1984 yılı yılbaşı gecesi artık ‘karnı burnunda’ tabir edilen bir vaziyetteydim. O gece televizyonun karşısında kurduğumuz sofrada Soni, David ve ben otururken, Soni kardeşi için aldığımız deri kumaş karışımı patiklerini de sofraya koymuştu. Patikleri kendi tabağının yanına yerleştirmişti. Çok heyecanlıydı. “Anne gelecek sene yılbaşı gecesi, kardeşim de bu sofrada olacak” diyordu.
O sene Soni üst üste o kadar çok hastalanıyordu ki, ben artık korkudan ve sıkıntıdan çökmüş bir durumdaydım. Sokağa neredeyse hiç çıkmıyordum. Hep evdeydik. Ablam ve çocuklar, komşularım Canan ve Nilgün ve has dostum Fügen sürekli yanımda oluyorlardı.
Bu hamileliğimde Soni’de olduğu gibi kusma veya kokulara karşı hiçbir hassasiyetim yoktu. Soni’de olduğu gibi makarnaya da sardırmamıştım. Sadece bir gece saat 23.00 sularında çok ilginç bir şey yaşadım. Hava buz gibi, Ocak ayının ortalarındayız, yatmaya hazırlanıyoruz, birden bire ağzımın içinde, tarif edilmez bir Coca-Cola tadı hissettim, ağzım sulandı ve David’e ”Kola istiyorum” dedim. Son Kola’yı David akşam yemeğinde içmişti. Ben zaten gaz yapacak diye hiç içmiyordum. David “Tamam yarın alır içersin” dedi. Bunu kelimelerle anlatamam imkansız, içimde duyumsadığım Kola isteğini tarif edemem. Gözyaşları içinde, çaresizlikle koltuğa çöktüm. Soni uyuyordu. David mecburen paltosunu giydi, atkısına sarındı, botlarını giymeye başladı. Zavallıcık bütün Bahariye’yi dolaşmış, o saatte açık tek bir bakkal veya süpermarket yokmuş. Sonunda açık bir kıraathane görmüş. İçeri girince yerlerde temizlik yapılıyormuş. Masalar, sandalyeler kenarda üst üste duruyormuş. David’e “Abi kapalıyız” demişler. David bir şişe Kola istediğini söylemiş. Kasanın da kapandığını söylemişler. David evde hamile karısının evde kola aşerdiğini ve ağladığını anlatınca adam kasanın yanındaki mostralık şişelerden bir tanesini vererek ”Al abi yengeye helal olsun” demiş. David’in zorla cebine parayı sokmuş. Ben evimde şişe açacağı ile onu beklerken zil çaldı. Şişeyi paltosunun içinde saklamış, bulamadığını söyleyince, ben hüngür hüngür ağlamaya başladım. Telaşla, şaka yaptığını söyleyip, bana cam şişeyi uzattı. Ben onu açıp kafama diktim. O bağcıklı botlarını daha açıp çıkaramadan, ben şişeyi bitirmiştim bile. O kadar mutluydum ki size tarif etmem mümkün değil. Ertesi akşam David eve litrelik bir kasa Coca-Cola getirdi ama, benim kılım bile kıpırdamadı. Bir daha hiç Coca Cola içmedim. İnanmayacaksınız ama bu krizi bana karnımdaki bebek yaşatmıştı. Küçük oğlum Hay Eytan iptila derecesinde Kola seven bir insan olmuştu. Geçen sene sigarayı bırakırcasına çok zorluk çekerek Kola’yı bıraktı.
Ocak ayının ikinci haftası Soni ateşlendi. Ateşi bir türlü düşmüyordu. Yapılan kan tahlillerinde analizi yapan biolog, kanda bazı atipik hücreler olduğunu söyleyince aklım çıktı. Doktora gittik, ben kriz halindeyim. Çocuk doktorumuz Rana Beşe, Hematolog Prof. Dr. Yücel Tamgün’den bizim için bir randevu aldı. Ertesi gün gidecektik. O gece herkes uyurken ben kocaman göbeğimle evin içinde turlanıp, on dakikada bir Soni’nin nefesini dinliyordum. O gece o kadar azap içindeydim ki, sabah tuvalete girip aynaya baktığımda, ihtiyar ve çökük bir kadının bana baktığını gördüm. Dehşet içindeydim. O gün öğleden sonra, David eve geldi, Soni ile beni arabaya atıp Teşvikiye’deki doktora götürdü. Doktor çocuğu muayene etti ve bizzat kanını aldı ve “siz yarım saat içeride bekleyin, sizi çağıracağım” dedi. O yarım saat ömrümün en acı saatiydi sanırım. Bizi içeri çağırdı. Bacaklarım titriyordu. Doktor elindeki tetkiklere bakarak ”Soni’nin kötü bir şeyi yok. Kulak altındaki gangliyonlarına bakteri bulaşmış. Ona iğne ve ağızdan yazdığım antibiyotiklerle tedavi olacak. Kesinlikle lösemi değil” dedi. Sevinçten ağlayıp çocuğuma sıkıca sarıldım. Tanrı’ya nasıl şükrettiğimi bilemezsiniz. Neredeyse doktorda secdeye gelecektim. Eve döndük. Herkese müjdeyi verdik. İlaçlar, iğneci derken, yattık uyuduk. Ertesi sabah düzensiz doğum sancılarıyla uyandım. Daha doğuma bir ay vardı. O gün akşam üstüne kadar, düzensiz aralıklarla ağrı çektim. Soni için sevinçliyken bu sefer karnımdaki bebek için endişelenmeye başlamıştım. Doktoru aradım. Yanıma küçük bir çanta yapıp hastaneye gelmemi istedi. Tabii ki, David eve erken geldi, beni arabaya attı ve bu kez Şişli’deki Can Hastanesi’ne gittik. Doktor beni muayene etti, ”Henüz doğum başlamamış, bu akşam hastanede yatacaksınız. Bir serum takılacak. Sabaha kadar sancı durursa, eve dönersiniz. Aksi halde farklı bir serum takıp doğumu başlatacağız ve çocuğu alacağız. Tam gelişmemişse kuvöze koyarız” dedi.
Odaya çıktık, serum takıldı ve bekleyiş başladı. Bütün gece gözümü kırpmadım, çünkü ağrılar devam ediyordu, sabah 5 sularında ağrım durdu. Serum da bitti. Doktor çok erken bir saatte odama geldi. Ağrının durduğunu öğrenince “gözümüz aydın” dedi. Plasentayı kuvvetlendirecek bir hap vererek beni taburcu etti. Eve neşeyle döndük. İkinci faciayı da atlatmıştık. Nedir ki korkudan ve sinirden başlayan sahte kasılmaların sonucunda, ben o kadar gerilmiştim ki, eve dönünce bu sefer yemek borum kasıldı ve su bile yutamamaya başladım. Yutmak için verdiğim ağrı mücadelesini tarif etmem olanaksız. Annem başımda yemek yememi istiyor, bense suyu bile yutamıyorum. Yemek borusunda takılan lokmalar o kadar acı veriyordu ki, ben ağrıdan bağırıyordum. Sulu yiyecekleri bile yiyemiyordum. Bu durum tam iki gün sürdü. Doktorun verdiği hafif müsekkin ve magnezyumlu şurup ile yemek borumun kasılması açıldı. Ağrısız yutabildiğim ilk yarım bardak su için de Tanrı’ya şükrettim. Bir insanın yiyip içtiğini rahatça yutabilmesinin ne kadar büyük bir mutluluk olduğunu biliyor musunuz? Bunun için her lokmayı yutarken Tanrı’ya müteşekkir olmamız gerekir. Ben bu bilgeliklere o kış, 28 yaşımdayken ulaşmıştım. Ocağın son haftası artık iyileşen ve okula başlayan Soni bir sabah her tarafı döküntülerle uyandı. Tabii ki doktora gittik ve suçiçeği olduğunu öğrendik. Hiç telaşlanmadım, teşhis tamamdı ve olağan bir çocuk hastalığıydı. Hastalığının 11. gününde, David sabah 6’ da kalktığında ben de uyandım. Çok hafif bir sancıyla birlikte biraz da suyumun geldiğini gördüm. David’e bakarak ‘Artık 8,5 aylık hamileyim. Bu bebek sağlam doğar bence” dedim. Sakinlikle yatağı topladık. Soni’yi uyandırdık. Giyindi. Doğum çantası zaten hazırdı. Önce anneme gittik. Soni’yi teslim ettik, ben doktoru aradım. Doktor “Hadi tontonum gel, artık doğur, sen de kurtul, bebek de artık çıksın” dedi. Boğaz Köprüsü’nü geçerken, incecik bir kar serpiştiriyordu ama yol açıktı ve trafik akıyordu. Çok rahat ve huzurluydum. David’e “Bu bebeğin Bar-Mitzva’sı Şubat’ta olacak ve ben tayyörümün yakasına vizon kürk taktıracağım” dedim. David gülmeye başlamıştı. Soni’nin doğumuna da giderken, David’e, sünnette saçıma takacağım beyaz çiçekli tokalarımı çantaya koymasını söylemiştim. David onu hatırlattı. Hastaneye geldik. Doğum başlamıştı bile. Gerekli hazırlıklardan sonra doğum odasına alındım. Sanırım üç kere bağırdım. 15 dakika sonra oğlumuz Hay Eytan doğdu. 3.850 gram ve 54 cm boyundaydı. Eğer 9 aylık doğsaydı sanırım 4 kiloyu geçecekti.
Hay bebek, hiç uğraş vermeden kolaylıkla doğuvermişti. Hastanede, yanımda ablam ve David vardı. Bebek o kadar güzeldi ki, ablam eniştem Niso’yu aramış, ”Niso bebek o kadar güzel ki, yapma oyuncak bebeklere benziyor“ demişti. Çocuk minicik kalkık burunlu, pembe beyaz tenliydi. Altın renkli saçları vardır. Minik burun delikleri su damlası gibiydi. Dudakları koyu pembe gül koncası gibiydi. Biz ona “melek tozu” diyorduk. Kokusunu uyuşturucu gibi içime çekiyordum. Yatağın üzerine yatırmış, ablamla hayranlıkla onu seyrediyorduk. Hamileliğim çok sıkıntılı geçmişti ama sonunda Tanrı yüzüme gülmüş güzeller güzeli Hay Eytan’ımı kucağıma almıştım. Soni de evde heyecan içinde suçiçeğinin 15 günün dolmasını bekliyordu. Pazartesi günü doğan kardeşini ilk defa beş gün sonra, cumartesi günü hastaneye gelerek görebilmişti. Tabii ki Soni’ye baktığı için, annem de Hay’ı ilk defa o gün görebilmişti.
Hay, 6 Şubat 1984’te doğmuştu. 13 Şubat’ta hastanede Brit Mila’sını olmuştu. Hastane büyük bir kalabalıkla dolmuştu. Bu defa brit mila koltuğunda babam Hayim oturuyordu. Adaşı Hay’ı da annem kucağına alıp ona vermişti. Sünnet bittikten sonra konuklar kurulan sofralarda yiyip içerken, fonda Ofra Haza’nın 1983 yılının Eurovision şarkısı “HAY” şarkısı çalıyordu.
”Hay hay hay, Am İsrael Hay”
Şarkısı çalmaya devam ederken, annem bebeğimi yukarıya getirdi. Bebek içtiği bir damla şarabın etkisiyle uyuyordu. Soni de yatağın kenarında oturuyor ve kardeşinin elini tutuyordu. Üzerinde içi kürklü yeşil deri ceketi vardı ve çok yakışıklıydı. Herkes çok mutluydu. Rüyam gerçekleşmiş ve Hay Eytan hayatımıza bütün haşmetiyle girmişti. Tanrı’ya verdiği bütün sevinçler için şükrederken, sarışın, güneş renkli oğulcuklarıma sıkı sıkı sarılıyordum.
Yazı dizisinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
*Yazının başlığı yazarın onayıyla değiştirilmiştir.
Kaynak: Sara Yanarocak
1984 yılı yılbaşı gecesi artık ‘karnı burnunda’ tabir edilen bir vaziyetteydim. O gece televizyonun karşısında kurduğumuz sofrada Soni, David ve ben otururken, Soni kardeşi için aldığımız deri kumaş karışımı patiklerini de sofraya koymuştu. Patikleri kendi tabağının yanına yerleştirmişti. Çok heyecanlıydı. “Anne gelecek sene yılbaşı gecesi, kardeşim de bu sofrada olacak” diyordu.
O sene Soni üst üste o kadar çok hastalanıyordu ki, ben artık korkudan ve sıkıntıdan çökmüş bir durumdaydım. Sokağa neredeyse hiç çıkmıyordum. Hep evdeydik. Ablam ve çocuklar, komşularım Canan ve Nilgün ve has dostum Fügen sürekli yanımda oluyorlardı.
Bu hamileliğimde Soni’de olduğu gibi kusma veya kokulara karşı hiçbir hassasiyetim yoktu. Soni’de olduğu gibi makarnaya da sardırmamıştım. Sadece bir gece saat 23.00 sularında çok ilginç bir şey yaşadım. Hava buz gibi, Ocak ayının ortalarındayız, yatmaya hazırlanıyoruz, birden bire ağzımın içinde, tarif edilmez bir Coca-Cola tadı hissettim, ağzım sulandı ve David’e ”Kola istiyorum” dedim. Son Kola’yı David akşam yemeğinde içmişti. Ben zaten gaz yapacak diye hiç içmiyordum. David “Tamam yarın alır içersin” dedi. Bunu kelimelerle anlatamam imkansız, içimde duyumsadığım Kola isteğini tarif edemem. Gözyaşları içinde, çaresizlikle koltuğa çöktüm. Soni uyuyordu. David mecburen paltosunu giydi, atkısına sarındı, botlarını giymeye başladı. Zavallıcık bütün Bahariye’yi dolaşmış, o saatte açık tek bir bakkal veya süpermarket yokmuş. Sonunda açık bir kıraathane görmüş. İçeri girince yerlerde temizlik yapılıyormuş. Masalar, sandalyeler kenarda üst üste duruyormuş. David’e “Abi kapalıyız” demişler. David bir şişe Kola istediğini söylemiş. Kasanın da kapandığını söylemişler. David evde hamile karısının evde kola aşerdiğini ve ağladığını anlatınca adam kasanın yanındaki mostralık şişelerden bir tanesini vererek ”Al abi yengeye helal olsun” demiş. David’in zorla cebine parayı sokmuş. Ben evimde şişe açacağı ile onu beklerken zil çaldı. Şişeyi paltosunun içinde saklamış, bulamadığını söyleyince, ben hüngür hüngür ağlamaya başladım. Telaşla, şaka yaptığını söyleyip, bana cam şişeyi uzattı. Ben onu açıp kafama diktim. O bağcıklı botlarını daha açıp çıkaramadan, ben şişeyi bitirmiştim bile. O kadar mutluydum ki size tarif etmem mümkün değil. Ertesi akşam David eve litrelik bir kasa Coca-Cola getirdi ama, benim kılım bile kıpırdamadı. Bir daha hiç Coca Cola içmedim. İnanmayacaksınız ama bu krizi bana karnımdaki bebek yaşatmıştı. Küçük oğlum Hay Eytan iptila derecesinde Kola seven bir insan olmuştu. Geçen sene sigarayı bırakırcasına çok zorluk çekerek Kola’yı bıraktı.
Ocak ayının ikinci haftası Soni ateşlendi. Ateşi bir türlü düşmüyordu. Yapılan kan tahlillerinde analizi yapan biolog, kanda bazı atipik hücreler olduğunu söyleyince aklım çıktı. Doktora gittik, ben kriz halindeyim. Çocuk doktorumuz Rana Beşe, Hematolog Prof. Dr. Yücel Tamgün’den bizim için bir randevu aldı. Ertesi gün gidecektik. O gece herkes uyurken ben kocaman göbeğimle evin içinde turlanıp, on dakikada bir Soni’nin nefesini dinliyordum. O gece o kadar azap içindeydim ki, sabah tuvalete girip aynaya baktığımda, ihtiyar ve çökük bir kadının bana baktığını gördüm. Dehşet içindeydim. O gün öğleden sonra, David eve geldi, Soni ile beni arabaya atıp Teşvikiye’deki doktora götürdü. Doktor çocuğu muayene etti ve bizzat kanını aldı ve “siz yarım saat içeride bekleyin, sizi çağıracağım” dedi. O yarım saat ömrümün en acı saatiydi sanırım. Bizi içeri çağırdı. Bacaklarım titriyordu. Doktor elindeki tetkiklere bakarak ”Soni’nin kötü bir şeyi yok. Kulak altındaki gangliyonlarına bakteri bulaşmış. Ona iğne ve ağızdan yazdığım antibiyotiklerle tedavi olacak. Kesinlikle lösemi değil” dedi. Sevinçten ağlayıp çocuğuma sıkıca sarıldım. Tanrı’ya nasıl şükrettiğimi bilemezsiniz. Neredeyse doktorda secdeye gelecektim. Eve döndük. Herkese müjdeyi verdik. İlaçlar, iğneci derken, yattık uyuduk. Ertesi sabah düzensiz doğum sancılarıyla uyandım. Daha doğuma bir ay vardı. O gün akşam üstüne kadar, düzensiz aralıklarla ağrı çektim. Soni için sevinçliyken bu sefer karnımdaki bebek için endişelenmeye başlamıştım. Doktoru aradım. Yanıma küçük bir çanta yapıp hastaneye gelmemi istedi. Tabii ki, David eve erken geldi, beni arabaya attı ve bu kez Şişli’deki Can Hastanesi’ne gittik. Doktor beni muayene etti, ”Henüz doğum başlamamış, bu akşam hastanede yatacaksınız. Bir serum takılacak. Sabaha kadar sancı durursa, eve dönersiniz. Aksi halde farklı bir serum takıp doğumu başlatacağız ve çocuğu alacağız. Tam gelişmemişse kuvöze koyarız” dedi.
Odaya çıktık, serum takıldı ve bekleyiş başladı. Bütün gece gözümü kırpmadım, çünkü ağrılar devam ediyordu, sabah 5 sularında ağrım durdu. Serum da bitti. Doktor çok erken bir saatte odama geldi. Ağrının durduğunu öğrenince “gözümüz aydın” dedi. Plasentayı kuvvetlendirecek bir hap vererek beni taburcu etti. Eve neşeyle döndük. İkinci faciayı da atlatmıştık. Nedir ki korkudan ve sinirden başlayan sahte kasılmaların sonucunda, ben o kadar gerilmiştim ki, eve dönünce bu sefer yemek borum kasıldı ve su bile yutamamaya başladım. Yutmak için verdiğim ağrı mücadelesini tarif etmem olanaksız. Annem başımda yemek yememi istiyor, bense suyu bile yutamıyorum. Yemek borusunda takılan lokmalar o kadar acı veriyordu ki, ben ağrıdan bağırıyordum. Sulu yiyecekleri bile yiyemiyordum. Bu durum tam iki gün sürdü. Doktorun verdiği hafif müsekkin ve magnezyumlu şurup ile yemek borumun kasılması açıldı. Ağrısız yutabildiğim ilk yarım bardak su için de Tanrı’ya şükrettim. Bir insanın yiyip içtiğini rahatça yutabilmesinin ne kadar büyük bir mutluluk olduğunu biliyor musunuz? Bunun için her lokmayı yutarken Tanrı’ya müteşekkir olmamız gerekir. Ben bu bilgeliklere o kış, 28 yaşımdayken ulaşmıştım. Ocağın son haftası artık iyileşen ve okula başlayan Soni bir sabah her tarafı döküntülerle uyandı. Tabii ki doktora gittik ve suçiçeği olduğunu öğrendik. Hiç telaşlanmadım, teşhis tamamdı ve olağan bir çocuk hastalığıydı. Hastalığının 11. gününde, David sabah 6’ da kalktığında ben de uyandım. Çok hafif bir sancıyla birlikte biraz da suyumun geldiğini gördüm. David’e bakarak ‘Artık 8,5 aylık hamileyim. Bu bebek sağlam doğar bence” dedim. Sakinlikle yatağı topladık. Soni’yi uyandırdık. Giyindi. Doğum çantası zaten hazırdı. Önce anneme gittik. Soni’yi teslim ettik, ben doktoru aradım. Doktor “Hadi tontonum gel, artık doğur, sen de kurtul, bebek de artık çıksın” dedi. Boğaz Köprüsü’nü geçerken, incecik bir kar serpiştiriyordu ama yol açıktı ve trafik akıyordu. Çok rahat ve huzurluydum. David’e “Bu bebeğin Bar-Mitzva’sı Şubat’ta olacak ve ben tayyörümün yakasına vizon kürk taktıracağım” dedim. David gülmeye başlamıştı. Soni’nin doğumuna da giderken, David’e, sünnette saçıma takacağım beyaz çiçekli tokalarımı çantaya koymasını söylemiştim. David onu hatırlattı. Hastaneye geldik. Doğum başlamıştı bile. Gerekli hazırlıklardan sonra doğum odasına alındım. Sanırım üç kere bağırdım. 15 dakika sonra oğlumuz Hay Eytan doğdu. 3.850 gram ve 54 cm boyundaydı. Eğer 9 aylık doğsaydı sanırım 4 kiloyu geçecekti.
Hay bebek, hiç uğraş vermeden kolaylıkla doğuvermişti. Hastanede, yanımda ablam ve David vardı. Bebek o kadar güzeldi ki, ablam eniştem Niso’yu aramış, ”Niso bebek o kadar güzel ki, yapma oyuncak bebeklere benziyor“ demişti. Çocuk minicik kalkık burunlu, pembe beyaz tenliydi. Altın renkli saçları vardır. Minik burun delikleri su damlası gibiydi. Dudakları koyu pembe gül koncası gibiydi. Biz ona “melek tozu” diyorduk. Kokusunu uyuşturucu gibi içime çekiyordum. Yatağın üzerine yatırmış, ablamla hayranlıkla onu seyrediyorduk. Hamileliğim çok sıkıntılı geçmişti ama sonunda Tanrı yüzüme gülmüş güzeller güzeli Hay Eytan’ımı kucağıma almıştım. Soni de evde heyecan içinde suçiçeğinin 15 günün dolmasını bekliyordu. Pazartesi günü doğan kardeşini ilk defa beş gün sonra, cumartesi günü hastaneye gelerek görebilmişti. Tabii ki Soni’ye baktığı için, annem de Hay’ı ilk defa o gün görebilmişti.
Hay, 6 Şubat 1984’te doğmuştu. 13 Şubat’ta hastanede Brit Mila’sını olmuştu. Hastane büyük bir kalabalıkla dolmuştu. Bu defa brit mila koltuğunda babam Hayim oturuyordu. Adaşı Hay’ı da annem kucağına alıp ona vermişti. Sünnet bittikten sonra konuklar kurulan sofralarda yiyip içerken, fonda Ofra Haza’nın 1983 yılının Eurovision şarkısı “HAY” şarkısı çalıyordu.
”Hay hay hay,
Am İsrael Hay”
Şarkısı çalmaya devam ederken, annem bebeğimi yukarıya getirdi. Bebek içtiği bir damla şarabın etkisiyle uyuyordu. Soni de yatağın kenarında oturuyor ve kardeşinin elini tutuyordu. Üzerinde içi kürklü yeşil deri ceketi vardı ve çok yakışıklıydı. Herkes çok mutluydu. Rüyam gerçekleşmiş ve Hay Eytan hayatımıza bütün haşmetiyle girmişti. Tanrı’ya verdiği bütün sevinçler için şükrederken, sarışın, güneş renkli oğulcuklarıma sıkı sıkı sarılıyordum.
Yazı dizisinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
*Yazının başlığı yazarın onayıyla değiştirilmiştir.
Paylaş: