Makaleler

Empati siyasi bir tercih midir? – Efe C. Çoban

Hamas’ın İsrail’e 7 Ekim’de saldırması ve akabinde İsrail’in başlattığı operasyon; özellikle Türkiye başta olmakla beraber İsrail dışında yaşayan tüm Yahudilerin hayatını, giderek daha da görünür hale gelen antisemitizm sebebiyle oldukça zorlaştırıyor. 

Arap – İsrail çatışması tarihi boyunca sürekli kendi bölgesinin ötesinde sorunlar yaratmış ve her zaman kutuplaştırıcı olmuştur. Fakat bugün, kutuplaştırıcı etkisinin ötesinde bir durumla karşı karşıyayız. Özellikle antisemitizm ile mücadelede bir nevi ittifak rolünü üstlenmiş siyasi hareketlerde bile 7 Ekim’de İsrail’de yaşanmış katliama yönelik bir empati eksikliği görüyoruz. Batılı ülkelerde Z Kuşağı diye adlandırılan gençlerin Filistin davasına olan sempatilerinin zaman zaman Hitler’in dilini kullanacak kadar ileriye giderek antisemit söylemlere  dönüştüğünü görüyoruz. “Never Again” (‘Bir Daha Asla’) sloganının bile ırkçı ve soykırım yapma doktrinizasyonu olarak görülmeye başlandığı, Yahudilere yönelik artan saldırıların Gazze operasyonu sebebiyle konuşulmaya bile değer olmadığının iddia edildiği bir ortamda bulunuyor, bazı kesimlerin barış taleplerini iki devletli çözüm üzerine yoğunlaşmaktan ziyade İsrail’in meşruiyetini sorgulama eksenine yerleştirildiği bir dönemde yaşıyoruz. 

Peki, normalde makul olabilecek bu insanlar, neden Yahudilerin yaşadıkları acılara kayıtsız kalarak, antisemit saldırıları normal görecek bir noktaya geliyorlar? Batılı devletlerin metropollerinde, 7 Ekim günü evlerinden veya müzik festivalinden kaçırılan İsrail vatandaşları için asılan posterlerden bile nefret edecek noktaya nasıl geliyorlar? Bu soru antisemit saldırıların faili olan herkesi kapsıyor değil elbette. Bir başka deyişle, antisemitizmle mücadele etme potansiyelleri olan kişilerin, Gazze savaşı bağlamında bu durumu ayırt edebilme yetilerini kaybetmeleri durumundan bahsediyoruz.

Bu noktaya nasıl geldikleri sorusunun ise iki aşamalı bir cevabı var. İlk olarak, güncel zamanın ruhu haline gelmiş neoliberal politikaların yarattığı ortam, ikinci olarak ise Ortaçağ’dan beri kurgulanagelmiş, beynelmilel Yahudi karşıtı iftiraların tekrar çekici hale gelmesi.

Chantal Mouffe, The Democratic Paradox isimli 2005’te yayınlanmış kitabında demokrasileri tehdit eden bir durumu çok güzel işliyor. Mouffe’a göre demokratik mantık “biz” ve “onlar” arasında bir cephe hattı oluşturur. Yani “demos” ve demosun dışında kalanlar. Bu koşul demokratik hakların var olmasının ana koşuludur. Bu da liberal odağın insan haklarına saygısı üzerinde bir baskı oluşturur, zira demokratik prosedürlerin kişisel hak ve özgürlükleri tehlikeye atmayacağının garantisi yoktur. 

Liberal demokraside limitler her zaman egemenlik haklarını kısıtlamaya yöneliktir. Bu limitler insan haklarına yönelik kısıtlamaların gelmesini pazarlık dışı bırakır. İnsan hakları yer ve zamana göre tanımlandığından ve egemenin ifadesine bağlı kaldığından ise oldukça tartışmaya açıktır. Bir başka deyişle, liberal demokrasilerde halkın egemenliği, özgürlük adına kısıtlanabilmelidir; ki bu doğal olarak paradoksal bir ilişkidir. Bu iki mantığın uzlaşmazlığı liberal demokrasiyi üreten etkenlerdir. Fakat Soğuk Savaş sonrası, özellikle de 2000’li yıllardan sonra neoliberal politikaların rakipsiz hakimiyeti, demokratik kurumlar için başat bir tehdit unsuru oluşturmaya başlattı. Silikleşen sağ ve sol siyasetin sınırları demokrasinin geleceğini tehdit etmeye başladı. 

Kısacası, demokrasiyi demokrasi yapan şey, farklı kutupların bir araya gelebilmesi değil, tartışmayı sürdürebilmesidir. Neoliberalizmin tek başına egemen olduğu bir dünyada ise, demokrasinin üzerinde ilerleyeceği tartışmalar bir takım suni zeminlere kayar, demokrasinin gereğinden sapar.

Mouffe’in argümanını aklımızda tutarak, biraz daha geriye gider ve kurumlar açısından olaya dönecek olursak, Huntington’ın 1967 yılında kaleme aldığı “Değişen Toplumlarda Siyasi Düzen” kitabında, yeni oluşan sınıfların siyasi ihtiyaçlarını karşılayacak siyasi kurumların noksanlığının çatışma ile sonlanacağından bahseder. 

Milenyaller ve Z kuşağı, kendi ebeveynlerinden daha eğitimli olup daha az para kazanan ilk nesil olarak tarihe geçiyorlar. Üretim metodları ve çalışma şartları 50 yıl öncesine göre oldukça değişirken, neoliberalizmin egemenliğinde daralan ve farksızlaşan siyasi hareketler genç nesillerin ihtiyaçlarına cevap veremiyorlar. Demokratik açıdan ise sınırları belirsizleşen siyasi partiler topluma çözümler üretecek siyasi pazarlıkları yapamaz hale geliyorlar. İşte bu noktada popülizm seçim kazanmanın anahtarı olarak ortaya çıkıyor ve , mevcut düzene karşı her eleştiri genç kuşaklarda yoğun ilgi görüyor. Statükonun üretemediği çözümler yüzünden statüko öfke mıknatısı haline geliyor ve statüko dışında gelişen olaylar ve şahıslar büyük ilgi uyandırıyor.

Bu bağlam üzerinden konumuza dönecek olursak; Arap – İsrail çatışması tarihsel olarak sağ-sol çatışmasının da bir parçasıydı. Antisemitizm ile mücadele ve Holokost da aynı şekilde sağ-sol çatışmasının bir parçası idi. İki farklı alanda, insanlar sahip oldukları siyasi görüş doğrultusunda fikir beyan edebilecek entelektüel altyapıya sahip olabiliyordu. İsrail’in saldırganlığını eleştirirken, Münih Olimpiyatları’nda katledilen İsrailli sporcuların yasını da tutabiliyorlardı. (Tabii ki her grup ve kesim için geçerli değil.) 

Sıradan insanlar olarak, her maruz kaldığımız olayın tarihçesini derinlemesine bilmemiz, analitik olarak düşünerek sofistike cevaplar oluşturmamız, taraf seçebilmemiz mümkün değil. Kendi siyasi görüşümüzün ekseninde, kendimize yakın gördüğümüz grubun lehine ve siyasi duruşumuzun etiğine uygun kararlar veriyoruz. X ülkesinde sol bir parti seçimi kazanınca olumlu karşılıyor veya karşılamıyoruz. Fakat gelişmiş demokrasilerde sağ ve sol arasında ayrımın ekseninin, sağ ve solu oluşturan altyapının dışında bir yerlere kaymış olması, ihtiyaçlarımıza cevap vermemesi, bizi başka ipuçlarını kullanarak taraf seçmeye itiyor. 

Güncel olayda da, kaçırılan İsrail vatandaşlarının posterlerinin yırtılması, İsrail’e var olma hakkının tanınmaması, soykırım kelimesinin siyaseten tercih edilmesi, terör eylemlerinin Filistinlilere yapılan baskının doğal bir sonucu olarak görülmesi ve hatta İsrail ile alakası olmayan Coca-Cola, Starbucks gibi markaların boykotu; farksızlaşan sağ ve sol siyasetinin argüman eksikliğinde devreye giren 500 küsür yıllık Yahudi karşıtı komplo teorileri ve iftiraların sonucu. 

Zira alternatif (!) kaynaklara serpiştirilmiş ve herkesin ulaşabileceği;  Yahudilerin parayı kontrol ettiği, Hitler’in deyimiyle, ‘ulusların kaynaklarını kullanan parazitler’ olmaları, bütün kötülükleri bünyelerinde barındırmaları gibi iftiralar, anaakım siyasi organizasyonlar tarafından kullanılmasa da, bu organizasyonlara olan güvensizlik sebebiyle taraftar toplamış alternatif kaynaklarda Yahudi karşıtlığı olarak zuhur ediyor. Hal böyle olunca ise, 1200 İsrailli sivilin öldürülmesi, Hamas’ın terör örgütü olması gibi gerçeklerin anlamı kalmıyor, hatta 7 Ekim katliamı tartışmaya açılıyor, Holokost bile bundan nasibini alabiliyor. 

Raz Segal’in dediği gibi, İsrail’in Holokost’u kullanmayı bırakması gerekiyor ama İsrail karşıtlı grubun da aynı şekilde Holokost’u kullanmayı bırakması gerekiyor. Holokost’un ve İsrail’in varlığının tartışmaya açılması ve İsrailli sivillerin yaşadıklarının kamuoyu vicdanında yer bulamaması, İsrail’in iç siyasetini histeriye sürüklüyor.

İsrail bu çatışmada karşısındaki muhataptan çok daha güçlü bir devlet. Bu gücün sınırlanamaması insani facialara sebep olabilir ve oluyor. Bu gücü sınırlamanın yolu Yahudilere ve Yahudiliğe düşmanlaşmak değil. İsrail’in var olma hakkına saldırmak da değil. Hamas’ın 7 Ekim’de yaptığı katliamı, kamyonet kasalarında yarı çıplak ve baygın (ya da ölü) gezdirdikleri Yahudi kadınlara yaptıklarını, görgü tanıklarının beyanlarında geçen tecavüz iddialarını, İsrail’in “koloni” olma iddiası ile meşrulaştırmaya çalışmak Yahudi nefretini kendince meşru bulduğu alandan ifade etmeye çalışmaktan başka bir şey olamaz. 

7 Ekim saldırısı nasıl Gazze’deki orantısız sivil kaybını açıklayamaz ise, Gazze’de olanlar da 7 Ekim saldırısını açıklayamaz. Siyasi kurumların temsiliyet işlevini yerine getiremediği bu dönemde, her konunun kutuplaştırıcı bir etkiye sahip olabilmesi normal. Ama insani değer üzerinden kutuplaşmak, kimin insan kimin insan olmadığına karar vermemiz anlamına gelir ki; bunun da günün sonunda herkese zarar vereceği aşikardır. 

Efe C. Çoban Georgia State Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler ve Barış Politikaları dersleri vermektedir.

Kapak fotoğrafı: Jack Guez, Getty Images