Sessizlikle geçmişi inkâr etme duraklarından biri de Süryanilerin 6-7 Eylül 1955 İstanbul’unda yaşadıkları ve tanıklıklarıdır. Bu durumu detaylandırmak için aile tarihimi açıklayıp bir anekdot anlatacağım.
Türkiyeli pek çok azınlık grubuna mensup kişilerde geçmişi sessizlik ile inkâr etme ve iktidar tavrını benimseme yaygın bir tutum olarak görülür. Buradaki inkârla bastırma/unutma çabası paradoksal olarak acının üstünün sessizlik ile örtülmesiyle kişilerin kendi benlik ve kimliklerinin yok olmasının ötekiye karşı kaybını hatırlatır.
Türkiye’de sol hareketin Kürt Siyasi Hareketi’yle birlikte dezavantajlı ve azınlık(laştırılmış) grupların kendilerine tanınan dar siyasi alanda siyasetçilerin ve aktivistlerin seslerine yer verilmeye başlanmışsa da azınlık cemaatlerinin bireylerinin sessizliği bakidir. Bu sessizlikle geçmişi inkâr etme duraklarından biri de Süryanilerin 6-7 Eylül 1955 İstanbul’unda yaşadıkları ve tanıklıklarıdır. Bu durumu detaylandırmak için aile tarihimi açıklayıp bir anekdot anlatacağım.
Benim dedelerim Mardin, Midyatlılardı, anneannem Suriyeli Protestan ve babaannem ise Diyarbakır, Suriçili. Anneannemi çok tanıma fırsatım olmadı, kendisi annem gençken vefat etmiş. Dedelerimi de ben ufak yaşta kaybettim. Fakat babaannemle sıkça vakit geçirme zamanım oldu, oluyor.
Güneydoğulu ve Süryani olmanın yanı sıra bir de Sao Paololuyuz yani Brezilyalıyız. Noel vakti feijoda yenir, yaz ayları çarkıfelek bitkisi olan maracuja adında meyve suyu yapılır. Paskalyada balık restoranına gidilir. Sene içerisinde büyük aile davetlerinde ise babaannemin hazırladığı, paça çorbası veya çörten veya haşlamalı içli köfte yanında krema kıvamına getirilen sarımsaklı limonlu patlıcan salatası ve turp yenir, kakuleli çifte kavrulmuş Ortadoğu’ya has olan Süryani kahvesi olarak da tanıtılan kahveden içilir. Tam bir duyu şöleni olur sofralarımız. Çocukken her bir sofrada bir aradalığımızı hisseder, sonra da bu güvende olma ve huzurlu olma duygusunun verdiği bir “içeride” olma hissi gelirdi. Bu içerisi gerek ev gerekse aile/cemaatin kendisiydi.
Zamanla büyüdüm, bu süreç içerisinde kültürlerini yan yana koymakta zorlandığım Sao Paolo-Mardin/Diyarbakır kentleriyle aile büyüklerimin ilişkisini ve hikâyelerini merak etmeye başladım. Brezilya’nın liberal yaşamına kıyasla muhafazakâr olan aile büyüklerimin Brezilya’ya gitme sebebi benim için büyük bir gizem ve merak konusuydu.
“Öğretmen bizi korudu”
Yaşım ilerledikçe Brezilya’ya göç etmelerinin sebebini parça parça öğrenmiş, bir yerlerde öğretmen, bir yerlerde bir tarih duymuş da ne olduğunu tam bağdaştıramamıştım. Her defasında konu 6-7 Eylül 1955 tarihine geliyor, “Bizlere bir şey olmadı, öğretmen bizi korudu” deniyordu.
6-7 Eylül’ü araştırmış, öğrenmiştim de kimdi bu öğretmen? Ne diye gittiler Brezilya’ya ve neden Brezilya? Bunlar çok uzun süre cevapsız kaldı. O günün detayını her sorduğumda ya büyük sessizlik ile ya da geçiştirme olarak alırdım cevabımı. Bir seferinde ülke olarak neden Brezilya’ya göç etmeyi tercih ettiklerini açıklamıştı babaannem. O dönemlerde o kadar kalabalık göçü çok az ülke kabul ediyormuş, kabul eden ülkelerden biri de Brezilya imiş.
Ancak, “Ne yaşadınız da bu kadar uzak bir memlekete gittiniz?” diye ısrarla sorduğumda “Rab Mesih’e şükür biz bir şey yaşamadık, bize kimse dokunmadı” cevabını ya da benzerini alırdım babaannemden. Bu cevap bana tanıklık etmediğim bir olayın karşısında duyduğum korkuyu hatırlatırdı. Ama geçmiş de uzak bir diyardı, burada aramızda değil, deyip evin, sofralarımızın, kahve arası muhabbetlerimizin dışında tuttum ben de. Dışarıya aitti o his. Bense içerde ve güvendeydim.
6 Eylül’ü 7 Eylül’e bağlayan gece
Yıllar geçti, babaannem 90’ına merdiven dayamak üzere. Artık hafızasında yakın geçmişinde olanları depolayacak yeri yok, ancak uzak geçmişi çok iyi hatırlıyor. Hatırladığında ve anlatmaya başladığında o geçmişi tekrardan yaşıyor. O kadar ki sanki zihni şu anda değil de geçmişte, bu ana döndüğünde ise gözünün feri değişiyor.
Günlerden bir gün babaannemin çok sevdiği ve çok sık da didiştiği kız kardeşi ABD’den ziyarete geldi. Annem, babaannemin kız kardeşi, kuzenim, halam ve babaannem kuzenimin evinde oturmuşuz, kahvelerimizi yudumluyoruz. Babaannemin gözleri ışıldıyordu, keyfi yerindeydi. Ben de keyifli ruh halinden istifade ederek hemen anılarını sormaya başladım. Brezilya’daki yaşantısını, ilk komşusunu ve Portekizce dilini bilmeden tanışıp anlaşmaya çalışmasını komik ve sempatik bir anı olarak anlattı. Derken, konuyu tekrar açtım ve Brezilya’ya göç etme nedenini sordum. Bir ilk yaşandı o an. Babaannem 6-7 Eylül Pogromu’nu detaylarıyla başladı anlatmaya.
Meğerse o dönemler Mardin’de geçim zormuş. Dedelerim ise geçinmek için 1954 senesinde İstanbul’a gelmişler. Kurtuluş’ta bir bina tamamen onlarınmış. Bir tek giriş katındaki bir dairede Türk Müslüman bir öğretmen yaşarmış. 6 Eylül’ü 7 Eylül’e bağlayan gecede yağmalamalar ve saldırılar başlayınca binanın en üst katına kadınlar ve çocuklar, bir alt katta olası bir saldırıya karşı koymak için erkekler beklemiş.
Gruplarca insan Kurtuluş’a akın edince öğretmen binanın önüne çıkmış ve insanlara bina sakinlerinin tamamının Müslüman olduğunu söylemiş ve kelime-i şehadet getirmiş. O öğretmen sayesinde kimse binaya girmemiş. Ancak öğretmen, babaannemlere kapatılmış olan ışıkları açıp balkona çıkıp tezahürat etmelerini tembihlemiş. İşte o anı babaannem “Korkumuzdan bir yandan ağlıyor, bir yandan alkışlıyoruz” diye anlattı. Üstüne, “Peki madem size bir şey olmadı, ne diye gittiniz?” diye sordum. Babaannem hayatında bir ilk olarak bana balkonlardan atılan eşyaların yanı sıra “Cesetleri aşağıya atıyorlardı, kadınlara tecavüz edip boğuyorlardı… Çok Rum ve Ermeni öldü” dedi. Kanım dondu. Ceset olup olmadığını sorduğumda babaannemin “Evet” diye onaylamasıyla halamın “Yok, o buzdolabıdır o ya da kumaştır” diyerek konuyu çevirip kapatması bir oldu.
Artık dışımız içimizdeydi, içimiz de dışımızda
Babaannem ile halam göz göze geldiler. Babaannem sanki başka bir gerçeklikteydi de halamın araya girmesiyle zihni şimdiye gelmişti. Bir an gözünün feri yine değişti ve şaşkın bir ifadeyle halamı onayladı ve evet buzdolabı, kumaş, dedi. Ardından bir geçiştirme ile daha konu babaannemin kız kardeşine döndü, ben ise sessizleşip içime ya da içimden geriye kalana. Önümdeki kahveme baktım, ikramlık çikolatalara ve kuzenimin koltuğuna.
Artık Brezilya’da Diyarbakırlı olarak deneyimledikleri komik ve sempatik gelmiyordu. Bu tanıklıktan sonra en uzak ülkelerden birine can korkusundan gidip yaşamaya çalıştıkları düşüncesi vardı aklımda.
Bitişik nizam olan Kurtuluş binalarından aşağı cansız bedenlerin buzdolabı veya kumaş misali nesneler gibi sokaklara atıldığı fikri, yaşamak için çığlık atan kadınların sesi canlandı gözümün önünde. Evlerin içi dışarı çıkmış, kadınların bedenlerine nüfuz edilmiş, canlar bedenden çıkmıştı.
Bu anlatılanlar sessizlikten ve geçiştirmelerden hissettiğim, tanıklık etmediğim deneyimin korkusuydu ve bir azınlık olarak ötekiye karşı kaybımızın acısıydı. Bu düşüncelerle afiyetle yudumladığım kakuleli kahveyi ve ikramlıkları midemde zar zor tuttum. Artık dışımız içimizdeydi, içimiz de dışımızda.
Kaynak: bianet, Katia Arslan
Sessizlikle geçmişi inkâr etme duraklarından biri de Süryanilerin 6-7 Eylül 1955 İstanbul’unda yaşadıkları ve tanıklıklarıdır. Bu durumu detaylandırmak için aile tarihimi açıklayıp bir anekdot anlatacağım.
Türkiyeli pek çok azınlık grubuna mensup kişilerde geçmişi sessizlik ile inkâr etme ve iktidar tavrını benimseme yaygın bir tutum olarak görülür. Buradaki inkârla bastırma/unutma çabası paradoksal olarak acının üstünün sessizlik ile örtülmesiyle kişilerin kendi benlik ve kimliklerinin yok olmasının ötekiye karşı kaybını hatırlatır.
Türkiye’de sol hareketin Kürt Siyasi Hareketi’yle birlikte dezavantajlı ve azınlık(laştırılmış) grupların kendilerine tanınan dar siyasi alanda siyasetçilerin ve aktivistlerin seslerine yer verilmeye başlanmışsa da azınlık cemaatlerinin bireylerinin sessizliği bakidir. Bu sessizlikle geçmişi inkâr etme duraklarından biri de Süryanilerin 6-7 Eylül 1955 İstanbul’unda yaşadıkları ve tanıklıklarıdır. Bu durumu detaylandırmak için aile tarihimi açıklayıp bir anekdot anlatacağım.
Benim dedelerim Mardin, Midyatlılardı, anneannem Suriyeli Protestan ve babaannem ise Diyarbakır, Suriçili. Anneannemi çok tanıma fırsatım olmadı, kendisi annem gençken vefat etmiş. Dedelerimi de ben ufak yaşta kaybettim. Fakat babaannemle sıkça vakit geçirme zamanım oldu, oluyor.
Güneydoğulu ve Süryani olmanın yanı sıra bir de Sao Paololuyuz yani Brezilyalıyız. Noel vakti feijoda yenir, yaz ayları çarkıfelek bitkisi olan maracuja adında meyve suyu yapılır. Paskalyada balık restoranına gidilir. Sene içerisinde büyük aile davetlerinde ise babaannemin hazırladığı, paça çorbası veya çörten veya haşlamalı içli köfte yanında krema kıvamına getirilen sarımsaklı limonlu patlıcan salatası ve turp yenir, kakuleli çifte kavrulmuş Ortadoğu’ya has olan Süryani kahvesi olarak da tanıtılan kahveden içilir. Tam bir duyu şöleni olur sofralarımız. Çocukken her bir sofrada bir aradalığımızı hisseder, sonra da bu güvende olma ve huzurlu olma duygusunun verdiği bir “içeride” olma hissi gelirdi. Bu içerisi gerek ev gerekse aile/cemaatin kendisiydi.
Zamanla büyüdüm, bu süreç içerisinde kültürlerini yan yana koymakta zorlandığım Sao Paolo-Mardin/Diyarbakır kentleriyle aile büyüklerimin ilişkisini ve hikâyelerini merak etmeye başladım. Brezilya’nın liberal yaşamına kıyasla muhafazakâr olan aile büyüklerimin Brezilya’ya gitme sebebi benim için büyük bir gizem ve merak konusuydu.
“Öğretmen bizi korudu”
Yaşım ilerledikçe Brezilya’ya göç etmelerinin sebebini parça parça öğrenmiş, bir yerlerde öğretmen, bir yerlerde bir tarih duymuş da ne olduğunu tam bağdaştıramamıştım. Her defasında konu 6-7 Eylül 1955 tarihine geliyor, “Bizlere bir şey olmadı, öğretmen bizi korudu” deniyordu.
6-7 Eylül’ü araştırmış, öğrenmiştim de kimdi bu öğretmen? Ne diye gittiler Brezilya’ya ve neden Brezilya? Bunlar çok uzun süre cevapsız kaldı. O günün detayını her sorduğumda ya büyük sessizlik ile ya da geçiştirme olarak alırdım cevabımı. Bir seferinde ülke olarak neden Brezilya’ya göç etmeyi tercih ettiklerini açıklamıştı babaannem. O dönemlerde o kadar kalabalık göçü çok az ülke kabul ediyormuş, kabul eden ülkelerden biri de Brezilya imiş.
Ancak, “Ne yaşadınız da bu kadar uzak bir memlekete gittiniz?” diye ısrarla sorduğumda “Rab Mesih’e şükür biz bir şey yaşamadık, bize kimse dokunmadı” cevabını ya da benzerini alırdım babaannemden. Bu cevap bana tanıklık etmediğim bir olayın karşısında duyduğum korkuyu hatırlatırdı. Ama geçmiş de uzak bir diyardı, burada aramızda değil, deyip evin, sofralarımızın, kahve arası muhabbetlerimizin dışında tuttum ben de. Dışarıya aitti o his. Bense içerde ve güvendeydim.
6 Eylül’ü 7 Eylül’e bağlayan gece
Yıllar geçti, babaannem 90’ına merdiven dayamak üzere. Artık hafızasında yakın geçmişinde olanları depolayacak yeri yok, ancak uzak geçmişi çok iyi hatırlıyor. Hatırladığında ve anlatmaya başladığında o geçmişi tekrardan yaşıyor. O kadar ki sanki zihni şu anda değil de geçmişte, bu ana döndüğünde ise gözünün feri değişiyor.
Günlerden bir gün babaannemin çok sevdiği ve çok sık da didiştiği kız kardeşi ABD’den ziyarete geldi. Annem, babaannemin kız kardeşi, kuzenim, halam ve babaannem kuzenimin evinde oturmuşuz, kahvelerimizi yudumluyoruz. Babaannemin gözleri ışıldıyordu, keyfi yerindeydi. Ben de keyifli ruh halinden istifade ederek hemen anılarını sormaya başladım. Brezilya’daki yaşantısını, ilk komşusunu ve Portekizce dilini bilmeden tanışıp anlaşmaya çalışmasını komik ve sempatik bir anı olarak anlattı. Derken, konuyu tekrar açtım ve Brezilya’ya göç etme nedenini sordum. Bir ilk yaşandı o an. Babaannem 6-7 Eylül Pogromu’nu detaylarıyla başladı anlatmaya.
Meğerse o dönemler Mardin’de geçim zormuş. Dedelerim ise geçinmek için 1954 senesinde İstanbul’a gelmişler. Kurtuluş’ta bir bina tamamen onlarınmış. Bir tek giriş katındaki bir dairede Türk Müslüman bir öğretmen yaşarmış. 6 Eylül’ü 7 Eylül’e bağlayan gecede yağmalamalar ve saldırılar başlayınca binanın en üst katına kadınlar ve çocuklar, bir alt katta olası bir saldırıya karşı koymak için erkekler beklemiş.
Gruplarca insan Kurtuluş’a akın edince öğretmen binanın önüne çıkmış ve insanlara bina sakinlerinin tamamının Müslüman olduğunu söylemiş ve kelime-i şehadet getirmiş. O öğretmen sayesinde kimse binaya girmemiş. Ancak öğretmen, babaannemlere kapatılmış olan ışıkları açıp balkona çıkıp tezahürat etmelerini tembihlemiş. İşte o anı babaannem “Korkumuzdan bir yandan ağlıyor, bir yandan alkışlıyoruz” diye anlattı. Üstüne, “Peki madem size bir şey olmadı, ne diye gittiniz?” diye sordum. Babaannem hayatında bir ilk olarak bana balkonlardan atılan eşyaların yanı sıra “Cesetleri aşağıya atıyorlardı, kadınlara tecavüz edip boğuyorlardı… Çok Rum ve Ermeni öldü” dedi. Kanım dondu. Ceset olup olmadığını sorduğumda babaannemin “Evet” diye onaylamasıyla halamın “Yok, o buzdolabıdır o ya da kumaştır” diyerek konuyu çevirip kapatması bir oldu.
Artık dışımız içimizdeydi, içimiz de dışımızda
Babaannem ile halam göz göze geldiler. Babaannem sanki başka bir gerçeklikteydi de halamın araya girmesiyle zihni şimdiye gelmişti. Bir an gözünün feri yine değişti ve şaşkın bir ifadeyle halamı onayladı ve evet buzdolabı, kumaş, dedi. Ardından bir geçiştirme ile daha konu babaannemin kız kardeşine döndü, ben ise sessizleşip içime ya da içimden geriye kalana. Önümdeki kahveme baktım, ikramlık çikolatalara ve kuzenimin koltuğuna.
Artık Brezilya’da Diyarbakırlı olarak deneyimledikleri komik ve sempatik gelmiyordu. Bu tanıklıktan sonra en uzak ülkelerden birine can korkusundan gidip yaşamaya çalıştıkları düşüncesi vardı aklımda.
Bitişik nizam olan Kurtuluş binalarından aşağı cansız bedenlerin buzdolabı veya kumaş misali nesneler gibi sokaklara atıldığı fikri, yaşamak için çığlık atan kadınların sesi canlandı gözümün önünde. Evlerin içi dışarı çıkmış, kadınların bedenlerine nüfuz edilmiş, canlar bedenden çıkmıştı.
Bu anlatılanlar sessizlikten ve geçiştirmelerden hissettiğim, tanıklık etmediğim deneyimin korkusuydu ve bir azınlık olarak ötekiye karşı kaybımızın acısıydı. Bu düşüncelerle afiyetle yudumladığım kakuleli kahveyi ve ikramlıkları midemde zar zor tuttum. Artık dışımız içimizdeydi, içimiz de dışımızda.
Paylaş: