Ada

Heybeli Sahaf: Kitap ve plaktan daha fazlası – Özgür Kaymak

Avlaremoz’un geleneksel yaz buluşmasında gitmiştik geçen sene Heybeli’ye. O zaman çarpmıştı tekrar gözümüze Betsy ile; Adada bir sahaf… Kitap okuma alışkanlıklarının giderek azaldığı günümüz dünyasında sahafların hala yollarına devam edebiliyor olması hepimizin içini ısıtan bir durum. Bir de kedisi vardı sahaf dükkanının, adı Mualla… 

Ada dosyası için çalışmaya başladığımızda, aklıma düşen hikayelerden biri bu oldu. Bir gün atladım vapura, geçtim Heybeli’ye, ve sahibi Nazım Hikmet Erkan’dan Heybeliada Sahaf’ın hikayesini dinledim… 

Özellikle baharda çok seviyorum ben burayı. Sokakta insanların birbirine “mutlu yazlar” demesi bana müthiş bir his veriyor… 

Özgür Kaymak ‘Ö’: Heybeli’deki hayatınıza ve mesleğiniz olan sahaflığa gelmeden evvel kısaca sizi bir tanıyalım… 

Nazım Hikmet Erkan ‘N’: Heybeli’ye gelmeden önce hayatımda adaya dair hiçbir şey yoktu. Hayalini bile kurmadığım bir şeydi ada. İstanbul’da yaşarken bile, o zaman Cihangir’de yaşıyordum, ada sanki bana çok uzak, ütopik, biraz daha elitist geliyordu… Kısacası hayalini dahi kuramayacağım şeylerdi bunlar.  

Ö: Peki nasıl denk geldi de Adalı hayatınız başladı? 

N: Daha önce burada (Heybeli) yaşayan bir arkadaşım vardı; onda gelip kalıyordum arada sırada. Özellikle baharda çok seviyordum ben burayı. Sokakta insanların birbirine “mutlu yazlar” demesi bana müthiş bir his veriyor. Baktım sadece yazlıkçı değil, yaz-kış benim gibi yaşayan insanlar da vardı. Çoğuyla arkadaş olmuştum hemen. 2015’te taşınmaya karar verdim Heybeli’ye. 

Ö: O zaman burada durup biraz daha geçmişe gidelim mi? Nerede doğdunuz, hangi semtlerde yaşadınız, okuduğunuz okullar, sahaflık mesleğine adım atmanız… Kısaca Ada’ya gelene kadarki hayatınızla ilgili bize özet bir arka plan verebilir misiniz? 

N: Ben aslen Karadenizliyim, Giresunluyum, 1976 doğumluyum. Liseyi Giresun’da bitirdim. Sonrasında bir Ankara deneyimim oldu, biraz politik birisi olduğum için Ankara Üniversitesi’nden birinci senemin sonunda atıldım ve Giresun’a geri döndüm. Bir şekilde tekrar üniversiteyi kazandım, mecburen okuyacağız ya; Ordu’nun Ünye ilçesinde yedi yıl yaşadım böylece. Ailem hala Giresun’da köyde yaşıyor. Sonrasında bankada çalışmak için İstanbul’a geldim. Ben hiçbir zaman çok çalışkan, idealist biri olmadım. Memuriyet anne babalar için garanti meslekti ya o zamanlar ama bir şekilde bankacı olmaktan yırttım. Arada başka işlerde kısa süreli çalıştım, bir dönem de işsiz kaldım. Fotoğrafa, sinemaya hep ilgim vardı; o ara Nişantaşı’nda bir belgesel şirketinde işe girdim kameraman asistanı olarak. Hayatımın dönüm noktası da orası oldu zaten. Bir film çekiyorduk, “Çöpte Dostoyevski Buldum” diye, bir sahafın hayatına dairdi. O çok etkili oldu tekrardan kitaplara dönmeme. 

Fotoğraf: Özgür Kaymak, Heybeli Sahaf’ın sahibi Nazım Hikmet Erkan kitapları düzenliyor.

Ö: Daha önce Ankara’da ya da Ordu’da okurken sahaflık yapmış mıydınız? 

N: Okuldayken kitap satıyordum, tezgahım filan vardı ama harçlık çıkartmak içindi öğrenciyken. Çok kitap okuyordum o dönemlerde; yeni kitap almak için de okuduğum kitapları tezgaha atıp satıyordum. Bir de Karadeniz’de öyle bir sahaf kültürü yoktu. Bu kısmı çok uzatmayayım… Sonra ben o belgesel işinden de ayrıldım. Artık bir özgüven gelmişti bana, o camianın içindeydim, kitaplarla haşır neşirim. Bir gün babamı aradım, “baba ben Beyoğlu’nda dükkan açacağım bana biraz destek verir misin?”, dedim. Yıl 2011. Babam da “bu para beni ne fakirleştirir ne zenginleştirir, tamam” dedi ve böylece sahaflığa başlamış oldum.  

Ö: Beyoğlu’nda nerede açtınız dükkanı? Tam Gezi zamanı Beyoğlu’nun gerileme dönemine denk gelmişsiniz… 

N: Hocazade sokak, Alman Hastanesi’nin tam karşısı. Dediğin gibi, Beyoğlu’nun çöküş dönemine denk geldim ben maalesef. Gezi’den önce masa sandalye kaldırmalar başlamıştı, sinemalar tiyatrolar kapanıyor, sokağa müdahale var. Berbat bir meydan düzenlemesi yapıldı ve insanlar gelememeye başladı. Benim dükkanıma 5-6 kişi girmiyordu bile gün içinde. Biz o dönem sahaf festivallerine katılarak hayatımızı kazanıyorduk. Bütün sahaflar solcuydu (gülerek). AKP’li belediyeler bize müdahale etmiyorlardı çünkü işi bilen bizdik. Baktık ki Beyoğlu’nda bu işi yürütemeyeceğiz yeni semt arayışlarına girdik. Orta sınıf bir semt olması gerekiyordu çünkü bir gecekondu mahallesinde kitap satamazsınız. Mart 2015’te de Adaya taşınınca burada açmaya karar verdim sahafı.  

Ö: Dediğiniz gibi Beyoğlu o dönem inişteydi, peki başka bir semt yerine şehirde neden Adayı tercih ettiniz, hem yaşamak hem sahaf dükkanınızı buraya taşımak için? 

N: Tolga’yı bilirsiniz belki, Arka Güverte’deni. Ev arkadaşımdı üniversiteden. Arada sırada gelip Tolga’da kalıyorum ben. Bağlamalar çalınıyor, rakılar içiliyor, denize gidiliyor, çok güzel ortam, ohh miss… O sırada aklıma yatmaya başladı ada fikri. Ne olacaksa olsun, dedim ve karar verdim. Evi buldum, bir sene sonrasında da buradaki dükkan karşıma çıktı.  

Ben sadece burada kitap, plak satmıyorum. Heybeli günü birlik turizme çok maruz kalan bir yer, birçok insan Adaya geldiğinde ilk kez hayatında sahaf görüyor. 

Ö: Bu dükkanda sizi çeken ne olmuştu ilk gördüğünüzde? 

N: Burası “Ya Da” tasarım diye bir mağazaydı. Arkadaşımızındı, işlerini genelde dışarıya veriyordu o yüzden de dükkan çoğunlukla kapalıydı. Önünden geçerken “keşke burası benim olsa bir sahaf açsam” diyordum. Ve oldu. Dükkan boşalınca da “hadi bir deneyelim” dedik ve başladık. Yarın “hadi” desen gene kitaplarımı toplarım ve sıfırdan başlarım başka yerde. Kitap bulunuyor illaki. 

Fotoğraf: Betsy Penso

Ö: Kitaplara nerelerden erişiyorsunuz? Sahaflar olarak aranızdaki sosyal ağlardan biraz bahseder misiniz? 

N: Evlerden. Depolardan. Bugün mesela Büyükada’dan hurdacı çağırdı, gittim, ondan topladım. Ama bu yıllar alıyor, bu güveni sağlamak… 15 yıldır bu mesleği İstanbul’da yapıyorum profesyonel olarak ve daha yeni yeni o dönüşler başladı. Evlerden, piyasadan kitap alabilmeniz için çevre edinmeniz lazım, tanınmanız lazım, piyasada güven duyulması lazım. Ben ilk yıllarda sabahın köründe bit pazarlarına giderdim kitap bulabilmek için. Bu tamamen güvene, insan ilişkisine bağlı. 

Rumlar evlerini boşaltıp gitmek zorunda kalınca Türkler evlere geçiyor ve ellerinde ne varsa sokaklara atıyorlar. Akillas Millas da fotoğrafları ve kartpostalları çöplerden, sokaklardan topluyor. 

Ö: Peki geldiniz Heybeli’ye ve dükkanı açtınız. Mart ayıydı, yaz sezonu yaklaşıyordu. Adalılardan nasıl tepkiler aldınız, sizin algınız nasıldı ve o günden bugüne neler değişti bu düşünsel zeminde? 

N: Daha önce gidip geldiğim için bir çevre yapmıştım kendime; yazarı şairi, ressamı, çevirmeni ile. Böylece bir güven hissediyorsunuz zaten. Dükkanın açılışını 10 Temmuz 2016’da yaptık. Şahane bir gündü, rüya gibi, herkes anlatıyor hala. Ezgi’nin Günlüğü’nden arkadaşlar geldi çaldı, Hüsrev abi geldi çaldı, Türkiye’nin en büyük klasik gitarcılarındandır; sokakta yüzlerce insan vardı. Akabinde dediğin gibi 15 Temmuz yaşandı. Biz de zaten profil olarak kendimizi belli ettiğimiz için -yeri geldi elitist Türk olduk yeri geldi solcu olduk yeri geldi Gezici olduk- bir sürü laf yapıştırıldı. O dönem açık açık adada yaşayanlardan tehditler geldi bana. Ben hiç pabuç bırakmadım. Ama yıllar geçtikçe adalılar daha da sahiplendi dükkanı.  

Şu anda Heybeli Sahaf adanın bir marka değeri var. Google’da aradığında Heybeli’de yapılacaklar diye, Ruhban okulu, Sahaf, İnönü Müzesi ve bir iki kafe çıkıyor karşınıza. Farklı bir boyutu da var tabii, ben sadece burada kitap, plak satmıyorum. Heybeli günü birlik turizme çok maruz kalan bir yer, birçok insan Adaya geldiğinde ilk kez sahaf görüyor. Bazıları müze zannediyor, bazıları kütüphane. Bunların ötesinde zamanında Akillas Millas’ın yaptığını yapmaya çalışıyorum. Rumlar evlerini boşaltıp gitmek zorunda kalınca Türkler evlere geçiyorii ve ellerinde ne varsa sokaklara atıyorlar. Millas da fotoğrafları ve kartpostalları çöplerden, sokaklardan topluyor. Ben de karşılaşıyorum bazen bu tip evraklarla. Mesela bir ailenin vaftiz belgesini aldım, 1920 Kayseri’den bir vaftiz belgesi. Mübadeledeniii bir şekilde kaçıp Adaya yerleşebilmişler.  

Fotoğraf: Betsy Penso

Ö: Muhtemelen nüfuzlu bir aileydi ve İstanbul’a kadar gelebildiler. Güzel demeye dilim varmıyor, çok hüzün var arkasında çünkü bu aile hikayelerinin, çok kıymetli tabii… 

N: Aynen, ve o ailenin Rumca-Osmanlıca vaftiz belgesini hala saklarım kendime. Bulduklarımla ilgili sonra ailelere ulaşmaya çalışıyorum mutlaka. Bazen benim çok fazla para isteyeceğimi düşündükleri için “ilgilenmiyoruz” diyorlar. Çoğu Atina’da yaşıyor.  Benim ada belleği oluşturmak gibi bir projem de var. Ruhban okulu, Sanatoryum, Helen Ticaret Okulu… Bunlar adanın belleğidir.  

Ö: Harika! Adalar için ne çok ihtiyacımız var, adaların belleğini insanıyla, doğasıyla, hayvanlarıyla, mekânsal simgeleriyle saklayıp ileri kuşaklara aktaran projelere. Ne aşamada sizinki? 

N: Küçük bir mekan arayışındayız. Topladığımız kağıtlar üzerinden ilerleyeceğiz… Mesela çok ciddi bir sanatoryum koleksiyonum var elimde. Mehmet Ali Kağıtçı adalıdır, kendisi Türkiye kağıt fabrikalarını kuran kişi. Ona ait birçok doküman bende. Sanatoryum herkesi heyecanlandırıyor zaten çünkü politik ve hassas bir konu (arşivinden paylaşıyor benimle). Üç adada da sanatoryum vardı, çok bilinmez. İlk önce Büyükada’da kuruluyor, sonra Burgaz’da en son Heybeli’de kuruluyor. Şu anda “Üç Ada Üç Sanatoryum” diye bir kitap hazırlığındayız. Kitabı akademisyen Fatih Artvinli hazırlayacak, bu konunun uzmanlarından. Kitabı sergiyle birlikte tanıtmak istiyoruz, önümüzdeki yıla yetişir muhtemelen.  

Burada yaşayan ve burayı terk etmek zorunda kalmış insanlara borcumuz var.  

Ö: Sanatoryum özellikle sizin ilginizi neden bu kadar cezbetti? 

N: Bellek diyoruz ya adaya dair şeyler bunlar. Sanatoryum, Ruhban okulu, bunlar adanın belleğidir. Helen Ticaret okulu keza öyle. Kapanan Rum ilkokulu, yazlık sinemaları da bir bellektir. Kapanan yazlık sinemalarla da ilgili belgeler topluyorum; faturaları, afişleri…  

Ö: Peki tüm bu belgeler de bellek projenizde yer alacak mı? 

N: Kesinlikle. Bunları topladığım bir mekan açmak istiyorum. Adalar müzesi gibi olmaz ama daha küçük, daha mütevazi bir mekan olur. Belediyeden kaynak almadan halledebilmek istiyorum. Heybeliada özelinde olacak bu bellek mekanı. Burada yaşayan insanlara borcumuz var. Burada yaşayan ve burayı terk etmek zorunda kalmış insanlara borcumuz var.  

Ben mesela ihtiyacım olmasa yıllarca adadan çıkmam! Benim adadan çıkış nedenim kitap almak. 

Ö: Projenizin hayata geçmesini heyecanla bekliyoruz. Biraz da adada esnaf olmak hakkında konuşalım mı? Mikro bir coğrafyada yaşamanın, adalı olmanın, esnaflık yapmanın keyifli yanları kadar zor yanları da vardır eminim. Biraz bunları açabilir misiniz bize? 

N: Aslında baktığımda… Adada yaşayanları, adayı hissedenleri, adaya değer katanları, değersizleştirenleri, hepsini total olarak düşündüğümde “adalıyım” diyebiliyorum kendime. Ben mesela ihtiyacım olmasa yıllarca adadan çıkmam! Adayı o kadar benimsemişim. Benim adadan çıkış nedenim kitap almak. Beslendiğimiz yer anakara bizim. Bostancıya gidip ilk motorla dönerim. Beyoğlu’na çıkmayalı bin yıl olmuş, o kadar uzaklaşmışım. Ben küçük yerleri çok sevmişimdir hep zaten. Ama tabii ki burası da hayalimdeki ada olmadı. O ilk başta geldiğim, yaşlı insanların birbirlerine “mutlu yazlar” dediği ada değil burası. “Aman ada bitmiş” de demeyeceğim. Ada hala çok güzel ve kıymetli. Bir yandan hızlı tüketim çağına da ayak uyduruyor. Bakın, adada üretilen hiçbir şey yok. Eğlence üretimi mesela! Artık bangır bangır müzik çalıyor her yerde. Ada eğlencesi bu değildi, başka bir şeydi. Akülü araçlar! Engellenemez belki ama bunun da bir nizamı olsun. Ben bu arada aktif politika da yapıyorum adada. En sert politika nerede yapılır Türkiye’de? Aynen, HDP’de.  

Hem ada ile uğraşıyorsun, hem dükkanınla, hem insanlık gibi hem de yaşamak gibi bir derdin var… İşimiz zaten yorucu yeteri kadar.  

Fotoğraf: Betsy Penso

Ö: Adanın kendisi de yorucu dediniz, ne anlamda yorucu olabiliyor ada? 

N: Adanın insan ilişkilerinde bir yoruculuk var. Hayatı paylaştığımız çok güzel dostluklarımız da var ama neden bunu hep beraber yapmayalım? Neden ben komşuma “kötü” diyebileyim? Veya şu karşıdaki teyzeye ben neden “günaydın” diyemeyeyim? Adada herkes birbirini ihbar ediyor, mesela. Bu çok yorucu, özellikle esnafsanız.  

Ö: Büyük kent coğrafyasında görünmeyen, birbirine değmeyen ilişkisellikler küçük ada coğrafyasında çok görünür hale geliyor. Dedikodu çarkı da müthiş hızlı çalışır adalarda… 

N: Tabii tabii. Ben bu evi geçen yaz tuttuğumda hemen dedikodu çıkmış, “fuhuş yapacaklar orada” diye! Yüz metre ileride esnafım ya, haha (gülerek).  

Ö: Adadaki gündelik hayatınız nasıl geçiyor? 

N: Genelde sabah saat altıda kalkıyorum. Güzel bir yürüyüş, bir deniz. Duş kahvaltı derken öğlene doğru dükkanı açarım. Bu yaz çok sıcak o yüzden öğleden sonra açıyorum. Akşam 10’a kadar açık. Genelde hep arkadaşlar gelir, dükkanın önünde otururuz sohbet muhabbet… Dükkan buluşma mekanı haline geldi. Arada dinleti, söyleşi, müzik gibi etkinlikler de yapıyoruz.  

Ö: Heybeli dışında keşke şu adada yaşasaydım dediğiniz oldu mu hiç?  

N: Büyükada’da olsam sanırım daha iyi iş yapardım, ama keşkem olmadı hiç. Bir de şehirden gelen kitle de adalara göre değişiyor, sınıfsal olarak. Büyükada başlı başına turizm, yerli yabancı. Bizim burası daha çok piknik ve deniz kafası. Heybeli’de çok plajımız var, Değirmen Burnu Tabiat parkı var, orası çok tercih ediliyor. Burgaz’da çok bir alternatif yok, bilenler gidiyor daha çok. Adalar arası rekabet de var, “Burgaz daha elitist” (gülüyor).  

Benim asıl hayalim, Kaşık adası. Ütopya tabii bu. Bir sahaf dükkanı var orada, gidiş geliş de yok tabii, düşünsenize! Ancak sahafla iletişime geçeceksin ve sahaf seni gelip teknesiyle alacak karadan. Öyle bir Robinson hayalim var (gülüyor). Çok seçme bir sahaf olacaksın, antikalar filan, o zaman sürdürülebilir olur. Buraya gelirken de bana “delisin, intihar ediyorsun” demişlerdi. Kışın çok giden gelen var, sosyal medya sayesinde de çok duyuldu dükkan. Tiktok hesabı da açtım kendime, tüm bunların yıllar içinde katlanan bir etkisi oldu.  

Fotoğraf: Özgür Kaymak

Ö: Adayı bir romanla, şiirle, filmle anlatmak isteseniz hangisi olurdu?  

N: Huxley’in Ada’sı, distopyadır. Film, Metin Erksan’ın “Sevmek Zaman”’ı, ondan daha iyi adayı anlatan bir film olabilir mi?  

Ö: Sizin için ada peki ne ifade ediyor? 

N: Biraz izole, biraz 1950lerin Anadolu kasabası, adımını atıyorsun ormanın içindesin, bir lodos çıkar altı gün mahsur kalırsın ki harika bir şey benim için, ada budur benim için! Bu tamamen kişiyle alakalı bir durum tabii.  

Ö: Çok teşekkürler, çok keyifli ve besleyici bir sohbetti!

N: Ben çok teşekkür ederim… 

9 Ağustos 2023, Heybeli

Kapak görseli: Betsy Penso

i https://www.arkaguverte.org/ 

ii 1964 yılında Yunan uyrukluların sürgün edilmesine referans veriyor. Bu konuda detaylı bir okuma için: İlay Romain Örs (der.), 2019, İstanbullu Rumlar ve 1964 Sürgünleri, 2. baskı, İletişim Yayınları. 

iii 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi