Göze Çarpanlar

İsrail’e “bizim için öldürme” diyen Amerikalı Yahudiler: Hannah Arendt’ten Einstein’a 75 yıllık miras – Yunus Emre Erdölen

Batı Filistin’de katledilen çocuklara sırtını dönmüşken yüzlerce Amerikalı Yahudi İsrail’i ve Netanyahu’ya destek veren Biden hükümetini protesto etmek için Kongre’yi, tren garlarını, Noel pazarlarını, köprüleri basıyor, Filistinliler için dua ediyor, gözaltına alınma pahasına oturma eylemi yapıyor. İsrail’e “bizim için öldürme” diyen Amerikalı Yahudiler, 1948’de İsrail bağımsızlığını ilan ettiğinde ABD’yi yükselen İsrail radikal sağına karşı uyaran Hannah Arendt ve Albert Einstein gibi liberal sol Amerikalı Yahudilerin mirasını yaşatıyor. Barış için Yahudi Sesi örgütü de New York’ta anti-siyonist Hasidik Yahudi cemaatleri gibi dini argümanları kullanarak İsrail’i eleştiriyor, liberal sol gençlerin yoğun katılımıyla kitle eylemleri düzenliyor. İsrail’e koşulsuz destek veren Biden’ın, Arendt’in sancağını devralan Amerikalı Yahudileri ne zaman dikkate alacağı meçhul. Fakat kendi kavmine karşı çıkabilecek kadar vicdanlı insanların sesi dünyanın hiçbir yerinde kısılmadıkça işlerin daha da kötüye gideceği, geçmişteki acıların tekrar tekrar yaşanacağı kesin.

Kaynak: Serbestiyet

İsrail kurulmadan önce Deir Yassin, Batı Kudüs’te bulunan 600 kişilik küçük bir Arap köyüydü. İngiliz mandasındaki Filistin’deki çoğu Arap köyü gibi Yahudi köyleriyle komşuydu. Fakat 1948 gibi kaotik bir dönemde Yahudi köyleriyle komşu diğer Arap köylerinin aksine Deir Yassin oldukça sakindi. Zira Deir Yassin sakinleri komşu Yahudi köyü Givat Shaul ile anlaşma yapmış, Arap milisler köylerine geldiği zaman komşularına haber vermeyi kabul etmiş, karşılığında da Kudüs’e giderken güvenli geçiş hakkı elde etmişti. Deir Yassin köylüleri, Arap milisler gündüz vakti geldiği zaman iki beyaz çamaşırın ortasına siyah bir çamaşır asıyor, geceleyin ise fener ışıklarıyla haber veriyordu, böylece Yahudi komşuları olası bir saldırıya karşı tedbir alabiliyordu.

9 Nisan 1948 sabahı kamyon kasalarına doluşan onlarca eli silahlı milisler Deir Yassin’e girdi. Sivil kıyafetli eli silahlı milislerin Arap olması durumunda, anlaşma gereği Yahudi komşularına haber vermeyi planlayan köylüler yataklarından kalktı ve dışarı çıktı, fakat hiçbiri evlerine bir daha giremedi. Gelenler İngiltere’nin de terörist olarak kabul ettiği Siyonist paramiliter İrkud örgütü üyeleriydi. Radikal sağcı Menachem Begin liderliğindeki İrkud, sadece bugünkü İsrail topraklarında değil, Ürdün Nehri’nin doğu yakasındaki Ürdün’ü de içeren topraklarda Büyük İsrail’i kurmak isteyen faşist bir örgüttü. Sivilleri öldürüyor, köyleri basıp çoluk çocuk katlederek Filistinlileri göçe zorluyordu.

Komşu köylerle barış anlaşması gereği Arap milis veya ağır silah barındırmayan savunmasız Deir Yassin köylüleri, İrkud için kolay bir hedefti. Amaçları oldukça netti: Bölgede yaşayan Filistinlileri korkutup kaçıracak kadar korkunç bir katliam, terör saldırısı. Bu amaca ulaşmaları çok zor olmadı. Köylüler kendilerini savunacak silahlara veya milislere sahip değildi.


Deir Yassin katliamından sağ kurtulan kadınlar ve cesetler

İrkud teker teker köy evlerine girdi, Filistinli köylüleri öldürmeye başladı, teslim olanlar da duvarlara dizilip vuruluyordu. Çoğu kadın ve çocuk yaklaşıkm100 Filistinli sivil vahşice katledildi, bir binaya doldurulan esirler yakılmak üzereyken, katliama tanık olan Yahudilerden Meir Laip’in anlattıklarına göre Deir Yassin ile barış anlaşması yapan Givat Shaul’dan gelen Hasidik Yahudileri İrkud’u engelledi: “Bizim bir anlaşmamız vardı, barış içinde yaşıyorduk.” diyerek İrkud’u durdurdu. Toplu bir şekilde yakılmaktan kurtulan esir köylüler İrkud tarafından kamyon kasalarına konuldu, Kudüs’teki Yahudi mahallerinde savaş ganimeti gibi gezdirildi, aşağılandı.

Deir Yassin katliamı, 700 bin Filistinlinin doğduğu topraklardan, köylerinden, zeytinliklerinden sürüldüğü Nakba’nın başlangıcıydı.


Nakba tehciri

Deir Yassin katliamından bir ay sonra İsrail bağımsızlığını ilan etti. İrkud lağvedildi ve silahları, milisleriyle birlikte İsrail ordusuna katıldı. İrkud’un Menachem Begin liderliğindeki siyasi kanadı ise radikal sağcı bir faşist parti kurdu: Herut (Özgürlük) Partisi. Parti Arap devletleriyle ateşkes yapan İsrail hükümetine karşı çıkıyor, Gazze ve Batı Şeria’dan Filistinlilerin tamamen sürülmesini savunuyor, hatta Ürdün Krallığı’nın da Büyük İsrail’e katılması gerektiğini söylüyordu. Eski bir faşist terör örgütünün siyasi uzantısı Herut, kurucu meclis seçimlerinde %11.5 oy alarak 14 vekille İsrail parlamentosu Knesset’e girmeyi başardı. Her ne kadar ülkenin kurucu elitleri sol ve merkez sol Siyonistlerden oluşsa da radikal sağcı Herut ilk seçimlerden itibaren varlığını göstermişti.

İrkud’un ve Herut’un lideri Menachem Begin

Menachem Begin’in seçimlerden önceki en önemli hamlelerinden biri, radikal imajını yıkmak için ABD’yi ziyaret etmesiydi. Begin, terör örgütü lideri olarak görüldüğü İngiltere’ye giremiyordu, fakat İsrail’e kurulduğu ilk günden itibaren en çok destek veren ABD’ye ziyareti için yeşil ışık yakılmıştı. Menachem Begin, ABD’yi ziyaret ederek İsrail’in müttefikleriyle ilişkileri kuvvetli bir isim olduğunu göstermek, Amerika’daki Siyonist lobilerin, grupların desteğini almak istiyordu. Zaten İsrail’in kurulmasıyla birlikte dünya Filistinlilerin acılarını her zamanki gibi çoktan rafa kaldırmıştı.

Albert Einstein ve Hannah Arendt

Fakat Deir Yassin’de yaşananları unutmayanlar da vardı. Aralarında Hannah Arendt ve Albert Einstein gibi ünlü isimlerin de bulunduğu 30 Amerikalı Yahudi haham, yazar, gazeteci, akademisyen ve kanaat önderi New York Times’da bir ilan yayınladı. New York Times editörlerine hitaben yazılan bu mektupta İrgun ve Menachem Begin’in kanlı sicili anlatılıyor, terörist ve faşist oldukları hatırlatılıyordu. Aralarında New York’taki Sefarad sinagogu hahamlarından Jessurun Cardozo’nun da bulunduğu liberal sol Amerikalı Yahudilerin uyarısı oldukça netti: Menachem Begin, Mussolini’yi örnek alan bir faşistti, Amerika ziyaretine izin verilmesi bu faşist hareketi normalleştiriyordu, “geçmişte yaptıkları gelecekte yapacaklarının da sinyallerini veriyordu”, bu nedenle Begin’in bugün ABD kamuoyuna verdiği ılımlı mesajlara güvenmemek, tedbir almak gerekiyordu.

2 Aralık 1948 tarihli New York Times sayısında yayınlanan bildiri

Bağımsız bir Yahudi devletinin kurulduğu, korkunç bir insanlık suçu olan Holokost’un ardından bütün Yahudilerin kenetlendiği 1948 gibi bir zamanda kendi kavimlerini sert bir şekilde eleştiren bu 30 Amerikalı Yahudi’nin uyarısı dikkate alınmadı, mektuba imza atanlar “hainlikle”, “Amerikalılaşmakla”, “self-hate Jew” (kendinden nefret eden Yahudi) olmakla suçlandı. Fakat tarih her zamanki gibi tekerrür etti ve Arendt’in, Einstein’in iç görülü kehanetleri gerçekleşti.

ABD ziyaretinden 25 sene sonra Menachem Begin liderliğinde sağ ve radikal sağ partiler, sol partilere karşı birleşerek yeni bir sağ parti kurdu: Likud (Konsolidasyon). Likud merkez sağdan radikal sağa geniş bir sağ koalisyonun vücut bulmuş haliydi. Artık her seçimde birinci veya ikinci oluyor, koalisyonlara giriyordu. Benjamin Netanyahu liderliğinde Likud, kısa bir süreliğine 1996 seçimlerinde hükümete girdi, sonrasında 2009 seçimlerinden itibaren günümüze kadar neredeyse aralıksız bir şekilde İsrail’i yönetti.

İsrail Başbakanı Netanyahu, 2014 yılında Menachem Begin Hafıza Merkezi’nde Likud üyeleriyle bir toplantı yapıyor

Ne acı ki 75 yıl sonra bugün, 1948’de Deir Yassin köyünü basan İrkud’un halefi Likud’un lideri Netanyahu, Deir Yassin katliamından sonra Nakba’da Filistin’i terk ederek Gazze’deki mülteci kamplarına sığınmış Filistinli sivillerin bombalanması için “vur emri” veriyor, binlerce masum insanı katlediyor, her gün korkunç katliamlara imza atıyor.   

New York’taki Grand Central tren garını basan Amerikalı Yahudiler toplu bir şekilde gözaltına alınıyor

Özellikle Batı’nın sessizliğine rağmen, dün Hannah Arendt’in, Albert Einstein’in en sert şekilde karşı çıkıp, dünyayı uyardıkları gibi bugün de liberal sol Amerikalı Yahudiler dışlanmak, soyutlanmak, yaftalanmak pahasına İsrail’i protesto etmeye devam ediyor.

Bu sefer bu protesto sadece gazete ilanlarıyla sınırlı değil, İsrail’in Gazze bombardımanı başladığından beri Hannah Arendt, Einstein gibi isimlerden ilham alan Jewish Voice for Peace (Barış için Yahudi Sesi) örgütü ABD Kongresi’ni, tren garlarını, köprüleri basıyor, Biden hükümetine kalıcı ateşkes çağrısı yapması için baskı kuruyor, gözaltına alınma pahasına oturma eylemleri düzenliyor.

Arendt’in, Einstein’in mirası 75 yıl sonra yine New York sokaklarında yankılanıyor, İsrail yönetimini rahatsız ediyor.

New York’tan yükselen “Barış için Yahudi Sesi”

İsrail’in Filistinlilere yönelik zulmünü eleştiren, İsrail’in Yahudilerin üstünlüğüne dayalı bir apartheid rejimi olduğunu söyleyen New Yorklu sol liberal, seküler Yahudilerin 1996 yılında kurduğu Barış için Yahudi Sesi örgütü, kısa bir zaman içerisinde iklim aktivistti ve feminist Naomi Klein, toplumsal cinsiyet alanında uzmanlaşan akademisyen Judith Butler, sosyalist Noam Chomsky, eşcinsel tiyatro yazarı Tony Kushner başta olmak üzere ABD’nin önde gelen anti-siyonist Yahudi aydınlarını bünyesinde topladı.

Judith Butler ve Noam Chomsky

Örgüt için kırılma noktası 2014 yılı oldu. İsrail’in yine Gazze’yi yoğun bir şekilde bombaladığı ve çoğu sivil 2 binden fazla kişiyi katlettiği 2014 yılında, Barış için Yahudi Sesi’nin e-posta listesinin abone sayısı %37, sosyal medyadaki takipçi sayıları 200 bin kişi arttı, 18 şehirde yeni şube açıldı. California ve New York gibi şehirlerde yaşayan, çoğunluk Doğu Avrupa göçmeni seküler ve sol orta sınıf Yahudi ailelerinin eğitimli, akademisyen ve sol görüşlü liberal çocuklarının kurduğu örgüt zaman içerisinde ünlü isimlerin, gençlerin de eylemlere destek vermesiyle etkili bir kitle örgütüne dönüştü. İsrail’in ayrımcı politikalarının, Gazze’ye yönelik saldırılarının durması için büyük eylemler yapan ve sosyal medyada içerikler üreten Yahudi Sesi üyeleri, barış ve diyalog odaklı proje önerileriyle Rockerfeller, Charles Schwab gibi vakıf ve şirketlerden de bağış alarak etki alanını genişletti. İsrail medyası her ne kadar Barış için Yahudi Sesi’ne bağış yapanları kınasa da barış ve diyalog için kurulan bir örgütün başvurusunu reddetmek, Yahudilerden oluşan bir kuruma “antisemitist” diyebilmek pek kolay değildi.

Yahudi Sesi’nin bağışçılarından biri de Ben & Jerry’s dondurmaları. Şirketin Yahudi kurucuları, Filistin destekçisi Amerikalı Yahudi senatör Bernie Sanders’in yakın dostları. Ben & Jerry’s geçen sene İsrail’in Batı Şeria işgalini protesto etmek için ürünlerinin İsrail’deki satışını durdurdu ve boykot kampanyasına katıldı.

Barış için Yahudi Sesi, şu anda Amerika’da Biden yönetiminin İsrail’e şerhsiz desteğini en sert ve etkili şekilde eleştiren baskı grubu. Özellikle İsrail’i eleştiren herkesin “antisemitist” olarak yaftalandığı bir ortamda, bütün eylemlerde en önde yer alarak hem Arap ve Müslüman Amerikalılara alan açıyor hem de İsrail’i insan hakları ve hukuk diline dayanan bir söylemle eleştiriyorlar. ABD’nin ilk Filistinli Kongre üyesi Rashida Tlaib, Kongre’de İsrail’i eleştirdiği için kendi partisinden verilen destek oylarıyla sansür cezası alırken Barış için Yahudi Sesi üyeleri Tlaib’e destek veriyor, mitinglerine çağırıp mikrofon uzatıyor, sesini Amerika’ya duyurmasına yardımcı oluyorlar.

Özellikle Holokost, soykırım ve antisemitizm üzerine çalışan Yahudi akademisyenler, bu tür eylemlere katılarak İsrail’in bu kavramları Filistinlilere etnik temizlik uygulamak için kullandığını anlatıyor, İsrail’in resmi devlet söylemini ters yüz ediyor.

Dini inançları gereği Mesih gelene kadar İsrail’in kurulmaması gerektiğine inanan New Yorklu Hasidik Yahudiler

Her ne kadar özellikle sayıları az olmasına rağmen New York’ta etkin bir anti-siyonist Hasidik cemaati olan Neturei Karta üyeleri kadar olmasa da Barış için Yahudi Sesi de seküler bir hayat tarzı benimsemelerine rağmen Yahudi dinine atıf yaparak ikna edici bir barış söylemi kuruyor. Bu söylemin en iyi örneğini New York’taki tren garı eylemine katılarak gözaltına alınan 81 yaşındaki akademisyen Rosalind Petchesky’nin konuşmasında bulmak mümkün. Rosalind, Şabat gününde Filistin için dua edeceğini söylüyor ve Yahudi felsefesinde öldürmenin günah olduğunu vurguluyor.

Sadece bununla sınırlı kalmıyorlar. Eylemlerde sol görüşlü hahamlar, dua okuyor, Filistin için ayin düzenliyor, Tevrat’tan alıntılarla İsrail’i eleştiriyorlar. Özellikle sol görüşlü ve liberal kentli Yahudiler, eşcinsel evliliklerin onaylandığı, kadınların da haham olabildiği cemaatler kurarak, İsrail’in sert bir şekilde eleştirildiği sinagoglarda bu tür söylemleri geliştiriyor, böylece 1968 kuşağı seküler Yahudi solcu aydınlarının söylemleri dini motiflerle buluşma imkanı yakalıyor. İsrail’deki sağcılar ve ABD’de yaşayan Siyonist Yahudiler ise bu tutumu “dinden çıkma” ve “vatana ihanet” olarak görüyor, “liberal salak” anlamına gelen “libtard” sözcüğüyle çelişki olduklarına inandıkları bu tutumu kınıyor, tekfir ediyor. Yahudi Sesi ise bu tepkilere karşı bütünlük bir söylem kurmak için sol görüşlü liberal hahamlardan oluşan bir Haham Konseyi kurdu ve bu konseyin aldığı kararları uygulamaya, sinagoglardaki hahamları kendilerine katılmaları için ikna etmeye başladı.

Kongre’yi basan Yahudi eylemciler dua ediyor

İsrail medyası ve Amerika’daki sağcı Yahudiler ise, Barış için Yahudi Sesi’nin antisemitist olduğunu söylüyor, bu örgüte destek veren Yahudilere “kendinden nefret eden Yahudi” diyor.

Times of Israel’in manşeti: “Savaşın eşiğinde kendinden nefret eden Yahudiler kendilerine bir ses buldu”

İsrail’i eleştiren Yahudiler sadece aşağılanmıyor, aynı zamanda da kariyerleriyle de tehdit ediliyor.

Örneğin Yahudi Sesi’nin kurucularından ünlü oyun yazarı Amerikalı Yahudi Tony Kushner’a verilmesi planlanan ödüller, fahri doktoralar birçok kez iptal edildi, Kushner’a kendi yakın ailesi dahi tepki gösterdi. Fakat verilen tepkiler Amerika’daki eşcinsel kültürünün en önemli tiyatro eserlerinden biri olan “Angels in America”’nın yazarı Kushner’i Yahudi kültüründen “iptal” edemedi. Kushner yazdığı eserlerle Yahudi kültürünü, New York kent kültürüyle harmanlamaya, Grammy, Emmy, Oscar ödüllerine aday gösterilmeye devam etti.

Meryl Streep açılış sahnesinde bir vefat eden yaşlı bir kadın üzerinden ABD’ye göç eden Yahudilerin hayata tutunma çabasını anlattığı Yahudi hahamı canlandırdığı “Angels in America” filmi AİDS’e yakalanan eşcinsel Amerikalıların yaşadığı ayrımcılığı konu alıyor. Özellikle McCarthy döneminde, eşcinselleri, solcuları fişleyen muhafazakar avukat Roy Cohn’un gizli bir eşcinsel olup AİDS nedeniyle ölmesi, Sovyet ajanı olduğu gerekçesiyle idam edilen Amerikalı solcu Yahudi Rosenberg çiftinin hikayesini de konu alan tiyatro oyunu modern Amerikan edebiyatının kült eserlerinden biri olarak kabul ediliyor. Fakat içeriğinden dolayı Yahudi cemaatinde de tepkisini çeken bir eser.

Zamanında Hannah Arendt’e, Einstein’a edilen her hakaret bugün İsrail’i protesto eden Amerikalı Yahudilere de ediliyor. Fakat barış için sokağa çıkan Amerikalı sol liberal Yahudilerin çıktıkları bu yoldan vazgeçmek, sinip susmak gibi bir niyetleri yok.

Günün sonunda yalnız kalmak pahasına olsa da kendi kavimlerine “bizim adımıza öldürmeyin” demeye devam ediyorlar. Rol modelleri Hannah Arendt gibi.

Hannah Arendt’in izinden

Bugün İsrail’i protesto eden Amerikalı Yahudileri şüphesiz en çok etkileyen isim, ünlü Amerikalı Yahudi liberal filozof Hannah Arendt. 1906’da eğitimli bir Alman Yahudi ailenin kızı olarak dünyaya gelen Arendt, eğitimli, sosyal demokrat ve seküler bir Yahudi cemaatinin içinde büyüdü. Lise ve üniversite eğitimin ardından ünlü Alman filozof Heiddegger’in denetiminde felsefe doktorası yaptı.

Doktora yıllarında Hannah Arendt ve Heiddegger kısa süreli ama tutkulu bir aşk yaşadı. Ünlü Alman filozof daha sonrasında aktif bir Nazi destekçisine dönüşmesi, daha sonraki yıllarda Arendt’in önüne en sık çıkarılan saldırı argümanlarından biri oldu. Bir Nazi’yle zamanında aşk yaşaması Arendt düşmanları tarafından hep hatırlatıldı.

Arendt, Hitler’in iktidarı ele geçirdiği 1933 yılında antisemitizm üzerine araştırma yaptığı gerekçesiyle gözaltına alındı, eski bir arkadaşının yardımıyla serbest kaldı. Fakat yaklaşan tehlikeyi görmüştü. Doktora hocası Heiddegger’in dahi dersi Führer selamıyla açması, yaptığı araştırma nedeniyle bir kütüphanecinin aldığı kitapları görüp kendisini ihbar etmesi ve gözaltına alınması yaklaşan facianın habercisiydi. Arendt, hapisten çıkar çıkmaz annesiyle birlikte Almanya’dan kaçtı, İsviçre üzerinden Fransa’ya geçti.

Yeni çıkan Nazi yasaları nedeniyle 1937 yılında Hannah Arendt’in Alman vatandaşlığı iptal edildi. Arendt artık “vatansızdı”. 3 sene sonra Fransa’nın işgal edilmesiyle birlikte Alman etkisindeki Fransız idaresi, Yahudilerin tutuklu kamplarına alınmasını emretti. Arendt, annesi ve eşi toplama kampından, Arendt’in eski eşinin araya girmesi ve Amerikan vizesi almasıyla kurtuldu. Arendt soluğu Amerika’da aldı, 1950 yılında ise Amerikan vatandaşı oldu, artık “vatansız” değildi.

Arendt ve ikinci eşi Heinrich Blücher nihayet Amerika’da

Arendt, totaliterlik, özgürlük, yalan ve siyaset üzerine kitaplar yazıyor, bizzat şahit olduğu faşist yönetimlerin zihin dünyasını Amerikalılara yazılarıyla, üniversitede verdiği derslerle anlatıyor, özgürlüğün ve birey olmanın önemini bu değerleri hiç kaybetmemiş Amerikalılara aktarıyordu.

Arendt, Fransa’da Filistin’e Yahudi göçünü organize eden gruplarda çalışmış, Nazilere karşı bir Yahudi ordusu kurulmasını savunmuş, cemaati tarafından sevilen, desteklenen bir isimdi. Fakat Arendt en başından beri Filistin topraklarında bir Yahudi ulus devletinin kurulmasına karşı çıkıyor, Yahudilerin Araplarla birlikte ortak bir federasyon kurması, barış içinde yaşamayı öğrenmesi gerektiğini söylüyordu. Arendt’e göre bir Yahudi ulus devletinin kurulması için binlerce Filistin’in tehcir edilmesi gerekiyordu ve bu da İsrail’deki bütün Yahudileri sonu gelmeyen bir çatışmaya sokacak, kısa vadede bir ulus devlet kurulacak, fakat Filistin Yahudilerin güvende hissettiği “vatanı, evi” olamayacaktı:

“Bir ulusun kaba gücünden başka bir şeye dayanmayan milliyetçilik, oldukça kötüdür. Yabancı bir ulusun gücüne dayanan bir milliyetçilik ise kesinlikle daha kötüdür. Kaçınılmaz olarak Arap devletleri ve Arap halkları tarafından çevrelenen Yahudi milliyetçiliğinin ve olası bir Yahudi ulus devletinin tehdit altındaki kaderi budur. Bütün Filistinli Arapların sürgün edilmesi durumunda (ki radikallerin isteği bu) dahi Yahudiler Filistin’de çoğunluk olsa da dış bir gücün kendi Arap komşularına yönelik koruyucu desteğine veya Arap komşularıyla uzlaşmaya mecbur kalacaklar.”

Arendt, Yahudilerin Araplarla uzlaşmadıkça ve barış içinde yaşamadıkça yabancı devletlerin yardımıyla ayakta kalacağını, asla istikrara ve güvene kavuşamayacaklarını tahmin etmiş, dünyayı da oldukça erken bir zamanda uyarmıştı.

Arendt’in görüşleri İsrail’deki Yahudiler için marjinaldi. Holokost’tan kurtulup yıllar sonra kendi ulus devletlerini kurma rüyalarını gerçekleştiren Siyonistler, New York’ta yaşayan liberal bir kadın yazarın fikirlerini hiçbir şekilde dikkate almadı, Arendt’e cevap dahi vermeye tenezzül etmediler. Fakat bu durum Arendt’in 1961 yılında bir davayı izlemek için Kudüs’e gelmesiyle değişecekti.

Eichmann yargılanıyor
Arendt, Eichmann davasında

Arendt’in mahkeme tarafından idam cezasına çarptırılan, vurularak öldürülüp cesedi yakılarak külleri Akdeniz’e atılan Eichmann hakkındaki gözlemlerini içeren yazı dizisinin ilki New Yorker’in 16 Şubat 1963 tarihli sayısında yayınlandı.

Arendt’in yazıları büyük bir infial yaratmıştı. Arendt’e göre Eichmann, İsrail devletinin ve yargı makamlarının iddia ettiği üzere bir “canavar” değildi. Savunmasında belirttiği üzere aldığı emirleri yerine getiren, memur kariyerini önemseyen tipik ve normal bir bürokrattı. Eichmann savunmasında kimseyi öldürmediğini, verilen emirlere uyarak toplama kamplarına Yahudilerin taşınmasına yardım ettiğini belirtmişti. Arendt’e göre Eichmann, “korkunç derecede sıradan” bir insandı.

Arendt’e göre Eichmann’ın kaçırılması uluslararası hukuka aykırıydı ve Eichmann sadece Yahudilere karşı işlediği suçlardan değil, insanlığa karşı işlediği suçlardan yargılanmalı, cezayı ise İsrail’in ulusal mahkemesi değil, uluslararası bir mahkeme vermeliydi. İsrail Başbakanı Ben-Gurion’un bu davayı bir “şov” olarak kullandığını, İsrail’in gücünü dünyaya göstermek için araçsallaştırdığını söyleyen Arendt’in bu tespitleri büyük bir tepki yarattı. Arendt, kendinden nefret eden bir Yahudi, antisemitist olmakla suçlandı, kitapları 2000 yılına kadar İsrail’de basılmadı, derslerde okutulmadı, en yakın arkadaşları Arendt ile bağlarını kopardı.

Arendt’in sözleri İsrail’de tozlu raflara kaldırıldı. Belki bu nedenle Eichmann davasına dair gözlemlerini anlattığı kitabındaki şu sözleri bugüne ışık tutsa da hiç hatırlanmadı, üzerine konuşulmadı bile:

“İnsanlığa karşı suçlar bugün hala ideal olan standartlara göre yargılanmalıdır. Geleceğin bize gerçekten soykırım getirme ihtimali varsa, uluslararası hukukun yardımı veya koruması olmadan, dünya üstündeki hiç kimsenin- özellikle İsrail’deki veya başka bir yerdeki Yahudilerin- soykırımın devam edip etmediğinden emin olmasına imkan yoktur. Bugüne kadar emsalsiz olanı ele alma işinin başarıya ulaşıp ulaşmaması, sadece ele alma biçiminin uluslararası ceza hukuku yolunda meşru bir emsal olarak ne derece iş gördüğüne bağlıdır.”

Arendt, hukuksuzluklardan, katliamlardan korunmak için en iyi yolun hukuk ve adalet olduğunu söylemiş, kısa vadeli zaferler yerine uzun vadeli ama güvenli bir yolun tercih edilmesi için İsrail’i ve dünyayı uyarmıştı. Yalnız kalma pahasına da olsa, kimse dinlemese de bu fikirleri son nefesine kadar savunmaktan da vazgeçmemişti.

Otoriterliğin sıradanlığını anlamak için “Kötülüğün Sıradanlığı”

Arendt, kendisini suçlayanların aksine Kötülüğün Sıradanlığı kitabında hiçbir zaman Eichmann’ı savunmamıştı. Sadece Holokost’un ve antisemitizmin bütün faturasının “canavarlaştırılan” bir adama kesilmesine itiraz etmiş, daha büyük bir resme dikkat çekmişti. Arendt’in Totalirizmin Kökenleri eserinde vurguladığı üzere, Sovyetler ve Nazi Almanyası gibi totaliter rejimler düşünme ve karar alma yeteneğini rejime devreden sıradan insanlar sayesinde işleyen siyasi düzenlerdi. Eichmann da hiçbir suç işlemediğini düşünerek, karar alma yetisini Hitler’e devretmiş ve Nazi çarkının sıradan bir dişlisi haline gelmişti. Özel bir nefreti veya canavar duyguları olmadan “sıradan” bir insan tarihin en korkunç katliamlarından birinin yüzlerce isimsiz sıradan failinden birine dönüşmüştü.

Arendt, İsrail’deki savcılardan çok daha korkunç bir tabloyu gözler önüne koymuştu. Totaliter devletlerin, sıradan insanları nasıl gündelik hayat içerisinde kontrol altına aldığını, komşularını öldürtecek kadar insanlıktan çıkardığını gözler önüne sermişti. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra dünya ve uluslararası hukuk, mahkemeler “canavar kötü”ye odaklanırken, sembol davalarla sadece mağlupların işlediği savaş suçlarını yargılarken otoriter rejimlerin sıradan insanlar üzerinde kurdukları tahakkümle yüzleşilmemiş, önde gelen Naziler hesap verirken Nazilerin iktidara gelişi, Holokost’un sıradan Almanlar nezdinde neredeyse itirazsız bir şekilde adım adım uygulanışı masaya yatırılmamıştı. Arendt’e göre “Eichmann” davası üzeri örtülen bu meseleleri gölgeleyen bir “şov”du. Ve bu “şov” başarıyla sahneye konmuştu.

Türkiye’de Hannah Arendt denince akla gelen akademisyen Prof. Dr. Fatmagül Berktay’ın da vurguladığı üzere, 2020’lerde Hannah Arendt’e yönelik ilgi arttı, Arendt’in kitapları dünya çapında tekrar okunmaya başladı.

Şaşırtıcı bir durum değil. Dünya tam da Hannah Arendt’i yeniden okumak zorunda olduğu bir noktada. Zira Nazi Almanyası, Sovyet Rusyası geride kalsa da bireyin düşünme ve karar alma yeteneklerini elinden alan, bireyselliği devletin büyük çarklarında lime lime eden, düşünceleri, yaşam tarzlarını oklavayla yoğurabileceğini düşünen totaliter zihniyet tekrar dünya sahnesinde.

Kitaplar tekrar yasaklanıyor, insanlığın temel normları tartışmaya açılıyor, insanlar fikirlerinden, kimliklerinden ötürü yargılanmaya devam ediyor, Gazzeli çocuklar dünyanın gözü önünde katlediliyor, insanlar sahip oldukları din ve ırk nedeniyle “suçlu” olarak görülüp kolektif bir biçimde cezalandırılıyor.

75 yıl önce dünya Hannah Arendtlerin Einsteinlerin uyarılarını dikkate almadı. 2. Dünya Savaşı sonrasındaki yargılamalar neticesinde gerçek bir demokratik rejim kurulmasına imkan verecek dersler çıkarılmadı, totaliter zihniyetin haritası çizilemedi. Sıradan bir insanın nasıl bir katile dönüşebildiği anlaşılamadı. Geçmişle iyi niyetli bir şekilde yüzleşilmedi. Sembol isimler hesap verirken, sıradan insanların nasıl adım adım, sessiz bir şekilde en temel insan değerleri ayaklar alabildiği konuşulmadı. Bireyi totaliter rejim karşısında koruyabilmenin yolları üzerine düşünülmedi.

Ne Hollywood filmleri ne de önde gelen birkaç ismin yargılandığı medyatik davalar, yaşanan acıların, katliamların tekrarlanmasının önüne geçemedi.

“Kendi ırkından, dininden nefret etmekle” suçlanan o liberal solcular haklı çıktı. Dünyanın her yerinde olduğu gibi kendi kavmini eleştiren her insanın kaderini paylaştılar, yaşadıkları süre boyunca dışlandılar, yaftalandılar, hor görüldüler, kariyerleriyle tehdit edildiler.

Fakat mücadeleleri hala devam ediyor. Yüzlerce Amerikalı Yahudi, İsrail’i protesto etmek için Kongre’yi, tren garlarını, köprüleri, Noel pazarlarını basıyor, Müslümanlarla yan yana oturma eylemleri düzenliyor, İsrail’i sert bir şekilde eleştiriyor ve “bizim adımıza öldürme” diyerek haykırıyor.

İsrail’e koşulsuz destek veren Biden’in, Arendt’in sancağını devralan Amerikalı Yahudileri dikkate alıp almayacağı meçhul, fakat kendi kavmine karşı çıkabilecek kadar vicdanlı insanların sesi dünyanın hiçbir yerinde kısılmadıkça işlerin daha da kötüye gideceği, geçmişteki acıların tekrar tekrar yaşanacağı kesin.

Neyse ki her koşulda, her zamanda ve her yerde “olan”’ın karşısında iradeyle ve azimle, yalnız kalma pahasına “olması gereken”i anlatan Hannah Arendt’ler var ve var olmaya devam edecek. Tarihe düşülen “yalnız fakat cesur” bu şerhler elbet bir gün dikkate alınacak.