Geçtiğimiz günlerde New York’un en büyük sinagoglarından Lincoln Square Sinagogu’nda Fiona Murphy’nin yönettiği Bağdat’ı Hatırla adlı filmin gösterimine katılma şansı yakaladım. Bin beş yüz seneden uzun bir zamandır Yahudi diasporasının merkezlerinden biri olan Bağdat, yirminci yüzyılın başlarında hala hatırı sayılır bir Yahudi nüfusu barındırıyordu. Şehrin aşağı yukarı üçte biri Yahudiydi. Şimdi ise iki elin parmaklarından az. Filmin başında bir sahnede Londra’daki Bağdatlı Yahudiler voleybol oynuyor ve anlatıcı “Bu voleybol sahasında şu anda Bağdat’takinden daha çok Bağdatlı Yahudi bulunuyor” diyerek durumun vahametine dikkat çekiyor.
Hem 1920’lerde İngiliz mandası hem de 1932’den itibaren bağımsız Irak devletinin ilk yıllarında Yahudiler için her şey normal gidiyordu. 30’ların ortalarında, zaten yükselmekte olan Arap milliyetçiliği ile Avrupa’daki Nazi yükselişi art arda geldi. Yahudiler devlet işlerinden kovulmaya, lise ve üniversitelere Yahudi sayısını kısıtlayan kotalar konulmaya başlandı. Geriye dönüp bakıldığında sonun başlangıcı gibi gözükse de, o günlerde bir çok kişi bu olayları binlerce senedir yaşadıkları toprakları bırakmak için bir sebep olarak görmüyordu.
1941’de Nazi Almanya’sının da desteği ile Irak’ta gerçekleşen darbe sonrası kral tahtından indirildi ancak kısa bir süre sonra İngiliz müdahalesi ile monarşi başa döndü. İngiliz sempatizanı olarak görülen Yahudiler iki gün süren ve 180 kişinin öldürüldüğü, binlercesinin yaralandığı saldırılara ve yağmalara maruz kaldılar. Sonradan istikrar geri geldi, sular durulur gibi oldu ve göç etmek için çok ciddi bir sebep yoktu.
1948’de İsrail’in kurulması ile Iraklı Yahudiler için hayat bir kez daha zorlaştı; belki de hiç düzelmemek üzere. Siyonizm suç, cezası ise idam oldu. Yahudiler devlet işlerinden çıkarıldı, ticaret yapmaları, döviz alıp satmaları ve herhangi bir banka işlemi yapmaları yasaklandı. Irak’taki bütün petrol şirketlerine Yahudi çalışanların işten çıkarılması emri verildi. Bu sıralarda Yahudiler ülkeden kaçmanın yollarını arıyorlardı. 1950’de Irak bir seneliğine Yahudilerin göç etmesine izin veren bir kanun çıkardı. Tek şart, vatandaşlıktan çıkmak ve böylece tüm mal varlıklarını devlet hazinesine bırakmaktı. Yüz yirmi binden fazla Iraklı Yahudi ülkelerini, arkadaşlarını, işlerini, evlerini, hatıralarını, tarihlerini geride bırakarak göç etti. Çoğu, gittikleri İsrail’de mülteci kamplarına yerleştirildi. 1951’de geriye sadece on beş bin kişi kalmıştı: aşağı yukarı şu anda Türkiye’de bulunan Yahudi nüfusu kadar.
1952’de tekrar getirilen göç yasağı ile birlikte 1951’de ülkelerinde kalmayı tercih eden Yahudiler esir hayatı yaşamaya devam etti. İki Yahudi, sahte suçlarla halka açık bir şekilde asılarak idam edildiler. 1958’de tekrar askeri darbe gerçekleşti, kral öldürüldü, veliaht prensin vücudu bir arabanın arkasına bağlanarak sokaklarda sürüklendi. Sürüklenen bedenin balkonlarının önünden geçtiğine küçük yaşta tanık olan bir görüşmeci, filmde, bu olayın daha sonra göç etmelerinde etkisi olduğunu, annesinin o günkü sözleriyle anlatıyor: “Ben bu vahşeti yapan insanların yönettiği bir ülkede yaşayamam.”
Darbeden sonra durumlar biraz yatışsa da antisemitizm arttı, 1963’te Baas Partisi’nin yükselişi ile de geride kalan dört bin Yahudi için esaret tekrar kendini gösterdi. Yahudilerin pasaportları iptal edildi, Yahudi olduklarını belirten sarı kartlar taşımaları zorunlu kılındı. Böylece gitmek yeniden tek kurtuluş gibi gözükmeye başladı fakat bunu yapmak için bir kez daha “çok geç” idi.
1967’de aralarında Irak’ın da bulunduğu Arap devletlerinin İsrail’e karşı başlattığı ancak sonrasında yenik düştüğü savaştan sonra durum daha da kötü bir hal adı. Yahudilerin işlerinden kovulmaları, banka hesaplarının kapatılması ve üniversitelerden çıkarılmalarının dışında, telefon kullanmaları ve medyaya erişimleri de yasaklandı. Filmde o günleri anlatan Eileen Khalastchy onlara istedikleri zaman telefonlarını kullanabileceklerini söyleyen Müslüman komşularına, annesinin “Başka kimsede yok ki, kimi arayacağız?” diye sorduğunu anımsıyor.
1969’da devlet radyosundan yapılan anons ile halk bir bayram havasında meydanlarda gerçekleşen kutlamalara davet edildi. Filmde konuşan görüşmecilerden biri çocukken o gün orada bulunduğunu, okullar tatil olduğu için sevindiğini, kutlamalar için meydana geldiğinde ise tezahüratlar arasında asılarak idam edilen Yahudileri görünce duyduğu korkuyu ve ailece yaşadıkları travmayı anlatıyor. Bu vak’ayı takiben birçok Yahudi tutukluyken kayboldu, işkence sebebiyle öldü ve yüzlercesi idam edildi.
1970’lerde uluslararası baskılar sonucunda Irak devleti, kalan Yahudilerin göç etmesine izin verdi ve Irak Yahudi cemaatinin binlerce yıllık serüveni son buldu.
Filmde en çok hatırımda kalan söylem, erken gidenler ve en son gidenlerin geçmişe bakışları ve hisleri. 40’larda, 50’lerde sorunlar sosyal haklar ve eşitsizliklerden ibaret iken gidenler geriye melankolik, adeta pozitif bir nostalji ile bakıyor; eski günlere özlem duyuyor. Çocuklukları tanıdıklarının, akrabalarının meydanlarda asıldığını görerek geçen, insan kaçakçıları tarafından büyük tehlikeler atlatarak kaçmayı başaranlar ise yaşadıkları travmalardan sonra geçmişe baktıklarında sadece vahşet görüyorlar.
“İşler iyi gittiğinde işiniz, paranız, yaşayacak yeriniz vardı, gitmek istemezdiniz. İşler kötüleştiğinde ise hep çok geç olurdu.” diyor David Dangoor filmin sonunda. Anlayacağınız evinizi, ülkenizi, toprağınızı, geçmişinizi bırakıp gitmek için hiçbir zaman iyi bir zaman değil. Her zaman ya çok erken ya da çok geç.
Geçtiğimiz günlerde New York’un en büyük sinagoglarından Lincoln Square Sinagogu’nda Fiona Murphy’nin yönettiği Bağdat’ı Hatırla adlı filmin gösterimine katılma şansı yakaladım. Bin beş yüz seneden uzun bir zamandır Yahudi diasporasının merkezlerinden biri olan Bağdat, yirminci yüzyılın başlarında hala hatırı sayılır bir Yahudi nüfusu barındırıyordu. Şehrin aşağı yukarı üçte biri Yahudiydi. Şimdi ise iki elin parmaklarından az. Filmin başında bir sahnede Londra’daki Bağdatlı Yahudiler voleybol oynuyor ve anlatıcı “Bu voleybol sahasında şu anda Bağdat’takinden daha çok Bağdatlı Yahudi bulunuyor” diyerek durumun vahametine dikkat çekiyor.
Hem 1920’lerde İngiliz mandası hem de 1932’den itibaren bağımsız Irak devletinin ilk yıllarında Yahudiler için her şey normal gidiyordu. 30’ların ortalarında, zaten yükselmekte olan Arap milliyetçiliği ile Avrupa’daki Nazi yükselişi art arda geldi. Yahudiler devlet işlerinden kovulmaya, lise ve üniversitelere Yahudi sayısını kısıtlayan kotalar konulmaya başlandı. Geriye dönüp bakıldığında sonun başlangıcı gibi gözükse de, o günlerde bir çok kişi bu olayları binlerce senedir yaşadıkları toprakları bırakmak için bir sebep olarak görmüyordu.
1941’de Nazi Almanya’sının da desteği ile Irak’ta gerçekleşen darbe sonrası kral tahtından indirildi ancak kısa bir süre sonra İngiliz müdahalesi ile monarşi başa döndü. İngiliz sempatizanı olarak görülen Yahudiler iki gün süren ve 180 kişinin öldürüldüğü, binlercesinin yaralandığı saldırılara ve yağmalara maruz kaldılar. Sonradan istikrar geri geldi, sular durulur gibi oldu ve göç etmek için çok ciddi bir sebep yoktu.
1948’de İsrail’in kurulması ile Iraklı Yahudiler için hayat bir kez daha zorlaştı; belki de hiç düzelmemek üzere. Siyonizm suç, cezası ise idam oldu. Yahudiler devlet işlerinden çıkarıldı, ticaret yapmaları, döviz alıp satmaları ve herhangi bir banka işlemi yapmaları yasaklandı. Irak’taki bütün petrol şirketlerine Yahudi çalışanların işten çıkarılması emri verildi. Bu sıralarda Yahudiler ülkeden kaçmanın yollarını arıyorlardı. 1950’de Irak bir seneliğine Yahudilerin göç etmesine izin veren bir kanun çıkardı. Tek şart, vatandaşlıktan çıkmak ve böylece tüm mal varlıklarını devlet hazinesine bırakmaktı. Yüz yirmi binden fazla Iraklı Yahudi ülkelerini, arkadaşlarını, işlerini, evlerini, hatıralarını, tarihlerini geride bırakarak göç etti. Çoğu, gittikleri İsrail’de mülteci kamplarına yerleştirildi. 1951’de geriye sadece on beş bin kişi kalmıştı: aşağı yukarı şu anda Türkiye’de bulunan Yahudi nüfusu kadar.
1952’de tekrar getirilen göç yasağı ile birlikte 1951’de ülkelerinde kalmayı tercih eden Yahudiler esir hayatı yaşamaya devam etti. İki Yahudi, sahte suçlarla halka açık bir şekilde asılarak idam edildiler. 1958’de tekrar askeri darbe gerçekleşti, kral öldürüldü, veliaht prensin vücudu bir arabanın arkasına bağlanarak sokaklarda sürüklendi. Sürüklenen bedenin balkonlarının önünden geçtiğine küçük yaşta tanık olan bir görüşmeci, filmde, bu olayın daha sonra göç etmelerinde etkisi olduğunu, annesinin o günkü sözleriyle anlatıyor: “Ben bu vahşeti yapan insanların yönettiği bir ülkede yaşayamam.”
Darbeden sonra durumlar biraz yatışsa da antisemitizm arttı, 1963’te Baas Partisi’nin yükselişi ile de geride kalan dört bin Yahudi için esaret tekrar kendini gösterdi. Yahudilerin pasaportları iptal edildi, Yahudi olduklarını belirten sarı kartlar taşımaları zorunlu kılındı. Böylece gitmek yeniden tek kurtuluş gibi gözükmeye başladı fakat bunu yapmak için bir kez daha “çok geç” idi.
1967’de aralarında Irak’ın da bulunduğu Arap devletlerinin İsrail’e karşı başlattığı ancak sonrasında yenik düştüğü savaştan sonra durum daha da kötü bir hal adı. Yahudilerin işlerinden kovulmaları, banka hesaplarının kapatılması ve üniversitelerden çıkarılmalarının dışında, telefon kullanmaları ve medyaya erişimleri de yasaklandı. Filmde o günleri anlatan Eileen Khalastchy onlara istedikleri zaman telefonlarını kullanabileceklerini söyleyen Müslüman komşularına, annesinin “Başka kimsede yok ki, kimi arayacağız?” diye sorduğunu anımsıyor.
1969’da devlet radyosundan yapılan anons ile halk bir bayram havasında meydanlarda gerçekleşen kutlamalara davet edildi. Filmde konuşan görüşmecilerden biri çocukken o gün orada bulunduğunu, okullar tatil olduğu için sevindiğini, kutlamalar için meydana geldiğinde ise tezahüratlar arasında asılarak idam edilen Yahudileri görünce duyduğu korkuyu ve ailece yaşadıkları travmayı anlatıyor. Bu vak’ayı takiben birçok Yahudi tutukluyken kayboldu, işkence sebebiyle öldü ve yüzlercesi idam edildi.
1970’lerde uluslararası baskılar sonucunda Irak devleti, kalan Yahudilerin göç etmesine izin verdi ve Irak Yahudi cemaatinin binlerce yıllık serüveni son buldu.
Filmde en çok hatırımda kalan söylem, erken gidenler ve en son gidenlerin geçmişe bakışları ve hisleri. 40’larda, 50’lerde sorunlar sosyal haklar ve eşitsizliklerden ibaret iken gidenler geriye melankolik, adeta pozitif bir nostalji ile bakıyor; eski günlere özlem duyuyor. Çocuklukları tanıdıklarının, akrabalarının meydanlarda asıldığını görerek geçen, insan kaçakçıları tarafından büyük tehlikeler atlatarak kaçmayı başaranlar ise yaşadıkları travmalardan sonra geçmişe baktıklarında sadece vahşet görüyorlar.
“İşler iyi gittiğinde işiniz, paranız, yaşayacak yeriniz vardı, gitmek istemezdiniz. İşler kötüleştiğinde ise hep çok geç olurdu.” diyor David Dangoor filmin sonunda. Anlayacağınız evinizi, ülkenizi, toprağınızı, geçmişinizi bırakıp gitmek için hiçbir zaman iyi bir zaman değil. Her zaman ya çok erken ya da çok geç.
Paylaş: