Kültür Sanat Makaleler

Nelly & Nadine: Ravensbrück’ten Venezuela’ya Benzersiz Bir Aşk Hikayesi

Sylvie Bianchi için anneannesinin Ravensbrück toplama kampında geçirdiği zamanın belgeleri, hayatının çok büyük bir bölümünde incelenemeyecek kadar acı verici görünüyordu. Sylvie, bu kayıtları ailesinin Fransa’daki çiftlik evinin çatı katında onlarca yıl sakladı. Ancak bu tozlu kutuları açıp büyükannesinin ‘aslında’ kim olduğunu araştırmanın ve yeniden anlatmanın, bir toplama kampında başlayan şaşırtıcı bir aşk ve dayanıklılık öyküsünü gün yüzüne çıkarmanın vakti gelmişti.

İsveçli yönetmen Magnus Gertten, prömiyerini 72. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde yapan ve büyük beğeni toplayarak Teddy Ödülü’nü kazanan belgesel filmi Nelly & Nadine’de, Nelly Mousset-Vos’nun torunu Sylvie Bianchi’ye eşlik ediyor. Sylvie, 1987’de hayatını kaybeden ve geçmişi hakkında çok az şey bildiği anneannesinin yaşamının izleriyle yüzleşmeye hazırlanıyor. Çekingen ama duygusal bir anlatıcı olarak Sylvie, uzun zamandır hiç dokunmadığı ve içinde günlüklerin, Super-8 filmlerin ve fotoğrafların olduğu kutular sayesinde kendi aile geçmişine yavaş yavaş yaklaşıyor, anlatılmamış kör noktaları ve büyükannesinin Nadine Whang ile ilişkisinin neden yıllarca gizli tutulduğunu anlamaya çalışıyor.

Nelly Mousset-Vos, 1906 doğumlu, Belçikalı bir opera şarkıcısıdır. 1926’da müzik eleştirmeni Edouard Mousset ile evlenir, Claire ve Claude adında iki çocukları olur. Edouard ve Nelly, 1930’ların sonlarında boşanır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nelly bir şarkıcı olarak rahatça seyahat edebildiğinden bu hareketliliğini Fransız Direnişindeki kaçış ağlarına kurye hizmetleri sağlamak için kullanır. Casusluk şüphesiyle Gestapo tarafından tutuklanıp Fransa ve Almanya’daki farklı hapishanelerde tutsak edildikten sonra 1944 Aralık’ında kadın toplama kampı olarak da bilinen Ravensbrück’e getirilir.

Nadine Hwang, Çinli diplomat bir baba ve Belçikalı bir annenin çocuğu olarak 1902’de İspanya’da doğar. Aile daha sonra Çin’e taşınır ve Nadine burada bir Fransız okuluna devam eder. 1920’lerin sonunda Çin ordusuna fahri albay olarak atanır. Bu dönemlerdeki hayatı, Çin’de çok az kadının yaşayabileceği türdendir. Uluslararası seyahat edebilir, moda kıyafetler giyer, araba sürer ve her türlü sporu yapar. Nadine, 1930’ların başında Fransa’ya gittiğinde Paris edebiyat çevrelerinde kendisine yer bulur, bir dönem sevgilisi de olacağı öncü lezbiyen yazar Nathalie Barney’nin özel şoförlüğünü ve sekreterliğini yapar. 1960’ların başında Nelly’nin yazdığı bir mektuba göre, “Nadine savaş sırasında pek çok kişinin Pireneler yoluyla İspanya’ya kaçıp kurtulmasına yardım eder ama hiçbir zaman resmi direniş ağının bir üyesi olmamıştır”. Nadine de Nelly gibi casusluk şüphesiyle 1944’ün Mayıs ayında Ravensbrück’e gönderilir. Belgeselde buna çok fazla değinilmese de Nadine’in hikayesi bir yanıyla, toplama kamplarında olduğunu bildiğimiz çok az sayıda beyaz olmayan kadından birine de ışık tutmaktadır.

1944’ün Noel arifesinde, Fransız mahkumların çoğunlukta olduğu Ravensbrück’te Nelly’den Noel şarkıları söylemesi istenir. Birkaç şarkı sonunda karanlıktan bir ses yükselir: “Madame Butterfly’dan bir şey söyle!” Nelly önce tereddüt eder ancak sonra sevilen birini beklemekle ilgili bir arya olan “Un bel di vedremo”yu icra eder. Arya bittiğinde karanlıktaki ses ortaya çıkar, bu elbette Nadine Hwang’dan başkası değildir, Nelly’yi yanaklarından öper ve “Tanrı bize nazik davrandı.” der. O andan itibaren Nelly ve Nadine birbirlerine âşık olurlar. Nelly günlüklerinde 1944 Noel’i için “Gökyüzü, bir Noel hediyesi kadar tatlı.” diye yazar ve ekler: “Beni görünce Nadine’in gözleri ışıldadı.” Diğer kamplarda olduğu gibi insanlık tarihinin ifadesi en zor suçlarının işlendiği bir yerde, Ravensbrück’te, romantik bir ilişki inşa ederler. Tanıştıktan iki ay sonra, 1945 Şubat’ında Nelly, Mauthausen’e transfer edilir. Özellikle ayrı kaldıkları döneme ışık tutan yazılı belgeler bu iki kadının birbirlerine olan duygularını ortaya döker. Filmde Anne Coesens (Nelly) ve Bwanga Pilipili (Nadine) tarafından seslendirilen kısa ama özlü günlük ve mektuplarda romantik bir ilişki içinde oldukları apaçıktır.

Bulundukları kamplardan kurtulan çift, 1940’ların sonlarında Paris’te yeniden buluşur ve 1950’de Caracas, Venezuela’ya yerleşir. Nadine’in Caracas’ta çektiği amatör filmler, mektuplardakinin aksine, iki kadın arasındaki aşkı doğrudan göstermez. Görsel olarak, aşk ilişkisi daha az belirgindir. Bir öpücük veya samimi bir kucaklama yoktur ama sevgi dolu fiziksel temaslar, örneğin birinin eli diğerinin omzunda, görülebilir. Belgeselde yer verilen bu kesitlerde izleyici bir an için Nelly’ye Nadine’in gözünden bakar ve aralarındaki ilişkiyi ancak küçük ayrıntılara, jestlere ve yüz ifadelerine dikkat ederse fark edebilir. Aile içinde hiç konuşulmamıştır ancak Caracas’taki apartman dairesinde çekilen bu filmler iki kadının özel hayatına dair bazı içgörüler sunar. Öte yandan, Nelly ve Nadine’in arkadaşı olan José Rafael Lovera, çiftin ilişkilerine atıfta bulunarak “Bu hiçbir şeyi saklamakla ilgili değildi. İkisinin arasında gördüğüm şey, sadece şefkat göstermenin ötesinde, daha güçlü bir şeydi.” der. Bu tasvir sayesinde, savaşın ortasında âşık olan bu iki kadın hakkında daha fazla şey öğreniriz. İkili, 1972’de Nadine hayatını kaybedene kadar mutlu ve özgürce yaşar.

Sylvie, yönetmen Magnus Gertten’e, Nadine’i hatırladığını ancak aile içinde Nadine’den yalnızca anneannesinin arkadaşı ya da ev arkadaşı olarak söz edildiğinden bahseder. Edebi biyografi yazarı Joan Shenkar Paris’te Sylvie ile buluştuğunda, Nelly ve Nadine’in ilişkisinin neden ancak şimdi açığa çıktığını ya da aile içinde bunun neden hiç konuşulmadığını sormakta ısrar eder. Sylvie için gözle görülür derecede duygusal olan bu anda, iki kadın arasındaki eşcinsel ilişkinin kendi aileleri içinde ne kadar utanç verici olduğu ve hâlâ da öyle görüldüğü netleşir. Daha da kötüsü, Sylvie’nin annesi Claude’ün Nadine’i asla kabul etmediğini ve bu ilişkinin açıkça konuşulmasını kesinlikle engellediğini öğreniriz. Bunun üzerine Shenkar hem Sylvie’ye hem de izleyicilere, sessizlikle ifade edilen ve böylece kuir tarihi görünmez kılan utanç ve damgalamanın toplumda hâlâ yaygın olduğunu ve Nelly’nin ailesinin davranışlarının yapısal bir soruna işaret ettiğini açıkça ortaya koyar ve yerinde bir cümleyle bu sorunun özüne iner: “Hiçbir şey, ifade edilene kadar, toplumsal olarak gerçek değildir.”

Buradan baktığımızda Nelly & Nadine belgeselini ‘benzersiz’ kılan şey, yalnızca hikâyenin kendisi değil elbette. Özellikle Nazi toplama kamplarındaki lezbiyen kadınların hikayeleri artık, genellikle tesadüfen de olsa, bulunuyor ve anlatılıyor. Nelly ve Nadine’in öyküsünden de anlaşılabileceği gibi, kadın eşcinselliğine dair sürmekte olan toplumsal ayrımcılık, tarihsel çalışmalarda da kendini gösteriyor. Holokost’ta kuir tarihlere dair araştırma yapan pek çok araştırmacı, örneğin Holokost’tan sağ kurtulanlarla yapılan sözlü tarih görüşmeleriyle ilgili olarak, kuir kişilerle arzulara ve kimliklere yer verilen görüşmeler yapıldığını ancak bunların çoğunlukla ‘hayatta kalmadığını’ ve halihazırda yerleşik homofobik çerçeve nedeniyle kişinin kendi kuir deneyimini formüle etmesini imkânsız hâle getirdiğini söylüyor. Öyle ki, bu gerçeğin bir parçası olarak, toplama kamplarındaki kadın eşcinselliği hakkında bildiklerimizin çoğunu şimdiye kadar hayatta kalan heteroseksüel kadınların anlatımlarından öğrendik. Bununla beraber, biliyoruz ki, Nasyonal Sosyalist dönemde eşcinsel erkeklerin aksine kadın eşcinselliği istisna birkaç belge dışında ayrı bir mahkûm kategorisine alınmadı. Bu nedenle, arşiv kaynaklarının yokluğu ve savaş sonrası toplumda süren ayrımcılığın birleşimi, lezbiyen hayatta kalan hikayelerini araştırmayı zorlaştırıyor. Bu, trans hikayeler için ise imkansıza yakın. Dolayısıyla, Nelly & Nadine belgeselini asıl dikkat çekici kılan, bu aşk hikayesinin nasıl belgelendirildiği.

Nelly’nin günlükleri ve Nadine’in 8 mm filmleri, bir toplama kampında hayatta kalmaya, aşka ve umuda dair duygulandırıcı ve ama güçlü bir ışık tutuyor. Ayrıca öğreniyoruz ki, Nelly ve Nadine 1950’lerde yazılı notlarını yayınlatmak üzere düzenlemeye karar verip hem Ravensbrück’ten kurtulma hem de aşk hikayelerini tüm dünyaya duyurmak istemişlerdi. Tüm bunlar, hele ki böyle erken bir tarihte, hayatta kalanların kendi belge ve tanıklıklarının uluslararası olarak yayımlanmaya başlamasıyla pekâlâ ilişkilendirilebilirdi ancak taslakları reddedildi. Yine de bu kayıtların Nelly’nin ailesi tarafından korunmuş olması, hikâyenin kendisi kadar büyük ve benzersiz bir ‘mucize’. Belgeselin sonunda bu mucizeyi ve her şeye rağmen nezaketle korunan arşivi sınayan bir dönüm noktası daha var. Sylvie şimdiye kadar günlüklerin daktiloya çekilmiş bir versiyonuna sahipti ancak belgeleri incelerken kamp yaşamına dair el yazısıyla yazılmış başka notlar da olduğunu fark etti. Umuyorum ki, lezbiyen bir büyükannesi olduğunu ve aile içinde gizlenen bu gerçeği yavaş yavaş kabul eden Sylvie, bir gün bu notları hepimizle paylaşır ve gelecekte kuir akrabalarının tanıklıklarına denk gelecek kişiler için bu, hikayeleri farklı açılardan ele almaya yardımcı olur.

Not: Nelly & Nadine İsveç, Belçika, Almanya, Avusturya, Danimarka ve İsrail’de prömiyerini yaptı. Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’da 16 Aralık 2022’den bu yana sinema salonlarında seyircisiyle buluşuyor. Ocak 2023’te çeşitli platformlarda çevrimiçi olarak erişime açılacağı duyuruldu. Filme dair gelişmeleri izlemek için filmin resmi Twitter hesabını takip edebilirsiniz: @NellyNadineFilm