Holokost Makaleler

Bir Alman’ın Hikayesi: Birinci Dünya Savaşı’ndan İkinci Dünya Savaşı’na – Yakup Cemel

Nazi Almanya’sı bir çocuk gözünden acaba nasıldı? Çocuklar daha fazla sorgular ve çevreyi algılama yetenekleri büyüklere göre farklıdır. Algılar açık olmasına rağmen aileden gelen dogmatik düşüncelerden sıyrılmak zor olabilir. Olaylara objektif bakmak yaşananları algılamak dönemin koşulları göz önüne alındığında mümkün olmayabilir. Sebastian Haffner, Yahudi olmayan birinin, bir Alman’ın bakış açısıyla Nazi Almanya’sını çocuk ve genç gözü ile bizlere aktarıyor. “Bir Alman’ın Hikâyesi: Hatırladıklarım (1914-1933)” isimli kitabında o dönemi kendi bakış açısıyla ele alıyor.  

Kitap Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonraki 20 yılı anlatıyor. 1914 Temmuz sonu Ağustos başı savaşın başlaması ile Haffner’in köydeki yaz tatili sona eriyor. Çocuk ruhuyla büyüklerin söylemlerini duydukça endişeyi ve korkuyu tüm bedeninde hissediyor ama hislerini tarif edemiyor. Hayatında ilk kez duyduğu, anlamını bilmediği “genel seferberlik” tamlamasını işitmesi ile babasının evden ayrılması aynı zamana denk geliyor. Bu ayrılış savaşa katılma ile aileyi zamansız bir belirsizliğe götürüyor. Belli olmayan bir gelecekteki hayallerde “dönüş” kelimesi ve “savaşın sonu” aynı cümlede kullanılıyor.

1914 yılında henüz daha 7 yaşındayken Birinci Dünya Savaşı başladığında ilkokul sıralarında olan Haffner; kelime haznesine “ültimatom, seferberlik, süvari yedek birlikleri” gibi savaş terimlerini ekleyerek o yaşta savaşı her yönüyle hatta nedenini bile kavrayarak bir savaş analisti kadar bilgiye sahip oluyor. Bu yaşlar için gerçekdışı bir kavram olan savaş çocuklar arasında oyun şeklini alıyor. Oyunun büyüleyici gücü bir müsabakadan puan almaya benziyor. Tutsak sayıları, kazanılan topraklar, fethedilmiş yerler, batırılmış gemiler çocuklar tarafında bir skor tablosuna kazanılan puanlar olarak ekleniyor. Burada ortaya çıkan durum bireysel bir davranışın kitlesel bir harekete dönüşüyor olması. Kitlelerin ruhu ile çocuk ruhu tepkilerinin birbirine benzerlik göstermesi… Fikirlerin kitleleri harekete geçirebilmesi için önce bir çocuğun kavrama kabiliyeti sınırına kadar basitleşmiş olması gerekiyor. Böylece bu fikirler on yıllarca beyinlerde kazınmış olarak kalabiliyor. Bu kuşak çocuklar İkinci Dünya Savaşı’nın asıl savunucuları ve 20 sene sonrasının ölümcül savaşçıları halini alıyorlar. Nazizm, okul çocuklarında bu savaş oyunları ile filizleniyor. Çocuklar barışın ne olduğuna dair fikir sahibi olmuyor ancak nihai zaferin ne olduğunu gayet iyi biliyorlar. Bombalar patlıyor, saldırılar oluyor, yaralananlar hatta ölenler oluyor ama bunlar görünmez bir uzaklıkta sadece gazete haberlerinde ve insanların kendi aralarındaki sohbetlerinde kalıyor. Savaş sona ermesine rağmen halen devam ettiğine dair bir algı oluşuyor. Savaş bitti mi, yoksa devam mı ediyor, aradaki fark belirsiz bir hal alıyor. Seferberlik hali ortadan kalksa da sefalet hali ortadan kalkmıyor. Yaşamak, hayatta kalmak için uzun kuyruklara girmek gerekiyor. Savaş bittikten sonra sosyal hayatta değişen bir şey olmuyor; hatta durum daha da kötüye gidiyor. Savaşın bitmesi savaşın başlangıcı oluyor.

Bu süreci iki rakibin karşı karşıya geldiği bir düello olarak gören Haffner; bu düellonun taraflarını da büyük güçlü acımasız bir devlet karşısında kim olduğu belli olmayan güçsüz bir vatandaş olarak tanımlıyor. Düelloyu belli kurallar içerisinde iki tarafın eşit şartlarda savaşması olarak tanımlarsak; güçlü taraf her seferinde arkadan vurarak kural ihlali yapıyor. Devlet her türlü imkânı kullanıp; insanların arkadaş çevresini değiştirmesine, fikirlerinden vazgeçmesine, boş vakitlerinde nefret ettiği aktiviteler yapmasına hatta alıştığından farklı şekilde selamlaşmasına kadar hayatlara müdahale ediyor. Barışı ve özgürlüğü savunmaya çalışan iyi niyetli insanların bireysel çabaları toplumun genelinde etkisiz kalıyor, savaş karşıtı olanların örgütlenmesine imkân tanımıyor.

Korku Kültürü

Bu noktada biraz da otorite, güç, şiddet, iktidar ve korkudan bahsetmek gerekir. Korku, biyolojik olarak bir canlının hayatta kalmasını sağlayan önemli bir duygu. Ancak sosyal açıdan korku, insanlık tarihi boyunca bir insanın diğer bir insan ya da bir grubun diğer bir grup üzerinde baskı kurma aracı da olmuştur. Korku; kültürel olarak toplum ve kurumlarda özgür düşüncenin, yaratıcılığın en büyük engeli haline geliyor. Korku kültürünü besleyen mekanizmalar dogmatik ve otoriter yapıyla birlikte, katı bir disiplini ön plana çıkarıyor. Korkuyu asıl besleyen ise şiddet öğesi. Güçlü olan şiddet uyguluyor. Otoriteyi şiddet ve güç ile elinde tutuyor. Totaliter iktidar her şeye, hayatın her köşesine dokunarak korku imparatorluğu kurup insanları sistemin kölesi yapması, Nazilerin herkesin kapısına dayandığı güne kadar sistematik bir şekilde devam ediyor. Bu korku imparatorluğu Haffner’e asıl adı olan Raimund Pretzel’i değiştirmesine sebep oluyor. Almanya’daki ilişkilerini korumak ve bir bakıma gizlenmek için Sebastian Haffner ismini seçiyor. Klasik müzik sevgisi ve Alman kültürüne olan bağlılığı ile Johann Sebastian Bach’tan Sebastian’ı ilk ismi; Mozart’ın Haffner Senfonisi’nden Haffner’i de ikinci ismi olarak değiştirip hayatına devam ediyor.

Almanya’daki milliyetçilik ile ilgili şu sözleri ise çok çarpıcı: “Milliyetçilik, yani bir milletin kendisine ayna tutup tapınması, muhakkak ki dünyanın her köşesinde tehlikeli bir hastalıktır. Nasıl kendini beğenmişlik ve egoizm bir insanı çirkinleştirirse o da bir milletin çizgilerini bozar, çirkinleştirir. Ama bu hastalık dünyanın hiçbir yerinde Almanya’da olduğu kadar habis ve tahripkâr bir karaktere sahip değildir.”

Almanya’nın Nazi rejimini günümüz ile karşılaştırmak çok doğru olmasa da benzerlikler açısından genel olarak faşizmi, ırkçılığı, milliyetçiliği ve iktidarların baskıcı tutumu ile kıyaslayabiliriz. İnsanların tepkisizliği ve konfor alanı klişesinden çıkmak istememeleri iktidarın ekmeğine yağ sürüyor. Devam eden savaşlar, nükleer tehditler, göçmenler, iklim krizi, doğal afetler, gıda krizi gibi sorunlar gündemdeyken; iktidarların bunları görmezden gelip halkların üzerinde bir korku imparatorluğu yaratması iktidarı elinde tutma çabası insanlığı değil de bir grup kapitalisti ve kendince dava(?) arkadaşlarını kurtarma çabasından ibaret. Dünyayı yok edecek bu zihniyet ufak bir topluluğu kurtarmayı amaçlasa da gemi batınca yüzme bilenlerin de boğulacağı aşikâr.

Kaynaklar

S. Haffner, Bir Alman’ın Hikâyesi Hatırladıklarım (1914-1933), Çeviren Hulki Demirel,  İletişim Yayınları, 7. Baskı İstanbul, 2020.

A. Eren, Korku Kültürü, Değerler Kültürü ve Şiddet, Aile ve Toplum, Yıl: 7, Cilt: 2, Sayı: 9, Ocak-Mart 2005.

https://www.theguardian.com/news/1999/jan/14/guardianobituaries#:~:text=To%20protect%20his%20relations%20back,1950s%20as%20The%20Observer’s%20correspondent.