1939 Kudüs doğumlu felsefeci Avishai Margalit, çalışmalarında anıların hayatımıza nasıl anlam verdiği üzerine odaklanır. Toplumsal hafıza nasıl oluşur? Hatırlamanın görevi nedir? Hatırlamanın insanın üzerindeki etkisi nedir? Travmatik bir olayı hatırlama, bağışlama duygusunun yerine nefret duygusunu aşılar mı? Bilinçaltının derinliklerindekileri ortaya çıkarmakla kişi yaşamış olduğu travmatik bir olaydan iyileşme sağlayabilir mi? Margalit bu çalışmalarını “ethics of memory” (hatırlamanın etiği) altında toplar. Bu çalışmalarını paylaşılan ortak bir geçmişte kuvvetli bağlarla kenetlenmiş bireyler üzerinden yürütür. “Paylaşılmış geçmiş” üzerine yoğunlaşır. “Paylaşılmış geçmiş” bireyleri birlikte bir toplum olma evresine götürür. Toplumun geçmişi, şimdisi ve geleceğini içinde barındırır; toplumu zenginleştirir. Bu bağlamda bireyleri birbirlerine bağlayan en kuvvetli bağın aile bireylerinden yani küçük bir çevreden başlayıp topluma yayıldığını söyler.
Bireysel hafızanın varlığı konusunda bir tereddüt bulunmamakla birlikte “kolektif hafıza” kavramı üzerine uzun tartışmalar oldu. Durkheim’in öğrencilerinden ünlü Fransız sosyolog Maurice Halbwachs’ın (1877-1945) Hafızanın Toplumsal Çerçevesi ve Kolektif Hafıza adlı eserleri bu konuda çığır açan çalışmalar oldu. Ancak Halbwachs bu kavramı ortaya attığında ciddi tartışmalara neden oldu. Bugün “kolektif hafıza” kavramı, sadece küçük topluluklara değil, etnik gruplar, uluslar ve devletler gibi büyük topluluklara da uyarlanmakta.
Halbwachs’a göre bireysel hafıza ile toplumsal hafıza ayrılamaz. Halbwachs tezini “hafızanın toplumsal şartlara bağlı” olduğu üzerine kurmuştur. Gerçi hafıza her zaman bireye aittir; ama Halbwachs’a göre bu hafıza toplumsal olarak belirlenir. En kişisel anılar bile, sadece sosyal grupların iletişim ve etkileşimi üzerinden yapılanır. Sadece başkalarından öğrendiklerimizi hatırlamayız; aynı zamanda onların anlattıklarını, anlamlı diye vurguladıklarını ve yansıttıklarını hatırlarız. Çünkü Halbwachs’a göre algısız hatırlama yoktur. İnsanları bir topluma yerleştirdiğimiz andan itibaren, içsel ve dışsal izlenimleri birbirinden ayırmak mümkün olmaz. Hafıza, tıpkı dil gibi, iletişimsel süreçlerde, yani hatıraların anlatılması ve sahiplenmesi yoluyla oluşur. Buna göre hafıza, her zaman diğer bireylerle ve başka gruplarla ilişki içindedir. Bizden önce meydana gelmiş, yaşamadığımız olayları, genellikle kendimizi ait hissettiğimiz grup açısından önem taşıdıkları ölçüde hatırlarız. Bu açıdan, grup hatırlama edimini Halbwachs “çerçeve” ya da “filtre” terimiyle açıklar.
Ne kadar kişisel olursa olsun, her hatırlama, başka birçok kimsenin de sahip olduğu bir düşünceler kümesiyle ilişki içinde olur; kişiler, yerler, tarih, sözcükler, dil biçimleri gibi şeylerle, yani parçası olduğumuz toplumla birlikte gerçekleşir. Halbwachs’a göre hafıza canlıdır ve her canlı organizma gibi sürekli devinim halinde varlığını sürdürür. İnsan sadece kendi hafızasının çerçevesinde içine yerleştirdiği şeyleri hatırlar. Bu devinim durursa unutma ortaya çıkar.
Halbwachs hatırlamayı toplumsal bir inşa olarak görür. Ona göre hafıza tarihsel gerçekliğini birebir yansıtan bir ayna değil, geçmişin yeniden inşa edildiği bir alandır. Hiçbir hafıza, geçmişi olduğu gibi koruyamaz fikrini savunur. Kısaca Halbwachs’a göre hafıza, yeniden kurma işlemine dayanır. Geçmiş, hafızada sürekli olarak yeniden kurgulanır. Bu noktada Friedrich Nietzche’nin Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine eserindeki şu sözleri açıklayıcı olacak: “İnsan unutmayı bir türlü öğrenemeyip de hep geçmişe bağlı kaldığı için şaşar durur kendine de: İstediği kadar ileri ve çabuk yürüsün, zinciri ile birlikte yürür, hızla akıp geçen olaylara bağlıdır gene de. Şaşılacak bir şey: An, birden burada, bir yok, daha önce bir hiç, daha sonra bir hiç, yine de bir hayal gibi yeniden gelir ve daha sonraki bir an’ın rahatını kaçırır. Zaman tomarından boyuna bir yaprak çözülür, düşer, uçup gider-birden yeniden insanın kucağına geri döner. İşe o zaman insan “anımsıyorum” der.”
2018 yılında, eserleri otuz dile çevrilmiş, 85 yaşında vefat eden İsrail edebiyatının önde gelen, üretken ve yetenekli yazarı Aharon Appelfeld anımsamalarını edebi eserlere taşıyarak edebi kimliğini oluşturmuş bir yazar. Philip Roth tarafından edebiyatın önde gelen Holokost tarihçisi diye nitelendirilen Aharon Appelfeld, günümüzde Ukrayna topraklarında kalan Romanya Krallığı’nın Bukovina bölgesinde 1932’de doğdu. 1941’de memleketi bir yıl Sovyet işgali altında kaldı. Romanya Ordusu bu işgalden memleketi geri aldı ancak annesi bu sırada öldürüldü. Dokuz yaşındaki Aharon Appelfeld, babasıyla birlikte Romanya kontrolündeki Transdinyester’deki bir çalışma kampına zorunlu olarak sürüldü. Buradan kaçtı, üç yıl boyunca ormanlarda dolaştı. 1944 yılında Kızıl Ordu tarafından bulundu. Ukrayna’da cephe mutfağında çalıştı.
Appelfeld, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1946’da Filistin’e göç etmeden önce İtalya’daki bir mülteci kampında birkaç ay geçirdi. Savaştan sonra İsrail’e göç ettiğinde on dört yaşındaydı. Ancak ayrı düşmelerinden yirmi yıl sonra babasının ismini İsrail Yahudi Ajansı listesinde bulunca 1960’ta tekrar baba oğul birbirlerine kavuştular. Birleşme o kadar duygusaldı ki, Appelfeld bundan hiç söz etmedi.
Appelfeld, kırk yılı aşkın yazarlığında Yahudilerin Holokost’ta yaşadıklarına dair çok sayıda romanlar kaleme aldı. Resmi eğitim eksikliğini İsrail’de telafi etti ve yazmaya başladığı dil olan İbranice’yi öğrendi. Sade, tavizsiz ama güçlü düzyazısıyla savaş öncesi Yahudi toplumunu, ölümden kaçamayanları, antisemitleri, baskı uygulayanları yazdığı gibi Yahudilere yardım eden iyi kalpli Hristiyanları da anlattı. Appelfeld’in yazdıkları İsrail’de yerleşmiş Yahudiler arasında bir bilinmezin parçaları olarak kalıyordu. Bazıları geçmişin karanlığından kurtulmanın mümkün olmadığını söylüyorlardı. Bazıları da bilinçli olarak hatıralarda yaşayarak yeni bir hayata başlayamıyorlardı. Hatta yeni bir başlangıcın mümkün olmadığını dile getiriyor, ormanda veya kamplarda yaşadıklarını bir kahramanlık olarak hatırlıyorlardı. Aharon Appelfeld, hem 1960’lı yıllardaki öykülerinde hem de Badenheim 1939 ve Mucizeler Çağı romanlarında yüzünü İsrail gerçeğinden diasporadaki Yahudi deneyimine çevirdi, özellikle Holokost felaketzedelerine odaklandı. Ancak kamplarda yaşadıklarını anlatmayı neden reddettiğini açıklarken: “O beyaz ısıya dokunamıyorum. İşte bu yüzden kamp hakkında bir şey söyleyemeyeceğim. Ama, kaçışımdan ve 1942 sonbaharında yaptıklarımdan bahsedeceğim. On yaşındaydım.”
Zor Bir Hayatın Hikâyesi’nin açılış cümlelerinde hatıranın fokurdayan, zonklayan bir rezervuar olduğundan söz ederek romanına başlar. Çocukken büyükannesindeki geçirdiği yaz tatilini anımsar. Saatler boyu pencerenin önünde ona yaptığı yolculuğunu tekrar gözden geçirir. Her eski tatilin, her eski anısı bir kaleydoskop gibi hafızasında kaydedilmiştir. Böyle anlarda hayal ve hafıza gücünün birbirleriyle rekabet ettiğini ve o çocukluk yıllarında hayal etme ve rüya görme özgürlüklerinin ellerinden alınmış olmasını şu sözlerle ifade eder: “Anılar daha katı ve elle tutulurdu. Hayal gücü ise kanatlıydı. Anılar bilinenleri kavramıştı. Hayal gücü bilinmeyene doğru yükselirdi. Anılar rahat ve dinginlik verirdi. Hayal gücü ise beni oradan oraya çekip atar, sonunda da ümitsizliğe bırakırdı.”
Appelfeld günümüz Ukraynası’nda doğuyor. Ebeveynleri kendilerini tamamen Avrupalı olarak duyumsuyorlar ve yaşadıkları Ukrayna topluma göre uyum içinde bir yaşam sürdürüyorlar. Kendi tarlalarında çiftçilikle uğraşan büyükanne ve dede Yahudi dini değerlerine bağlı kişiler olarak Appelfeld’in belleğinde silinmeyen izler bırakıyorlar. Hiç kuşkusuz Appelfeld eserleriyle büyükanne ve dededen ona geçmiş olan mirası gelecek kuşaklara devretme görevini de yerine getirmiş oluyor.
Appelfeld, çocukluğunda öğrendiği Almancayı reddetti. İbraniceyi geç öğrenmiş olmasına rağmen, İsrail’in önemli İbranice yazarlarından biri oldu. İlk edebi çalışmaları kısa öykülerdi, ancak yavaş yavaş romanlara da geçti. Eğitimini Kudüs İbrani Üniversitesi’nde tamamladı. Negev Ben-Gurion Üniversitesi’nde edebiyat dersleri verdi. Ölümünden üç ay öncesine kadar eserler veren yazarın Bialik Ödülü, İsrail Ödülü, Ulusal Yahudi Kitap Ödülü, Medicis Ödülü, Nelly Sachs Ödülü bulunuyor. 1997 yılında kendisine Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi tarafından Yabancı Onursal üyeliği verilmiştir.
Appelfeld eserlerini 13 yaşından önce bilmediği ve o yaşından sonra yerleştiği İsrail’de yeni öğrendiği İbranice dilinde eserler vermesi de onun edebi kişiliğinin şekillenmesinde önemli bir etkisi oldu. 13 yaşından önce doğduğu bugünkü Ukrayna’da, Rusya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde yaşadıktan sonra Yahudi soykırımından bir kurtulan olarak İsrail’e göç etti.
Edebi dünyasını şekillendirmede kendi çocukluk deneyimlerinden yola çıkarak “anımsama” eylemini yaratıcılığa dönüştürmüş oldu. 2012 de The Independent gazetesine verdiği röportajda anılarını değil bazı deneyimlerinden yola çıkarak yazın dünyasını yarattığını itiraf eder. Eserlerine yalnız geçen çocukluk günlerini, uyumak için sığınak arayışını, açlığını gidermek için ağaçlardan kopardığı meyveleri, Ukrayna uyruklu mahkumların ona nasıl köle muamelesi yaptığını, bir seks işçisinin onu kendi köy evinde beş ay boyunca nasıl koruduğunu anlattığı deneyimler hiç kuşkusuz 10 yaşındaki bir çocuğun yaşadığı ağır sahnelerdir.
Badenheim 1939 halen İsrail’de okulların müfredatında okutulan bir eser. Bu eser, diğer kısa öyküleri ve romanları gibi Yahudi soykırımından yola çıkarak kendi yaşam öyküsüne, Avrupa Yahudilerinin hayat tarzlarından canlı sahnelerle yazılmıştır. Doğrudan Yahudiliği ele alan eserleri arasında önemli bir yer tutar. Diğer eserlerinde de Yahudi soykırımı öncesi, esnası ve sonrasında Yahudilerin yaşadıklarına odaklanır. Çaresizlik içinde geçen yıllarda ölüm pusuda beklemektedir. Bu durumdan kurtulabileceklerini, savaşmaktan vazgeçmemeleri gerektiğini anlamak o günkü çocuk Aharon için güçtür. Ancak umutsuzluğa karşı umutlu olmaları gerektiğini, çarelerin tükenmediğini büyüklerinden duysa da ev halkının üzerine umutsuzluk çökmüştür.
Hüznün Kıyısına adlı romanında İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesine yakın bir zaman diliminde geçen olaylar on yedi yaşındaki Edmund tarafından anlatılır. Edmund, Aharon Appelfeld’in kendisidir. Ukrayna ormanlarında saklanan bir grup direniş savaşçısına dahil olur. Bir taraftan dondurucu soğukla, açlıkla ve peşlerine düşen Alman askerleriyle mücadele ederlerken trenlerle ölüm kamplarına götürülen insanları kurtarma çabalarını sürdürürler. Acımasız bir ortamda hedeflerine ulaşmaya çalışan disiplinli bir güce oluşma çabası içindedirler. Kurtardıkları insanlara yiyecek ve erzak sağlamak için cıvar köylülerin evlerine baskın yapmak, pusuya düşürdükleri ve öldürdükleri askerlerden aldıkları silahlarla eğitim yapmak durumundadırlar. Akşamları Yahudilerin terk edilmiş evlerinden buldukları dini ve felsefe kitaplarını okurlar.
Kurtardıkları insanlar kilitli sığır vagonlarında yiyeceksiz, susuz ve havasız beş gün geçirmişlerdir. Bu partizan gruba tükenmiş bir durumda gelmişlerdir. Bu grubun misyonu bu büyük katliamdan geriye kalan bir avuç insanı iyileştirmeye yardım etmektir. Kurtarılanlar yıkanır, dezenfektanla temizlenir ve giysileri değiştirilir. Kurtarılanlardan iki kişi tifüse yakalanmıştır ve karantinaya alınmaları gerekir. Bazıları yetersiz beslenmeden mustariptir. Bu insanların iyileştirilmelerinin aylar süreceği öngörülür. Ölümü çağrıştıran bu insanların, bir deri bir kemik kalmış bedenlerini, irin sızan yaralarını yıkayıp durularken, bir yandan da şarkılar söylerler, bir yandan kirli çamaşırlar yıkanır, bir yandan ateşte kaynar su kazanlarının etrafında insanlar sıralarını bekler. Aralarında müthiş bir dayanışma ruhu gelişmiştir. Bu dünyada yalnız olmadıklarını duyumsarlar. Etrafları özverili insanlarla çevrilidir. Bu ortamda kendilerini yüceltilmiş hissederler. Ölümün değil yaşamın peşindedirler, mükemmel bir birlik sergilerler. Güçlerini inançlarından, Yahudi geleneklerinden ve grup içindeki dayanışmadan alan Partizanlar, Sovyet Ordusu’nun ilerleyişini öğrenince geri çekilen Almanların yerleşkelerine saldırı düzenleyeceğini düşünerek kampı terk etmeye başlarlar. Bir taraftan ölülerini gömmek, diğer tarafta yaralılarıyla ilgilenmek zorundadırlar. Savaş bitmiş olsa da, Almanlar geri çekiliyor olsa da, hala dış dünya tüm acımasızlığı ile onları beklemektedir.
Aharon Appelfeld çocukluğunda travmatik bir geçmiş yaşamıştır. Yaşadığı sorunlu geçmiş ile yazdığı eserler arasında zamansal bir mesafe vardır. Yaşadıklarını açıkça dile getirmesi ancak eserleri ile mümkündür. Acısı öyle büyüktür ki, algı, kapılarını bu büyük basınca karşı kapatmıştır. Bu acı, bilinç tarafından paranteze alınarak kapalı tutulmuştur. Bu şekilde zihnin bir köşesinde tutulan olay unutulmamış, dondurulmuştur. Travmanın bilinçli hatırlamaya dönüşmesi ve anlatılabilir hale gelmesi için uzun süre beklemesi gerekmiştir.
Hüseyin Kahvecioğlu, Mekânın Üreticisi ve Tüketicisi Olarak Zaman adlı kitapta zamanın zihindeki algısına dair şunları söyler: “Geçmiş ve şimdi arasındaki sürekli dönüş, bellek sayesindedir. Anımsanan şeylerin bellekte yaşaması şimdi ile geçmişi bir araya getirir. Şimdi, geçmiş ile geleceğin birleşimidir. Böylece zaman ve bellek bir arada kavranan bir bütüne dönüşür. Zaman nitelikseldir ve parçalara ayrılamaz. Geçmiş zihnimizde bir düşünce olmaktan çıkar, yaşanan ana, şimdiye dâhil olur.”
Aharon Appelfeld bu deneyimini anlatırken çok sakin bir dil kullanır, asıl amacı anlatısına canlılık, bir yaşanmışlık katmaktır. Eserleri anlatı olarak yaşadığı bir deneyimin aktarımıdır. Bu aktarımda belleği capcanlıdır. Eserlerinin önemi yaşadıklarını yazıya dönüştürmekle kuşaktan kuşağa aktarılacak olmasıdır. Böylece anlatılan deneyim kaybolmamış olacaktır. Eser, anlatıcının hem kişisel tarihinden biriktirdikleri hem de onu yetiştiren bir önceki neslin deneyimlerini içermesi bakımdan zenginleşmiş olur. Dolayısıyla eserleri Yahudi toplumunun kolektif hafızasını beslemiş olur.
Anat Feinberg, Modern İbrani Kurgusal Edebiyatı, Roman Kahramanları dergisi, Sayı 9, Ocak-Mart 2012
Emily Miller Budick, Aharon Appelfeld Üzerine bir Deneme, Roman Kahramanları Dergisi, Sayı 9, Ocak-Mart 2012
Eric D. Weitz, Review of Avishai Margalit, The Ethics of Memory, H-Soz-u-Kult, H-Net Reviews, April 2005
Friedrich Nietzche, Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine, Say yayınları, 2005
Hüseyin Kahvecioğlu, Mekânın Üreticisi ve Tüketicisi Olarak Zaman, Zaman-Mekân, Ayşe Şentürer, Şafak Ural, Özlem Berber ve Funda Uz Sönmez (hazl.), İstanbul: Yapı Endüstri Merkezi Yayınları, 2008, 146.
1939 Kudüs doğumlu felsefeci Avishai Margalit, çalışmalarında anıların hayatımıza nasıl anlam verdiği üzerine odaklanır. Toplumsal hafıza nasıl oluşur? Hatırlamanın görevi nedir? Hatırlamanın insanın üzerindeki etkisi nedir? Travmatik bir olayı hatırlama, bağışlama duygusunun yerine nefret duygusunu aşılar mı? Bilinçaltının derinliklerindekileri ortaya çıkarmakla kişi yaşamış olduğu travmatik bir olaydan iyileşme sağlayabilir mi? Margalit bu çalışmalarını “ethics of memory” (hatırlamanın etiği) altında toplar. Bu çalışmalarını paylaşılan ortak bir geçmişte kuvvetli bağlarla kenetlenmiş bireyler üzerinden yürütür. “Paylaşılmış geçmiş” üzerine yoğunlaşır. “Paylaşılmış geçmiş” bireyleri birlikte bir toplum olma evresine götürür. Toplumun geçmişi, şimdisi ve geleceğini içinde barındırır; toplumu zenginleştirir. Bu bağlamda bireyleri birbirlerine bağlayan en kuvvetli bağın aile bireylerinden yani küçük bir çevreden başlayıp topluma yayıldığını söyler.
Bireysel hafızanın varlığı konusunda bir tereddüt bulunmamakla birlikte “kolektif hafıza” kavramı üzerine uzun tartışmalar oldu. Durkheim’in öğrencilerinden ünlü Fransız sosyolog Maurice Halbwachs’ın (1877-1945) Hafızanın Toplumsal Çerçevesi ve Kolektif Hafıza adlı eserleri bu konuda çığır açan çalışmalar oldu. Ancak Halbwachs bu kavramı ortaya attığında ciddi tartışmalara neden oldu. Bugün “kolektif hafıza” kavramı, sadece küçük topluluklara değil, etnik gruplar, uluslar ve devletler gibi büyük topluluklara da uyarlanmakta.
Halbwachs’a göre bireysel hafıza ile toplumsal hafıza ayrılamaz. Halbwachs tezini “hafızanın toplumsal şartlara bağlı” olduğu üzerine kurmuştur. Gerçi hafıza her zaman bireye aittir; ama Halbwachs’a göre bu hafıza toplumsal olarak belirlenir. En kişisel anılar bile, sadece sosyal grupların iletişim ve etkileşimi üzerinden yapılanır. Sadece başkalarından öğrendiklerimizi hatırlamayız; aynı zamanda onların anlattıklarını, anlamlı diye vurguladıklarını ve yansıttıklarını hatırlarız. Çünkü Halbwachs’a göre algısız hatırlama yoktur. İnsanları bir topluma yerleştirdiğimiz andan itibaren, içsel ve dışsal izlenimleri birbirinden ayırmak mümkün olmaz. Hafıza, tıpkı dil gibi, iletişimsel süreçlerde, yani hatıraların anlatılması ve sahiplenmesi yoluyla oluşur. Buna göre hafıza, her zaman diğer bireylerle ve başka gruplarla ilişki içindedir. Bizden önce meydana gelmiş, yaşamadığımız olayları, genellikle kendimizi ait hissettiğimiz grup açısından önem taşıdıkları ölçüde hatırlarız. Bu açıdan, grup hatırlama edimini Halbwachs “çerçeve” ya da “filtre” terimiyle açıklar.
Ne kadar kişisel olursa olsun, her hatırlama, başka birçok kimsenin de sahip olduğu bir düşünceler kümesiyle ilişki içinde olur; kişiler, yerler, tarih, sözcükler, dil biçimleri gibi şeylerle, yani parçası olduğumuz toplumla birlikte gerçekleşir. Halbwachs’a göre hafıza canlıdır ve her canlı organizma gibi sürekli devinim halinde varlığını sürdürür. İnsan sadece kendi hafızasının çerçevesinde içine yerleştirdiği şeyleri hatırlar. Bu devinim durursa unutma ortaya çıkar.
Halbwachs hatırlamayı toplumsal bir inşa olarak görür. Ona göre hafıza tarihsel gerçekliğini birebir yansıtan bir ayna değil, geçmişin yeniden inşa edildiği bir alandır. Hiçbir hafıza, geçmişi olduğu gibi koruyamaz fikrini savunur. Kısaca Halbwachs’a göre hafıza, yeniden kurma işlemine dayanır. Geçmiş, hafızada sürekli olarak yeniden kurgulanır. Bu noktada Friedrich Nietzche’nin Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine eserindeki şu sözleri açıklayıcı olacak: “İnsan unutmayı bir türlü öğrenemeyip de hep geçmişe bağlı kaldığı için şaşar durur kendine de: İstediği kadar ileri ve çabuk yürüsün, zinciri ile birlikte yürür, hızla akıp geçen olaylara bağlıdır gene de. Şaşılacak bir şey: An, birden burada, bir yok, daha önce bir hiç, daha sonra bir hiç, yine de bir hayal gibi yeniden gelir ve daha sonraki bir an’ın rahatını kaçırır. Zaman tomarından boyuna bir yaprak çözülür, düşer, uçup gider-birden yeniden insanın kucağına geri döner. İşe o zaman insan “anımsıyorum” der.”
2018 yılında, eserleri otuz dile çevrilmiş, 85 yaşında vefat eden İsrail edebiyatının önde gelen, üretken ve yetenekli yazarı Aharon Appelfeld anımsamalarını edebi eserlere taşıyarak edebi kimliğini oluşturmuş bir yazar. Philip Roth tarafından edebiyatın önde gelen Holokost tarihçisi diye nitelendirilen Aharon Appelfeld, günümüzde Ukrayna topraklarında kalan Romanya Krallığı’nın Bukovina bölgesinde 1932’de doğdu. 1941’de memleketi bir yıl Sovyet işgali altında kaldı. Romanya Ordusu bu işgalden memleketi geri aldı ancak annesi bu sırada öldürüldü. Dokuz yaşındaki Aharon Appelfeld, babasıyla birlikte Romanya kontrolündeki Transdinyester’deki bir çalışma kampına zorunlu olarak sürüldü. Buradan kaçtı, üç yıl boyunca ormanlarda dolaştı. 1944 yılında Kızıl Ordu tarafından bulundu. Ukrayna’da cephe mutfağında çalıştı.
Appelfeld, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1946’da Filistin’e göç etmeden önce İtalya’daki bir mülteci kampında birkaç ay geçirdi. Savaştan sonra İsrail’e göç ettiğinde on dört yaşındaydı. Ancak ayrı düşmelerinden yirmi yıl sonra babasının ismini İsrail Yahudi Ajansı listesinde bulunca 1960’ta tekrar baba oğul birbirlerine kavuştular. Birleşme o kadar duygusaldı ki, Appelfeld bundan hiç söz etmedi.
Appelfeld, kırk yılı aşkın yazarlığında Yahudilerin Holokost’ta yaşadıklarına dair çok sayıda romanlar kaleme aldı. Resmi eğitim eksikliğini İsrail’de telafi etti ve yazmaya başladığı dil olan İbranice’yi öğrendi. Sade, tavizsiz ama güçlü düzyazısıyla savaş öncesi Yahudi toplumunu, ölümden kaçamayanları, antisemitleri, baskı uygulayanları yazdığı gibi Yahudilere yardım eden iyi kalpli Hristiyanları da anlattı. Appelfeld’in yazdıkları İsrail’de yerleşmiş Yahudiler arasında bir bilinmezin parçaları olarak kalıyordu. Bazıları geçmişin karanlığından kurtulmanın mümkün olmadığını söylüyorlardı. Bazıları da bilinçli olarak hatıralarda yaşayarak yeni bir hayata başlayamıyorlardı. Hatta yeni bir başlangıcın mümkün olmadığını dile getiriyor, ormanda veya kamplarda yaşadıklarını bir kahramanlık olarak hatırlıyorlardı. Aharon Appelfeld, hem 1960’lı yıllardaki öykülerinde hem de Badenheim 1939 ve Mucizeler Çağı romanlarında yüzünü İsrail gerçeğinden diasporadaki Yahudi deneyimine çevirdi, özellikle Holokost felaketzedelerine odaklandı. Ancak kamplarda yaşadıklarını anlatmayı neden reddettiğini açıklarken: “O beyaz ısıya dokunamıyorum. İşte bu yüzden kamp hakkında bir şey söyleyemeyeceğim. Ama, kaçışımdan ve 1942 sonbaharında yaptıklarımdan bahsedeceğim. On yaşındaydım.”
Zor Bir Hayatın Hikâyesi’nin açılış cümlelerinde hatıranın fokurdayan, zonklayan bir rezervuar olduğundan söz ederek romanına başlar. Çocukken büyükannesindeki geçirdiği yaz tatilini anımsar. Saatler boyu pencerenin önünde ona yaptığı yolculuğunu tekrar gözden geçirir. Her eski tatilin, her eski anısı bir kaleydoskop gibi hafızasında kaydedilmiştir. Böyle anlarda hayal ve hafıza gücünün birbirleriyle rekabet ettiğini ve o çocukluk yıllarında hayal etme ve rüya görme özgürlüklerinin ellerinden alınmış olmasını şu sözlerle ifade eder: “Anılar daha katı ve elle tutulurdu. Hayal gücü ise kanatlıydı. Anılar bilinenleri kavramıştı. Hayal gücü bilinmeyene doğru yükselirdi. Anılar rahat ve dinginlik verirdi. Hayal gücü ise beni oradan oraya çekip atar, sonunda da ümitsizliğe bırakırdı.”
Appelfeld günümüz Ukraynası’nda doğuyor. Ebeveynleri kendilerini tamamen Avrupalı olarak duyumsuyorlar ve yaşadıkları Ukrayna topluma göre uyum içinde bir yaşam sürdürüyorlar. Kendi tarlalarında çiftçilikle uğraşan büyükanne ve dede Yahudi dini değerlerine bağlı kişiler olarak Appelfeld’in belleğinde silinmeyen izler bırakıyorlar. Hiç kuşkusuz Appelfeld eserleriyle büyükanne ve dededen ona geçmiş olan mirası gelecek kuşaklara devretme görevini de yerine getirmiş oluyor.
Appelfeld, çocukluğunda öğrendiği Almancayı reddetti. İbraniceyi geç öğrenmiş olmasına rağmen, İsrail’in önemli İbranice yazarlarından biri oldu. İlk edebi çalışmaları kısa öykülerdi, ancak yavaş yavaş romanlara da geçti. Eğitimini Kudüs İbrani Üniversitesi’nde tamamladı. Negev Ben-Gurion Üniversitesi’nde edebiyat dersleri verdi. Ölümünden üç ay öncesine kadar eserler veren yazarın Bialik Ödülü, İsrail Ödülü, Ulusal Yahudi Kitap Ödülü, Medicis Ödülü, Nelly Sachs Ödülü bulunuyor. 1997 yılında kendisine Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi tarafından Yabancı Onursal üyeliği verilmiştir.
Appelfeld eserlerini 13 yaşından önce bilmediği ve o yaşından sonra yerleştiği İsrail’de yeni öğrendiği İbranice dilinde eserler vermesi de onun edebi kişiliğinin şekillenmesinde önemli bir etkisi oldu. 13 yaşından önce doğduğu bugünkü Ukrayna’da, Rusya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde yaşadıktan sonra Yahudi soykırımından bir kurtulan olarak İsrail’e göç etti.
Edebi dünyasını şekillendirmede kendi çocukluk deneyimlerinden yola çıkarak “anımsama” eylemini yaratıcılığa dönüştürmüş oldu. 2012 de The Independent gazetesine verdiği röportajda anılarını değil bazı deneyimlerinden yola çıkarak yazın dünyasını yarattığını itiraf eder. Eserlerine yalnız geçen çocukluk günlerini, uyumak için sığınak arayışını, açlığını gidermek için ağaçlardan kopardığı meyveleri, Ukrayna uyruklu mahkumların ona nasıl köle muamelesi yaptığını, bir seks işçisinin onu kendi köy evinde beş ay boyunca nasıl koruduğunu anlattığı deneyimler hiç kuşkusuz 10 yaşındaki bir çocuğun yaşadığı ağır sahnelerdir.
Badenheim 1939 halen İsrail’de okulların müfredatında okutulan bir eser. Bu eser, diğer kısa öyküleri ve romanları gibi Yahudi soykırımından yola çıkarak kendi yaşam öyküsüne, Avrupa Yahudilerinin hayat tarzlarından canlı sahnelerle yazılmıştır. Doğrudan Yahudiliği ele alan eserleri arasında önemli bir yer tutar. Diğer eserlerinde de Yahudi soykırımı öncesi, esnası ve sonrasında Yahudilerin yaşadıklarına odaklanır. Çaresizlik içinde geçen yıllarda ölüm pusuda beklemektedir. Bu durumdan kurtulabileceklerini, savaşmaktan vazgeçmemeleri gerektiğini anlamak o günkü çocuk Aharon için güçtür. Ancak umutsuzluğa karşı umutlu olmaları gerektiğini, çarelerin tükenmediğini büyüklerinden duysa da ev halkının üzerine umutsuzluk çökmüştür.
Hüznün Kıyısına adlı romanında İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesine yakın bir zaman diliminde geçen olaylar on yedi yaşındaki Edmund tarafından anlatılır. Edmund, Aharon Appelfeld’in kendisidir. Ukrayna ormanlarında saklanan bir grup direniş savaşçısına dahil olur. Bir taraftan dondurucu soğukla, açlıkla ve peşlerine düşen Alman askerleriyle mücadele ederlerken trenlerle ölüm kamplarına götürülen insanları kurtarma çabalarını sürdürürler. Acımasız bir ortamda hedeflerine ulaşmaya çalışan disiplinli bir güce oluşma çabası içindedirler. Kurtardıkları insanlara yiyecek ve erzak sağlamak için cıvar köylülerin evlerine baskın yapmak, pusuya düşürdükleri ve öldürdükleri askerlerden aldıkları silahlarla eğitim yapmak durumundadırlar. Akşamları Yahudilerin terk edilmiş evlerinden buldukları dini ve felsefe kitaplarını okurlar.
Kurtardıkları insanlar kilitli sığır vagonlarında yiyeceksiz, susuz ve havasız beş gün geçirmişlerdir. Bu partizan gruba tükenmiş bir durumda gelmişlerdir. Bu grubun misyonu bu büyük katliamdan geriye kalan bir avuç insanı iyileştirmeye yardım etmektir. Kurtarılanlar yıkanır, dezenfektanla temizlenir ve giysileri değiştirilir. Kurtarılanlardan iki kişi tifüse yakalanmıştır ve karantinaya alınmaları gerekir. Bazıları yetersiz beslenmeden mustariptir. Bu insanların iyileştirilmelerinin aylar süreceği öngörülür. Ölümü çağrıştıran bu insanların, bir deri bir kemik kalmış bedenlerini, irin sızan yaralarını yıkayıp durularken, bir yandan da şarkılar söylerler, bir yandan kirli çamaşırlar yıkanır, bir yandan ateşte kaynar su kazanlarının etrafında insanlar sıralarını bekler. Aralarında müthiş bir dayanışma ruhu gelişmiştir. Bu dünyada yalnız olmadıklarını duyumsarlar. Etrafları özverili insanlarla çevrilidir. Bu ortamda kendilerini yüceltilmiş hissederler. Ölümün değil yaşamın peşindedirler, mükemmel bir birlik sergilerler. Güçlerini inançlarından, Yahudi geleneklerinden ve grup içindeki dayanışmadan alan Partizanlar, Sovyet Ordusu’nun ilerleyişini öğrenince geri çekilen Almanların yerleşkelerine saldırı düzenleyeceğini düşünerek kampı terk etmeye başlarlar. Bir taraftan ölülerini gömmek, diğer tarafta yaralılarıyla ilgilenmek zorundadırlar. Savaş bitmiş olsa da, Almanlar geri çekiliyor olsa da, hala dış dünya tüm acımasızlığı ile onları beklemektedir.
Aharon Appelfeld çocukluğunda travmatik bir geçmiş yaşamıştır. Yaşadığı sorunlu geçmiş ile yazdığı eserler arasında zamansal bir mesafe vardır. Yaşadıklarını açıkça dile getirmesi ancak eserleri ile mümkündür. Acısı öyle büyüktür ki, algı, kapılarını bu büyük basınca karşı kapatmıştır. Bu acı, bilinç tarafından paranteze alınarak kapalı tutulmuştur. Bu şekilde zihnin bir köşesinde tutulan olay unutulmamış, dondurulmuştur. Travmanın bilinçli hatırlamaya dönüşmesi ve anlatılabilir hale gelmesi için uzun süre beklemesi gerekmiştir.
Hüseyin Kahvecioğlu, Mekânın Üreticisi ve Tüketicisi Olarak Zaman adlı kitapta zamanın zihindeki algısına dair şunları söyler: “Geçmiş ve şimdi arasındaki sürekli dönüş, bellek sayesindedir. Anımsanan şeylerin bellekte yaşaması şimdi ile geçmişi bir araya getirir. Şimdi, geçmiş ile geleceğin birleşimidir. Böylece zaman ve bellek bir arada kavranan bir bütüne dönüşür. Zaman nitelikseldir ve parçalara ayrılamaz. Geçmiş zihnimizde bir düşünce olmaktan çıkar, yaşanan ana, şimdiye dâhil olur.”
Aharon Appelfeld bu deneyimini anlatırken çok sakin bir dil kullanır, asıl amacı anlatısına canlılık, bir yaşanmışlık katmaktır. Eserleri anlatı olarak yaşadığı bir deneyimin aktarımıdır. Bu aktarımda belleği capcanlıdır. Eserlerinin önemi yaşadıklarını yazıya dönüştürmekle kuşaktan kuşağa aktarılacak olmasıdır. Böylece anlatılan deneyim kaybolmamış olacaktır. Eser, anlatıcının hem kişisel tarihinden biriktirdikleri hem de onu yetiştiren bir önceki neslin deneyimlerini içermesi bakımdan zenginleşmiş olur. Dolayısıyla eserleri Yahudi toplumunun kolektif hafızasını beslemiş olur.
Kaynakça
Aharon Appelfeld, Hüznün Kıyısına, çeviren Yudit Sevinir, Livera Yayınları, 2023
Anat Feinberg, Modern İbrani Kurgusal Edebiyatı, Roman Kahramanları dergisi, Sayı 9, Ocak-Mart 2012
Emily Miller Budick, Aharon Appelfeld Üzerine bir Deneme, Roman Kahramanları Dergisi, Sayı 9, Ocak-Mart 2012
Eric D. Weitz, Review of Avishai Margalit, The Ethics of Memory, H-Soz-u-Kult, H-Net Reviews, April 2005
Friedrich Nietzche, Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine, Say yayınları, 2005
Hüseyin Kahvecioğlu, Mekânın Üreticisi ve Tüketicisi Olarak Zaman, Zaman-Mekân, Ayşe Şentürer, Şafak Ural, Özlem Berber ve Funda Uz Sönmez (hazl.), İstanbul: Yapı Endüstri Merkezi Yayınları, 2008, 146.
Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma, Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, İletişim yayınları, 2007
Paylaş: