Dr. Anna Hájková’nın* bu yazısının orijinali 27 Ocak 2020 tarihinde Novara Media’da “Why We Need a Queer History of the Holocaust” başlığıyla yayımlanmıştır.
Çeviri: Tuğba Yavuz
Avusturyalı Holokost hayatta kalanı Therese Ungar, 1996 yılında Shoah Vakfı’na bir biyografik röportaj verdi. 1923’te Viyana’da doğan Ungar, 1944’te Auschwitz’e sürgün edilmeden önce 1942’de ailesiyle beraber Theresienstadt gettosuna gönderilmişti.
Bu gettoda iki tutsağın birbirleriyle yakınlaştığını, iki genç kızın sarılıp birbirlerini öptüğünü gördü. Bu, Ungar’ın kuir arzuya şahit olduğu ilk andı. Tepkisi önemli ölçüde olumsuzdu. Röportöre “Kızlar son derece uygunsuz ve çok acımasızdılar.” demişti. Ungar olanların açıklamasının tutsakların Auschwitz’de çok uzun zaman geçirmeleri ve kampın ahlak anlayışlarını yok etmesi olabileceğini tahmin ediyordu.
Böylesi bir açıklama beklenmedikti. Ungar o ilişkinin karşılıklı onaya dayalı olduğunda netti ancak bunu yine de iğrenerek anlatıyordu. Bu homofobik önyargı nereden geliyordu?
Homofobi, Holokost hayatta kalanlarının tanıklıklarında oldukça yaygın. Nerede büyüdüklerinden, Orta ve Batı Avrupa’daki asimile olmuş Yahudi ailelerden veya Doğu Avrupa’daki Ortodoks topluluklarından gelip gelmediklerinden bağımsız olarak hem genç hem yaşlı hayatta kalanlar, kamp ve gettolardaki eşcinsel arzuyu iğrenç ve yanlış olarak tanımlamakta. Alışılmadık bir biçimde, kadınlara yönelik homofobi belki de daha çok dile getirilmekte.
Ulrike Janz, Insa Eschebach ve Cathy Galbin gibi tarihçi, müze çalışanı ve lezbiyen aktivistler, hayatta kalanların anı kitaplarındaki homofobik önyargıları tartışmaya açtılar. Bunlar, anlatılması zor hikayeler: Ne de olsa, Holokost hayatta kalanlarını uzlaşmanın öncüleri ve önyargı karşıtı savaşçılar olarak görmek tercih ediliyor. Böyle olunca da bu konu, büyük oranda tanınmıyor ve İngilizce bağlamda da hemen hemen hiç içerilmiyor.
Bu feminist araştırmacılar, tutsak toplumundaki homofobinin tek başına eşcinsel erkeklere dönük Nazi zulmünün bir ürünü olmadığını iddia ediyor (Üçüncü Reich önceden var olan ve kötü şöhretli Paragraf 175’i[1] daha da kötüleştirdi). Benzer şekilde, savaştan önce Avrupa’nın bu kısımlarının geri kalmış olduğunu söyleyerek LGBT karşıtı baskın duruşu açıklamak yeterli değil. Weimar Cumhuriyetinde eşcinselliğin suç olmaktan çıkarılmasını talep eden bir hareket olduğu iyi bilinmektedir. 1932’de Polonya eşcinselliği suç olmaktan çıkarmış ve takip eden yıllarda Radclyffe Hall’un ikonik lezbiyen romanı The Well of Loneliness’ın Lehçe çevirisi yayımlanmıştır.
Daha ziyade, tarihsel bağlam bizi zor bir gerçekle yüzleşmeye zorluyor: Toplama kamplarındaki tutsaklar için homofobi, dışlamanın ve etiketlemenin güçlü bir aracıydı. Kampların muğlak ve şiddetli dünyasında bu, insanların tutsaklar arasındaki ‘öbür kötüler’e karşı kendi ‘benliklerini’ anlamlandırmalarına yardımcı olabiliyordu.
Peki ama, kimdi bu kuir mağdurlar?
Homofobi, tarihsel hafıza üzerinde geniş kapsamlı bir etkiye sahip. Basitçe, Holokost tarihlerinde neredeyse hiç kuir Yahudi yoktur. Eğer bulabilirseniz, bunlar genellikle aykırı figürlerdir. Fakat daha da önemlisi, homofobik önyargı, tüm dünyada Holokost hayatta kalanlarının bütün sözlü tarihsel koleksiyonlarını şekillendirmeye başladı. Geniş USC Shoah Vakfı arşivinde Yahudi hayatta kalanlarla yapılmış 52 binden fazla röportaj varken neredeyse hiçbiri eşcinsel arzudan bahsetmiyor. Bu, aralarında hiçbir kuirin olmadığı anlamına gelmiyor – bazılarının öyle olduğunu biliyorum. Fakat araştırmanın heteronormatif çerçevesi göz önüne alındığında, röportajda bunu gündeme getirmeye hiçbiri cesaret edemedi. Eksik tanıklıklarla, sanki bu insanlar hiç yaşamamış ve iz bırakmamış gibi oldu, ki bu, soykırımdan kurtulanlar için yıkıcı bir kaderdir.
5 yıl önce, bir kuir Holokost tarihi yazmaya başladım. Başlangıçta, bir kayıp arkeolojisini belgeleyeceğimi düşünüyordum. Ancak İsrail, Çekya, Almanya, Avusturya, İngiltere ve ABD arşivlerinde yapılan özenli araştırmalar, hayatta kalanlar ve onların çocukları ve torunlarıyla yapılan röportajlar sayesinde kamplarda ve gettolarda tutsak edilmişken hemcinsine âşık olan veya hemcinsiyle seks yapmış düzinelerce insanın hikayesini ortaya çıkarma şansı buldum. (Maalesef, herhangi bir trans geçmişine rastlamadım.)
Dürüst olmam gerekirse, bu, Holokost çalışmaları bağlamında bile zor bir araştırma. Bazı insanlar size kuir tarihin konudışı, alakasız olduğunu ve hakkında yazılmaması gerektiğini söyleyecektir. Eşcinselliğin, Holokost kurbanlarının itibarına bir saygısızlık olduğuna inanırlar. Ne yazık ki, bu sorgulama hatları bazen kendime karşı acı verici kişisel saldırılara yol açtı; mesleki yolum, araştırma bütünlüğüm, cinsel yönelimim ve aile geçmişim saldırıya uğradı. Ancak çoğunlukla insanların fikirlerini değiştirebildim ve neden daha az yargılayıcı ve daha kapsayıcı bir tarih için çabalamamız gerektiğini gösterebildim.
Holokost’taki kuir arzu, Holokost’ta kurban/mağdur toplumu hakkında bildiklerimize ve genel olarak cinselliğe yeni bir ışık tutuyor. Bazı insanlar sürgün edilmeden önce hemcinslerine ilgi duyduklarını zaten biliyor ama bunu adlandıramıyordu; bazıları yiyecek veya korunma karşılığında seks takas etti; diğerleri, kampların tek cinsiyetli ortamında gelişen ilişkiler yoluyla, aslında eşcinsel olduklarını anladılar. Cinsellik, eşcinsellik ya da heteroseksüellik arasında ve açıkça tanımlanmış değildir: akıcıdır. İnsanların en olağanüstü şartlarda bile diğer insanlarla yakınlık, samimiyet, şefkat ve seks peşinde koşmaları, cinselliğin nihayetinde insan davranışının ne kadar anahtar bir parçası olduğunu gösteriyor.
Gün yüzüne çıkarabildiğim en önemli hikayelerden biri Margot’a ait.
Almanya doğumlu Margot, Theresienstadt’a sürgün edildiğinde 14 yaşındaydı. Orada, “hayatının aşkı” diye tanımladığı kişiyle, Ditha adındaki Viyanalı bir kızla tanıştı. Ditha’nın Auschwitz’e sürgün edilmesinin Margot için bir tesellisi yoktu ve bu nedenle, o ve ailesi de birkaç gün sonra aynı yere sürüldüklerinde, Margot kız arkadaşıyla tekrar bir araya geldiği için mutluydu – Auschwitz’te. Birkaç hafta sonra SS onların bölüğünü kapattığında Margot, seçmeyi geçmeye çalışmayan ailesini geride bırakmaya (Seçmeyi geçmeyenler ölüme gönderiliyordu.) ve şimdi onun ailesi olan Ditha ile birlikte gitmeye karar verdi. Çift, Hamburg’da zorunlu çalıştırma ve Bergen-Belsen’de tifüsten sağ kurtuldu.
Margot hayatının geri kalanı boyunca Ditha ile iletişimde kaldı; New York’a taşındı ve Greenwich köyündeki bir lezbiyen alt kültürünün parçası oldu. Çocuk sahibi olmak için evlendi ve sonra boşandı. Üç yıl önce nihayet ailesine açılmıştı; onlarsa “Yeni bir şey söyle!” diyerek omuz silktiler. Onunki, toplama kamplarında lezbiyen beyanına sahip bir hayatta kalanın ilk tanıklığıdır. Onu ‘bulduğum’ için son derece şanslıyım çünkü tanıklıklar arasında sadece Margot’un anlatısı bu makalenin başındaki kınayıcı alıntıya farklı bir bakış açısı sunuyor.
Holokost, zamanımızın ikonik soykırımıdır. Hafızası çoğu kez siyasallaştırıldı, özellikle de sağ siyaset tarafından. Son yıllar, dünyanın dört bir yanındaki popülist politikacıların solcu bir toplumsal cinsiyet kapsayıcılığı ve politik doğruluk kültürünün toplama kamplarına yol açacağı iddialarına sahne oldu. Çek Senatosu’nun merhum başkanı Jaroslav Kubera, Nazizmin kurbanları için düzenlenen 2019’daki anma töreninde, bugün tehlikeli totalitarizmin farklı bir şekle büründüğünü belirtti: toplumsal cinsiyet eşitliği, politik doğruluk ve çok kültürlülük şekline.
Böyle saldırgan bir ifadeyi ‘muhafazakâr’ Doğru Avrupa kavramına atfetmek, asıl noktayı kaçıracaktır. Dünya çapındaki popülist dalga, zor zorular sormaktan korkmayan kapsayıcı bir tarihin ayrıklaşmasına katkıda bulunuyor. Holokost’un radikal, bağlantılı, anlaşılabilir bir tarihine ihtiyacımız var. Böylesi bir çalışma, en aşırı dışlanma ve damgalanma koşullarında insan davranışını ve kimi insanların tarihin değerli bir parçası olarak görülmemelerinin insani bedellerini araştıran bir kuir Holokost tarihi projesidir.
* Dr. Anna Hájková, Warwick Üniversitesinde öğretim görevlisidir ve kuir Holokost tarihi üzerine bir kitap yazmaktadır. “The Last Ghetto: An Everyday History of Theresienstadt” adlı kitabı Kasım 2020’de Oxford University Press tarafından basılmıştır.
[1] Alman Ceza Kanununun 175. Maddesi, Almanya’da 1 Ocak 1872’den 11 Haziran 1994’e kadar yürürlükte olan ve erkekler arasındaki eşcinsel ilişkileri cezalandıran yasal bir normdu. 1935’te Nazi rejimi, bu maddenin içeriğini sertleştirdi. Eşcinsellik, bazı bireylerden diğerlerine ahlaksızlık olarak bulaşabilecek bir ırksal yozlaşmanın işareti olarak görüldüğü için bastırılmaya çalışıldı. ‘Önleyici’ ve koşulsuz tutuklamalar için toplama kamplarına sürülen ve yeşil veya pembe üçgenle işaretlenen yaklaşık 10 bin erkeğin sadece %40’ı hayatta kaldı. Naziler, lezbiyenleri ise anti-sosyal ve Alman toplumunun saflığına karşı büyük bir tehdit olarak görüyordu; bu nedenle toplama kamplarında onları belirlemek için siyah üçgen rozet kullanılıyordu. (ç.n.)
[…] adlı kitabı Kasım 2020’de Oxford University Press tarafından basılmıştır. [1] Alman Ceza Kanununun 175. Maddesi, Almanya’da 1 Ocak 1872’den 11 Haziran 1994’e kadar […]
[…] homofobik çerçeve nedeniyle kişinin kendi kuir deneyimini formüle etmesini imkânsız hâle getirdiğini söylüyor. Öyle ki, bu gerçeğin bir parçası olarak, toplama kamplarındaki kadın eşcinselliği […]