İçinde yaşadığımız coğrafyadaki azınlıklarla ilgili toplumsal, kültürel, sosyopolitik birçok değerli çalışmayı kaleme alan, toplumsal bellekteki acıları yüzeye çıkartarak yüzleşilme sağlanması için emek veren, bu topraklarda araştırılması “tehlikeli” görülen konuları büyük bir titizlikle, sağduyuyla, derinlemesine yaptığı araştırmalarla kamusal bir bilgi halinde bizlere aktaran gazeteci Melike Çapan’ın hazırladığı “İmroz’un 1964 Belleği” Kasım 2022’de Balat Yuvakimyon Kız Lisesi’nde ilk olarak ziyarete açılmıştı1. Serginin ikinci durağı geçtiğimiz Ağustos ayında kendi evinde “Yeniden Buluşacağız”mottosuyla, İmroz’da gerçekleşecekti. Fakat serginin sosyal medya ve Gökçeada Kent Konseyi tarafından hedef gösterilmesi üzerine Çapan, Adadaki ya da İstanbul’daki Rum toplumunun bu süreçten zarar görmemesi adına sergiyi iptal ettiğini açıkladı.2 Çapan’ın serginin iptalinden çok kısa bir süre sonra Avlaremoz için kaleme aldığı bu anlamlı yazısını sizlerle paylaşırken özgürce söz üretebildiğimiz, yazabildiğimiz günler ümidiyle…
5 yıl önceydi.
Ben körkütük aşıktım. Öyle ki sanki tüm dünyanın yerine sevmişim. Sevmişim de umduğum gibi sevilmemişim. Kalbimin küçük ağrısı yollara vururken beni, bir anda kendimi Ege’nin sularında savrulurken buldum. Hava biraz pusluydu ya da benim yüreğim pusluydu. Gökyüzü, o canım deniz griydi. O gri sular çorak bir adanın kıyılarına vurdu beni.
Mayısın yeşiline boyanmıştı ada. Pembe, beyaz zakkumlar taş evlerin üzerini sarıp sarmalamıştı. Ama benim ne zakkumlara ne mayısa aldanacak halim vardı. Herkes kendi acısını en büyük zanneder ya ben de öyle ruhumu teslim etmiştim bir karanlığa. Ucu bucağı sonsuz bir yeşile bakan otel odasında gördüğüm tek şey; yalnızlığımdı. Zeytinli diye küçük bir köyün kahvelerinde, yollarında yapayalnız yürüyerek yüreğimi sıkıştıran ağrıdan kurtulabilmeyi dilerken tanıştım İmroz ile. Kulağımı her türlü sese, gözümü görülebilecek tüm güzelliklere kapadığım sırada hiç tanımadığım birinden gelen “Kalimera” ile açtım kendimi yeniden dünyaya. Mayıs göz kırptı bir daha. Bir zakkum dalından koparak saçıma dolandı. Yüzüm bir tebessümle aydınlandı. Bir kahve ne sohbetlere kadirdir. İçtiğim her kahvede yeni bir yüz, yeni bir ses, bambaşka bir hikâye vardı. Hikâye demek, çöldeki su demekti benim için. Acıya tutunarak yaşamaktansa hikâyenin peşine düşerek içimdeki griliği silip atmaya niyetlendim. Meğerse öğrenecek çok şey varmış bu yolda. Bir kere hiçbir şeyi öyle kolayca silip atamıyormuşsun. En büyük acılar hep sana ait olmazmış öğreniyorsun. Zamanla o günkünden daha derin yaralarla da karşılaşabileceğini… Kocaman bir adanın bir ucundan öteki ucuna doğru karış karış gezerken öğrendim o acıları… Gitmenin bir tercih değil zorunluluk olduğunu… Terk edilmiş bir köyün yıkılan evlerinde gördüm o acıları… Şiddeti, talanı… Diller suskundu ama yüreklerdeki yakarış gözlerden okunuyordu.
Dönerken aklım sorularla, yüzüm hüzünle kaplıydı. Artık kendi yalnızlığımdan çok mayıs güzeli bu adanın yalnızlığına dertlenmiştim. Marc Auge’un o meşhur teorisinde de dediği gibi, uzak geçmişe ulaşabilmek için yakın geçmişi unutmak gerekirdi. İstanbul’da kitaplarla, tezler arasında kendi acımı unutup başka bir acının peşine düşerken hiç anlatılmayan, adı bile unutturulmuş bir ada buldum. Kırılmış, yorulmuş, unutmayı ve unutturmayı tercih etmiş, yüzleşmekten korkan insanlar buldum. Kendi hallerinde… Ruhlarındaki yaralar derin, her şeye rağmen yüzlerindeki tebessüm samimi. Bir tutam huzur için ebediyete kadar sessizliğe gömülmüş… Adaletsizlik karşısında susan dilsiz şeytan değil miydi? Bu gördüklerimin karşısında benim sessizliğim niyeydi? Bol bol okumaya, notlar almaya başladım. Yetmedi. Yetmeyecekti. Biri lazımdı bu hikâyeye. Bir bilge… Adı kadar ruhu da zengin biri. Ah Profesör! Ne söylenmişti bana “Yine zararlı konulara girdin” diye… Ama yine de öğretti bütün köylerin Rumca isimlerini teker teker. O bana inandı. Sonra bütün İmroz inandı. Yılların inancı bugün “Yeniden Buluşma”nın kapısını açtı.
Ne yaparsın, dil dursa hakim bey, tende can durmuyor. Beraber yaşayabilmeyi, acıları yok sayarak değil paylaşarak öğrenecektik, geçmişle yüzleşerek… Ancak hikâyeyi ben değil, sahipleri anlatacaktı. Onlarca İmrozlu 1964’ün tüm ağır yükünü anlattı. Gidip de dönmeyenler fotoğraflarıyla eski güzel günlerini anlattı. Yıllarca sahipsiz bekleyen eşyaların da dili vardı. Onlar da anlattı. Bir kasım akşamı köhne bir okulun içerisinde başladı ilk buluşma. İmroz hiç ummadığı hiç beklemediği kadar insanla buluştu bu sergiyle…
Ve gün oldu evine dönmek istedi bu sergi. İmroz’a… Karalama ve tehditlerle dolu bir kampanyaya hedef oldu. “Beraber huzur içinde yaşadıkları”nı söyledikleri komşularının haklarını sorguladılar, geçmişlerini yok saydılar. Marc Auge, faşistin bellekten yoksun olduğunu söyler. Hiçbir şeyden ders almadan, yani hiçbir şeyi unutmadan kendi takıntılarının kesintisiz şimdiki zamanında yaşadığını savunur. Bugün yaşadığımız olaylar sonucunda Auge’a bir kez daha hak verirken buluyorum kendimi işte. Gün geçmeden bu fikre katılan insanların sayısının meydanları dolduracak kadar çok olduğunu görmek ise umut verici.
Bugüne kadar yalnızlığını paylaştığım, yüreğimin küçük sızısını kendi acısıyla ovan bu mayıs güzeli adada kötülüğe karşı iyilik ve adaletle baş kaldırış bugünü değilse bile geleceği kurtaracak.
Kırık kalbimle geldiğim bu adanın acılı yokuşlarında büyürken insanların omzuma attığı bir elle, bir “kalimera” ile iyileşen ruhum bugün dayanışmayla güçleniyor. Kazandık zannedenler çoktan kaybetti, biz “Yeniden Buluştuk!”
İçinde yaşadığımız coğrafyadaki azınlıklarla ilgili toplumsal, kültürel, sosyopolitik birçok değerli çalışmayı kaleme alan, toplumsal bellekteki acıları yüzeye çıkartarak yüzleşilme sağlanması için emek veren, bu topraklarda araştırılması “tehlikeli” görülen konuları büyük bir titizlikle, sağduyuyla, derinlemesine yaptığı araştırmalarla kamusal bir bilgi halinde bizlere aktaran gazeteci Melike Çapan’ın hazırladığı “İmroz’un 1964 Belleği” Kasım 2022’de Balat Yuvakimyon Kız Lisesi’nde ilk olarak ziyarete açılmıştı1. Serginin ikinci durağı geçtiğimiz Ağustos ayında kendi evinde “Yeniden Buluşacağız” mottosuyla, İmroz’da gerçekleşecekti. Fakat serginin sosyal medya ve Gökçeada Kent Konseyi tarafından hedef gösterilmesi üzerine Çapan, Adadaki ya da İstanbul’daki Rum toplumunun bu süreçten zarar görmemesi adına sergiyi iptal ettiğini açıkladı.2 Çapan’ın serginin iptalinden çok kısa bir süre sonra Avlaremoz için kaleme aldığı bu anlamlı yazısını sizlerle paylaşırken özgürce söz üretebildiğimiz, yazabildiğimiz günler ümidiyle…
5 yıl önceydi.
Ben körkütük aşıktım. Öyle ki sanki tüm dünyanın yerine sevmişim. Sevmişim de umduğum gibi sevilmemişim. Kalbimin küçük ağrısı yollara vururken beni, bir anda kendimi Ege’nin sularında savrulurken buldum. Hava biraz pusluydu ya da benim yüreğim pusluydu. Gökyüzü, o canım deniz griydi. O gri sular çorak bir adanın kıyılarına vurdu beni.
Mayısın yeşiline boyanmıştı ada. Pembe, beyaz zakkumlar taş evlerin üzerini sarıp sarmalamıştı. Ama benim ne zakkumlara ne mayısa aldanacak halim vardı. Herkes kendi acısını en büyük zanneder ya ben de öyle ruhumu teslim etmiştim bir karanlığa. Ucu bucağı sonsuz bir yeşile bakan otel odasında gördüğüm tek şey; yalnızlığımdı. Zeytinli diye küçük bir köyün kahvelerinde, yollarında yapayalnız yürüyerek yüreğimi sıkıştıran ağrıdan kurtulabilmeyi dilerken tanıştım İmroz ile. Kulağımı her türlü sese, gözümü görülebilecek tüm güzelliklere kapadığım sırada hiç tanımadığım birinden gelen “Kalimera” ile açtım kendimi yeniden dünyaya. Mayıs göz kırptı bir daha. Bir zakkum dalından koparak saçıma dolandı. Yüzüm bir tebessümle aydınlandı. Bir kahve ne sohbetlere kadirdir. İçtiğim her kahvede yeni bir yüz, yeni bir ses, bambaşka bir hikâye vardı. Hikâye demek, çöldeki su demekti benim için. Acıya tutunarak yaşamaktansa hikâyenin peşine düşerek içimdeki griliği silip atmaya niyetlendim. Meğerse öğrenecek çok şey varmış bu yolda. Bir kere hiçbir şeyi öyle kolayca silip atamıyormuşsun. En büyük acılar hep sana ait olmazmış öğreniyorsun. Zamanla o günkünden daha derin yaralarla da karşılaşabileceğini… Kocaman bir adanın bir ucundan öteki ucuna doğru karış karış gezerken öğrendim o acıları… Gitmenin bir tercih değil zorunluluk olduğunu… Terk edilmiş bir köyün yıkılan evlerinde gördüm o acıları… Şiddeti, talanı… Diller suskundu ama yüreklerdeki yakarış gözlerden okunuyordu.
Dönerken aklım sorularla, yüzüm hüzünle kaplıydı. Artık kendi yalnızlığımdan çok mayıs güzeli bu adanın yalnızlığına dertlenmiştim. Marc Auge’un o meşhur teorisinde de dediği gibi, uzak geçmişe ulaşabilmek için yakın geçmişi unutmak gerekirdi. İstanbul’da kitaplarla, tezler arasında kendi acımı unutup başka bir acının peşine düşerken hiç anlatılmayan, adı bile unutturulmuş bir ada buldum. Kırılmış, yorulmuş, unutmayı ve unutturmayı tercih etmiş, yüzleşmekten korkan insanlar buldum. Kendi hallerinde… Ruhlarındaki yaralar derin, her şeye rağmen yüzlerindeki tebessüm samimi. Bir tutam huzur için ebediyete kadar sessizliğe gömülmüş… Adaletsizlik karşısında susan dilsiz şeytan değil miydi? Bu gördüklerimin karşısında benim sessizliğim niyeydi? Bol bol okumaya, notlar almaya başladım. Yetmedi. Yetmeyecekti. Biri lazımdı bu hikâyeye. Bir bilge… Adı kadar ruhu da zengin biri. Ah Profesör! Ne söylenmişti bana “Yine zararlı konulara girdin” diye… Ama yine de öğretti bütün köylerin Rumca isimlerini teker teker. O bana inandı. Sonra bütün İmroz inandı. Yılların inancı bugün “Yeniden Buluşma”nın kapısını açtı.
Ne yaparsın, dil dursa hakim bey, tende can durmuyor. Beraber yaşayabilmeyi, acıları yok sayarak değil paylaşarak öğrenecektik, geçmişle yüzleşerek… Ancak hikâyeyi ben değil, sahipleri anlatacaktı. Onlarca İmrozlu 1964’ün tüm ağır yükünü anlattı. Gidip de dönmeyenler fotoğraflarıyla eski güzel günlerini anlattı. Yıllarca sahipsiz bekleyen eşyaların da dili vardı. Onlar da anlattı. Bir kasım akşamı köhne bir okulun içerisinde başladı ilk buluşma. İmroz hiç ummadığı hiç beklemediği kadar insanla buluştu bu sergiyle…
Ve gün oldu evine dönmek istedi bu sergi. İmroz’a… Karalama ve tehditlerle dolu bir kampanyaya hedef oldu. “Beraber huzur içinde yaşadıkları”nı söyledikleri komşularının haklarını sorguladılar, geçmişlerini yok saydılar. Marc Auge, faşistin bellekten yoksun olduğunu söyler. Hiçbir şeyden ders almadan, yani hiçbir şeyi unutmadan kendi takıntılarının kesintisiz şimdiki zamanında yaşadığını savunur. Bugün yaşadığımız olaylar sonucunda Auge’a bir kez daha hak verirken buluyorum kendimi işte. Gün geçmeden bu fikre katılan insanların sayısının meydanları dolduracak kadar çok olduğunu görmek ise umut verici.
Bugüne kadar yalnızlığını paylaştığım, yüreğimin küçük sızısını kendi acısıyla ovan bu mayıs güzeli adada kötülüğe karşı iyilik ve adaletle baş kaldırış bugünü değilse bile geleceği kurtaracak.
Kırık kalbimle geldiğim bu adanın acılı yokuşlarında büyürken insanların omzuma attığı bir elle, bir “kalimera” ile iyileşen ruhum bugün dayanışmayla güçleniyor. Kazandık zannedenler çoktan kaybetti, biz “Yeniden Buluştuk!”
1 “İmroz’un 1964 Belleği” sergisi hakkında: https://www.cnnturk.com/kultur-sanat/yeniden-bulusacagiz-imrozun-1964-bellegi.
2 Serginin iptali hakkında: https://www.agos.com.tr/tr/yazi/28987/tahammul-edemediler-imrozun-1964-bellegi-sergisi-iptal-edildi.
Paylaş: