alanı geniş topluma göre daha hassas ve kırılgan bir alan haline getiriyor. Dış evliliklere ya da kendi toplumu dışından (bir Yahudi’nin Müslüman ya da Rum ile evliliği gibi) biriyle yaşanan romantik ilişkilere karşı çizilen keskin sınırlar ise artık aşılıyor. Neticede günümüz sosyal gerçekliğinde bu ilişkiler önü kesilemez bir biçimde artış gösteriyor.

Dinî pratiklerin ve ritüellerin katı kurallara ve kurumlara bağlı kalmadan bireysel olarak deneyimlendiği günümüz dünyasında zamanın ruhuna ayak uyduran bu tür romantik birliktelikler özgür bireysel tercihleri yansıtıyor. Ancak bunun da ötesinde toplumların kendi içindeki sosyal ayrışmaları, etno-dinsel sınırların hassaslığını, bu sınırların hangi durumlarda aşılabileceğini veya kalınlaşacabileceğini ve ülkede yaşayan farklı sosyal gruplar arasındaki ilişkiselliği yansıtması sebebiyle de ayrı bir önem kazanıyor. Ayrıca bahsi geçen toplumlarda farklı inançların kabulünü değerlendirmek açısından da bulunmaz bir fırsat sunuyor. Bir yandan kamusal ve politik alanın ötesine geçerek karma evliliklere toplumsal cinsiyet lensiyle bakmak bizlere etno-dinsel sınırların (yeniden) inşasını, özel alan içerisinde bu sınır geçişlerinin nasıl pratik edildiğini ve bu süreçteki çelişkileri ve karmaşıklıkları anlamaya yardımcı oluyor. Diğer taraftan da bu tip evlilikler sonucunda oluşan yeni melez kimliklere ve de açılan yeni müzakere alanlarına odaklanma şansı sunuyor. Bir diğer ifade ile karma evlilikler, hem Türkiye’deki Sünni-Müslüman çoğunluk arasında yaklaşık son on senede artış gösteren muhafazakarlık ve dindarlık söylemlerine ve mevcut baskıcı devlet politikalarına karşı bir duruş sergileme hem de karma ilişkilerin oluşum sürecindeki melez kimliklerin dinamiklerine işaret etme potansiyeline sahip. Son yıllarda sıkça duyduğumuz “hoşgörülen ve tolere edilen” kesimden olma konumunu sıklıkla reddediyor genç gayrimüslimler. Bu kişiler aynı zamanda aile kurmayı seçerken kendi toplumlarıyla da bir arada yaşamanın ve onlar tarafından kabul görmenin de yeni yollarını müzakere ediyor.

Dolayısıyla, İstanbul’un gayrimüslimlerini gündelik hayat sosyolojisi perspektifinden incelediğimizde, “farklılık-bir arada yaşama-çokkültürlülük” söylem ve değerlerinin, bu toplulukların günümüzde gittikçe azalan nüfuslarının bir sonucu olarak kamusal/siyasi alandan daha çok özel alanda tezahür ettiğini iddia etmek yanlış olmaz. Karma veya farklı inançlar arası evlilikler, özel alanda yaşanan duygulanımlar dışında, toplumların etnik-dinî/ırksal hiyerarşiler ve eşitsizliklerle nasıl yapılandırıldığını da anlama fırsatı veriyor. Bir diğer taraftan da evlilik ve aile merkezi kurumlar olarak ele alındığında, etno-dinsel ve cinsiyetçi kalıpların kesişimselliğinde, bu keskin sınırların (yeniden) üretiminde ve dönüşümünde oynadığı rolü inceleme imkanı sunuyor. Bununla birlikte, karma çiftlerin romantik ilişkiler aracılığı ile Türkiye’de İslam ve diğer dinler arasındaki hiyerarşik yapıya dair kavramlara hangi araçlarla nasıl meydan okuduklarını, etno-dinsel sınırların ötesine geçerek sevgiyi sahiplenmenin ve aile kurmanın gündelik gerçek ihtiyaçları aracılığıyla ne tür müzakere ve direniş alanları açtıklarını da bizlere sunma potansiyeline sahip.

Bu durumu iki görüşmecimin hikayesiyle açmak istiyorum. Gayrimüslim bireylerin gündelik hayatın içinde kamusal alanda genellikle isimlerinden, şivelerinden dolayı deneyimlemek zorunda kaldıkları “yabancı, yerli olmayan” algısıyla, aileyle birlikte oturulan bir yemek masası etrafında sıradan bir sohbet ortamında, o en duygusal alanda karşılaşmaları çiftleri çok daha zorlu bir durumla yüzleştiriyor. Dinî-etnik kimliklerinden dolayı ayrımcılığa uğrama ihtimalini bir iç bilgi olarak hep taşıdıkları için kimi zaman kızgın kimi zamansa umursamaz bir biçimde ama en önemlisi partnerlerini zor bir duruma sokmadan durumu idare etmeye, alttan almaya çalışıyorlar. Rum kadın görüşmecinin hikayesi buna anlamlı bir örnek oluşturuyor:

“Bir akşam aile ile yemek masasında, o zamanki nişanlımın kuzeni ‘siz buralı mıydınız, senin aksanın bir garip sanki, farklı?’ dedi, ben de klasik ‘biz asırlardır buralıyız’ şeklinde cevap verdim. Benimki [nişanlısı] bir gerildi, nasıl toparlayacağım diye, dışarlıklı olan sensin ve seni kollamak zorunda. Orda masadan kalkıp gidemiyorsun, yutmak zorunda kalıyorsun. Bu benim seçtiğim mücadele yöntemiydi, herkesinki farklı…”

Yahudi kadın görüşmeci ise açık bir biçimde eşinin annesini kendisine yaptığı ayrımcılıkla yüzleştiriyor ve bunu nişanlısıyla ilişkilerinin bozulması pahasına yapıyor:

“Bana stereotipler daha antisemit geliyor gündelik konuşmanın içinde, çok üzücü geliyor bana. Kayınvalidemle konuşuyorduk bir gün, o zaman O.’yla evli değildik, şöyle oldu… Kedi almıştık biz, kedi evde bir yerlere saklanıyor filan, kediye korkak diyecekti heralde ‘korkak Yahudi’ dedi! Ben de dedim ki ‘neye vurgu yapmak istiyorsun? Kedinin korkak olduğuna mı?’ ‘Evet’ dedi; ‘neden Yahudi dedin peki?’ dedim, ‘öyle bir terim vardır ya’ dedi. ‘Sen kaç tane Yahudi tanıyorsun? Nereden benim korkak olduğuma karar verdin? Böyle bir deneyimin var mı benimle?’ dedim. ‘Yok öyle ağzıma yerleşmiş’ dedi. O.’ya söyledim tabi bunu, ‘N. [eşinin annesi] benden doğru düzgün özür dilemezse, bir açıklama yapmadığı sürece bu eve gelmeyeceğim’ dedim. Ondan sonra kadın da düşündü ‘bilinçsizce söyledim çok haklısın’ dedi. Hiç beklemediğin anda bir kediden çıkıyor işte. Hiç de Yahudi tanımayan bir kadın, benim dışımda. Yahudi ne demek onu bile bilmez. O. ile ilişkimiz de bozulabilirdi evet, ama geri adım atamadım, bu yaptığı ayrımcılıkla yüzleşmesi gerekiyordu.”[4]

Dolayısıyla bu birliktelikler sadece bu tür karma ilişkileri/evlilikleri anlamak açısından önemli değil, bu ilişkiler aynı zamanda Türkiye toplumunun çok küçük bir yüzdesini oluşturan gayrimüslimlerin toplumsal iç dinamiklerinin bir mikrokozmosunu sağlıyor. Bunun yanında, hem damgalanmış hem de baskın grupların üyeleri arasındaki etkileşimlerin anlamlarını bu bağlamda incelemek adına da azınlık toplumlarının deneyimlerinden yararlanmak, sıradan insanların tanıklıklarına başvurmak, onların seslerine kulak vermek bir sosyal araştırmacı için benzersiz bir deneyim.

Öte yandan, evlilik kurumu cinsiyetçi hiyerarşilerin ve rollerin içine gömülü olduğu, toplumdaki en küçük ve en temel kurum. Bu yazıya temel oluşturan gayrimüslim toplumlarda görüldüğü üzere, gayrimüslim kadınlar, karma ilişkileri/evliliklerinde gayrimüslim erkeklere oranla “azınlık” olmanın yükünü üzerlerinde daha fazla taşımaya devam ediyor. Diğer taraftan ise kendi içine kapalı toplumlarda dedikodu ve sosyal kontrol mekanizmaları çok kuvvetli çalışıyor. Cemaat sosyal çevresinden karma evliliklere karşı gelen sembolik baskı, üyeleri üzerinde önemli bir kontrol unsuru olarak işlev gösteriyor. Yine azınlık toplumlarında, toplumsal cinsiyet ilişkileri ve rolleri geniş topluma nazaran daha derin bir öneme sahip. Kadınlar, aile içinde azınlık kimliğinin kuşaklar arası aktarımında (dil, dinî pratikler, ritüeller vb.) ana sorumluluğa sahip özne konumunda olmaya devam ediyor. Dolayısıyla, cemaat dışından biriyle evlilik söz konusu olduğunda, asimilasyon tedirginliğinden kaynaklanan sosyal çevre baskısını kadınlar erkeklerden daha fazla hissediyor.

Gayrimüslim kadınların daha fazla sosyal baskıya, dışlanmaya maruz kalmasının bir diğer nedeni de geniş toplum ile aralarında olduğu varsayılan kültürel farklılaşma. Gayrimüslim erkeklerin Türk erkeklerine göre eş olarak daha “makbul” kabul edildiğine dair yaygın bir toplumsal anlayış bulunuyor. “Makbul” kelimesi ile evlerine daha sadık, eşlerine karşı daha yumuşak, maço olmayan, aldatmayan, fiziksel şiddet uygulamayan bir erkek modeline işaret ediliyor. Kültürel farklılıktan bahsedilirken, gayrimüslim ailelerde kadına karşı fiziksel şiddet uygulanmadığına dair bir algı olduğu ortaya çıkıyor. Bu toplumsal algılardan dolayı, azınlık toplumlarından bir kadının “ataerkil” Müslüman Türk bir erkekle evlenme ihtimaline, Müslüman kadınla yapılacak evliliğe göre ailelerin daha tepkili yaklaştığı gözleniyor. Bu noktada, genç görüşmecilerin, kendi cemaatlerine bu algıya dair içeriden sert eleştiriler getirdiklerinin altını çizmek gerekiyor. Tüm bu nedenlerden dolayı özel alan, azınlıklar için toplumun geneline göre daha hassas ve kırılgan bir alan haline dönüşebiliyor.

Bu denli derin ve çetrefilli bir alana giriş niteliğinde olmasını umduğum yazımı bitirmeden, Rum, Yahudi ve Ermeni toplumları dışındaki azınlık topluluklarını özel alan üzerinden toplumsal cinsiyet gözlüğüyle ele alacak başka araştırmaların hem Türkiye’deki geniş toplum hem de farklı inanç grupları arasındaki özel alan pratiklerini ve kesişme-kopuş anlarını karşılaştırma fırsatı sunma potansiyeline sahip olduğunu belirtmek gerekir. Bu nedenle, bu konunun sosyal bilimler alanındaki araştırmacıları bekleyen heyecanlı bir başlık olduğunu da buraya not düşmek isterim.

İnanç Özgürlüğü Girişimi olarak bir süredir, her ikisi de temel uluslararası insan hakları sözleşmelerinde korunan din veya inanç özgürlüğü hakkı ile cinsiyet eşitliğinin kesiştiği noktada ortaya çıkan konuları araştırmaya ve analiz etmeye odaklanıyoruz. Ayrıca, konuyla ilgili Türkiye’nin tarihsel, kurumsal ve yapısal sorunlarını tartışmayı ve bu konularda akademi ile sivil alanda yapılan çalışmaların görünürlüğüne katkıda bulunmayı hedefliyoruz.

Bu amaçlarla yaptığımız bazı çalışmalar:


[1] Metnin devamında gayrimüslim, Müslüman olmayan ve azınlık kavramları birbirinin yerine geçer biçimde kullanıldı. “Azınlık” teriminin Türkiye’de hassas bir tarihi ve popüler imgelemde olumsuz bir çağrışımı bulunuyor. Bu yazıda “azınlık” terimi hem hukuki hem de sosyolojik çerçevesiyle kullanıldı.

[2] Bu çalışma özelinde ele alınan toplumlardan bugün Türkiye’de yaklaşık 2.000 Rum, 14.000 Yahudi, 60.000 Ermeni ve 10.000 Bahai yaşadığı tahmin ediliyor. Bu veriler toplumların ileri gelenleri ile yapılan görüşmelere dayanıyor.

[3] Rum, Yahudi ve Ermeni toplumlarına dair yapılan analizler, 2020’de İstos’tan yayımlanan, Anna Maria Beylunioğlu ve Özgür Kaymak’ın hazırladığı, “Kısmet Tabii… İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni Toplumlarında Karma Evlilikler” kitabı için yapılan derinlemesine mülakat görüşmelerine dayanıyor. Ayrıca, halen devam eden başka bir projenin güncel verilerinden de yararlanıldı.

[4] Bu alıntılar, Anna Maria Beylunioğlu ve Özgür Kaymak’ın hazırladığı, 2020’de İstos’tan yayımlanan “Kısmet Tabii… İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni Toplumlarında Karma Evlilikler” kitabından alınmıştır.