78 yılı artık bitmek üzereydi. Ben çocukla haşır neşir, bazı arkadaşlarımla ev ziyaretleri yaparak, çokça ablamla birlikte olarak, her gece de daha saat 17.00 iken takvimin sayfasını kopartarak günleri itelemeye çalışıyordum. Bazen Soni’yi kapalı, yüksek arabasına koyarak, Behiye’ye giderdim. Artık onun eşi Rıfat da yedek subaylık görevine başlamıştı. Eşi yokken Behiye de annesinde kalıyordu. Uzun uzun sohbet ederdik. Sara Ravuna da 77 yılının aralık ayında anne olmuştu. Rafi adında güzel bir erkek bebeği vardı. Hayatlarımız oldukça farklılaşmıştı. Bazen onunla da buluşur, bebek sohbetleri yapardık.
Soni çok hızlı büyüyordu. Kendi bebek, ebatları minik bir oğlan çocuğu gibiydi. Çok çabuk konuşmaya başlamıştı. Evde teyzem de olduğu için Ladino da öğreniyor ve lafa karışıyordu. Mesela yere düşerse “se kayo” (düştü) derdi. Yediğini çıkarırsa “lo kito” (çıkardı) derdi. Çok gülerdik. Cuma akşamları babam Kiduş duası ederken, yüksek sandalyesinde babamın yanında otururdu. Babamın şarabından bir yudum içer ağzını şaplatırdı. Amotsi ekmeğinden de tuzlu lokmasını yerdi. Babam duayı bitirince “amen” derdi. Babamın gözleri parlardı. Ona küçük lokmalarla yemek yedirirdi. Çocuk, altın rengi saçlarıyla Şabat sofrasına adeta ışık saçardı.
Soni, 77 yılının Roş Aşana gecesi doğmuş, 78 yılının Yom Kipur akşamı ilk adımlarını atmış ve sevinçle ellerini çarpmış ve “bavvo” (bravo) deyip gülmüş, bana doğru gelmişti. Bunlar unutulur sevinçler değil tabii ki. David gittikten tam iki buçuk ay sonra görevle izinli gelmişti. 15 gün kalacaktı. Komutanına teklif götürmüş ve asker ocağında tost ve sandviç satmayı önermişti. Komutan da onu özel izinle tost makinesi ve büfe için gerekli olan gereçleri alması için İstanbul’a göndermişti.
David taşı sıkarak para kazanmayı bildiği için, o sırada Doğubeyazıt’ta bulunan pasajların içindeki kaçak mallar satan dükanların varlığını keşfetmişti. Bu bölge tam İran sınırında olduğu için kaçakçılar gizlice geçirdikleri ithal malları o pasajlardaki mağazalarında satarlardı. David orayı keşfedince yaşantısına renk gelmişti. Her gün mesaiden sonra çarşıya iner, bazı şeyler satın alırdı. Mesela ateş ölçer termometreleri neredeyse bedava fiyata satarlardı. Ayrıca kalemler ve silgiler de keza. İzne geldiği zaman bu termometre ve kalemlerden birkaç düzine getirmiş, eczane ve bakkallara iyi fiyatlara satmıştı.
Hiç unutmam, onun tatili boyunca defalarca restoranlarda harika yemekler yemiş, sinemalara gitmiş, hatta Soni’ye harika bir kışlık palto ve bot almıştık. Aldığı tost makinesini kargo ile göndermişti. Dönüşünde kurduğu çay ocağında tost satışları patlamış, Komutan ihya olmuştu. Bir keresinde “Siz Yahudiler inanılmaz insanlarsınız” demiş David’e. David pasajda gördüğü malların listesini yapar ve bana mektupta istediklerimi seçmemi söylerdi. Oradan ailenin hanımlarına çantalar, erkeklerine şemsiyeler hediye getirirdi. Bizim için Çin porseleninden kahve fincanları, mutfak araç gereçleri, teflonlu kırmızı tencere takımı, termos çaydanlık, incecik porselen biblolar, tabak, çanak, Çin porseleninden kaseler, daha neler neler getirmişti.
Artık günlerini bu sayede daha mutlu ve renkli geçiriyordu. Erler onu çok severdi çünkü hepsine sevgiyle yaklaşır, kimseye dayak atmazdı. Erlerin asker ocağında subaylardan ölümüne dayak yediklerini üzüntüyle anlatırdı. Askerler arası futbol turnuvalarında hakemlik yapardı. Bazı sabahlar uyanıp araziye eğitim için gittiklerinde Ağrı Dağı’nın tepelerinden aşağıya inen bulutlar tankların üzerini kapatıp, onları yok edermiş. Erler heyecanla ”komutanım tanklarımız çalındı” diye bağırırlarmış David gülerek onları sakinleştirince, bulutların içine dalıp tanklara ulaşırlarmış. Doğubeyazıt’ta bulunan İshak Paşa Sarayı’nı ziyaret etmiş ve güzelliğini anlata anlata bitirememişti.
İzinli geldiği zaman valizlerini heyecanla açar, aldıklarını çıkartırdı. Gardırobumuzun yüklükleri artık hınca hınç doluyordu. Asker dönüşü kuracağımız kendi evimizin hayallerini kurup mutlu olurduk. Aslında hayal kurmak ve umut etmek, sahip olmaktan daha heyecan verici duygulardır. Bunları daha o yaşımda kavramıştım. Çok çabuk elde edilen mutlulukların kıymeti çok bilinemez. İnsan karakteri böyledir. Çünkü bir şeye çabucak kavuşursanız, bir süre sonra bunu içselleştirir ve kıymetinin ayırdına varamazsınız. David’in Kasım izninde Soni 14 aylıktı. Koşuyor, konuşuyordu. İlk gün David’e fazla takılmadı, ama akşam olup da yanımda yattığını görünce, David’i alıcı gözüyle inceledi, biraz kıskandı ve ayakkabısının topuğuyla vurarak azıcık kafasını şişirdi. Ben ağlama numarası yapınca, bu sefer çok üzüldü, gözleri kızardı ve ağlayarak babasına sarıldı. Sonra kanka oldular.
79 yılının başında babam bir enfraktüs krizi geçirdi. 62 yaşındaydı. Bir buçuk ay boyunca tuvalet hariç sırt üstü yatıp dinlendi. Kardiyolog doktor her hafta eve gelir, elektro çekerdi. Sonra annemi, babama çok iyi baktığı için kutlardı. O aylar çok zordu. Babamın mesleği muhasebecilik olduğu için, bütün muhasebe işlerini ben yapıyordum. Firmaların sahipleri haftada bir bizim eve geliyorlar ve evrak getiriyorlardı. Babam bana yevmiye ve defter-i kebir tutmayı öğretmişti. Önce hepsini kurşun kalemle yapardım, babam yattığı yerden kontrol edip onaylayınca, bu sefer dolmakalemle üstünden geçer, ardından kurşun kalemleri silerdim.
Öyle anlattığıma bakmayın, 23 yaşındaydım, Soni’ye ayırdığım zamanlar haricinde, bütün gün muhasebe yapardım. En sinir olduğum şey ise balans hesaplarıyla uğraşmaktı. Buna mizan da denirdi. Bazen iki kolon arası birkaç kuruş fark ederse, haydi yeniden hesap makinesinde toplama işlemleri başlardı. Geceleri rüyamda hep hesap yapardım. Bilinçaltım tıka basa rakamlarla doluydu. Babam sabrıma ve çalışmama bakar, bana sevgiyle gülümserdi. Aslında canım babacığıma ne yapsam, yine de azdı. Çünkü o dünya tatlısı, cömert, fedakar, sabırlı, sevgi dolu bir insandı.
Babam Mart ayında artık ayaklanmıştı ama hala evde dinleniyordu. Daimi ilaçları vardı. Annem ona saksıdaki orkideler gibi özen gösteriyordu. Hepimiz etrafında pervane olurduk. Soni 18 aylıkken David bir aylık iznine geldi. Ev sakinleşmişti. Ziyaretçiler, komşular, babamın firmalarının sahipleri daha az gelir olmuşlardı. Mart ayı bilanço ayıdır. Bu sefer imdadıma Rebeka halamın oğlu, kuzenim Avram Kalvo yetişmişti. Avram da usta bir muhasebeciydi. İki üç Pazar günü, üst üste bizim eve gelir ve babamla konuştuktan sonra bilanço hesaplarını yapardı. Avram’ın bu yaptığı jest çok anlamlıydı, çünkü Avrupa yakasından kalkıp gelirdi. Üstelik evli ve iki çocuk babasıydı. Aile bağları ve çocukların aile büyüklerine olan saygıları eskiden bambaşkaydı. Aile demek şimdilerde olduğu gibi, salt çekirdek aile demek değildi. Bir aksilik veya sevinçte koskoca aile tek vücut olup, o günleri atlatmaya çalışırlardı. Şimdilerde yaşanan bireysel davranışlar ve bencillikler o devirlerde yoktu.
O Mart ayında bir gün Topağacı’ndaki İsrael Konsolosluğu’na gidip yeni bir Aliya dosyası açtırmıştık. Bu seferki Aliya programına göre Haifa şehrinde bulunan Technion Üniversitesi’ndeki ulpana gidecek, oradaki lojmanlarda kalacaktık. David master programına, ben de bir bölüme girip üniversite okuyacaktım. Bu programlarda çocuklar için okulun kreşleri ve yuvaları hizmet verirlerdi. Artık sanki hayallerim gerçekleşecek gibiydi!
79 yılında İran’da Şah dönemi bitmiş, Humeyni’nin Molla Dönemi başlamıştı. Sınıra yakın askerden olan David, Türkiye’nin o sırada sınırda her an tetikte olduğunu anlatırdı. Türkiye’nin üzerinde de kara bulutlar vardı. Kahramanmaraş olayları patlak vermişti. Memleket iki parçaya ayrılmıştı. Ülkücüler ve Solcular ölesiye vuruşuyorlardı. TRT her akşam o gün şehit olanların ve terörle birbirlerini vuranların adlarını okurdu. Bu isimlerin sonu gelmezdi. Bankalara sık sık soygunlar yapılıyor ve insanlar rehin alınıyorlardı. Artık Mavi Bereliler adı verilen bir asker grubu vardı. Her bankanın ve resmi dairenin kapısında, makineli tüfekli mavi bereli askerler nöbet tutarlardı.
Memlekette yakıt sıkıntısı vardı. Evimizin sıcak suyu gazlı termosifon sayesinde akardı. Gaz yoksa banyo yapmak imkansız hale gelirdi. Gıda pazarları gaz temin ederler, 10 liralık gaz için 20 lira rüşvet alırlardı. Gıda pazarının sahibi anneme telefon eder, ertesi gün gaz geleceğini söylerdi. Annem hemen gider, 20 lira rüşveti verdikten sonra, ertesi günü bidonuyla kuyruğa girer ve gaz alırdı. David asker iznine geldiğinde annemle dönüşümlü kuyrukta beklerlerdi. Onlar çok zor yıllardı. Hiçbir şey kolay bulunmazdı. Mesela Türk Kahvesi karaborsada idi. Eniştem Tahtakale’de bulabildiği kahve çekirdeklerini getirir, annem onu pirinçten yapılmış eski kahve değirmeninde çekerdi. Annem gençliğini hatırlar ve 2. Dünya Savaşı yıllarında içtikleri nohutlu kahveleri anlatırdı.
David’in izinli olduğu o Mart ayında iki kere Avrupa yakasındaki Kalender Orduevi’nin restoranına gitmiştik. David yedek subay üniformasını giyerdi. Oradaki ızgara etlerin ve balıkların, mezelerin fiyatları bize bedava gibi geliyordu. İstediğiniz kadar Türk kahvesi içebiliyordunuz. Bir fincan kahve iki buçuk lira idi. O gün yemekten sonra peş peşe iki fincan içmiştim. Çünkü evdeki kahveleri idareli kullanmak zorundaydık.
Aynı hafta Pazar günü bu sefer arkadaşımız Mordo Toledo ve nişanlısı Viki ile yine oraya gitmiştik. Mordo listedeki fiyatları görünce gözleri hayretle açılmıştı. Hiç unutmam sonra 5 çayına Tarabya Oteli’ne gidip Zerrin Özer’i dinlemiştik. Çıkışta Mordo, David’e dönüp ”David, Kalender’e yine gidip, masayı etle donatalım” demişti. Çok gençtik, neşeliydik, kahkahalar atarak masaya gelen karışık ızgaraları yemiş, keyfine varmıştık. Serde gençlik ve aşk varsa hayat güzel oluyordu.
Yaz aylarında Soni’yi alıp her gün Moda Çay Bahçesi’ne giderdim. Oradaki sevgili arkadaşım Eti Varon’du. Eti ile genç kızken orada ahbap olmuştuk. O ilk bebeği Eva’yı, ben de Ari’yi götürür onunla uzun uzun konuşurduk. 6 yıl sonra ben artık anne olmuştum, Eti de ikinci çocuğu Sabi’yi pusetine koyup sabahları oraya gelirdi. Artık ikinci dönem yarenliğimiz başlamıştı. Uzun uzun okuduğumuz kitapları birbirimize anlatır, onların üzerine konuşurduk. Birbirimize yeni kitaplar tavsiye ederdik. Eti’nin sakin ve soylu duruşu bana her yaşımda huzur ve sevgi verir. Daha sonraki yıllarda o Şalom Gazetesi’nde çalışmaya başlayınca, bu sefer vapur veya dolmuş sohbetlerimiz başlamıştı. Şimdi o İstanbul’da, ben İsrael’de, ama sevgimiz tam gaz devam ediyor. Eti sevecen, kibar, kompleksleri olmayan muhteşem bir hanımefendidir. Benim için büyük bir kazanımdır.
79 yılının Eylül ayı yaklaşırken artık terhis günleri yaklaşıyordu. Soni tam 2 yaşındaydı. Boyu 98 cm. kilosu ise 12 kg.’dı. Yani 3 yaş boyutlarındaydı. Doktoru onu ölçtüğü zaman “Bu oğlan babasından daha da uzun olacak demişti” öyle de oldu. Ve beklenen gün geldi, 18 aylık askerlikten sonra David teğmen rütbesini alarak eve döndü. Şimdi bizi yeni maceralar bekliyordu.
Yazı dizisinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
*Yazının başlığı yazarın onayıyla değiştirilmiştir.
Kaynak: Sara Yanarocak
78 yılı artık bitmek üzereydi. Ben çocukla haşır neşir, bazı arkadaşlarımla ev ziyaretleri yaparak, çokça ablamla birlikte olarak, her gece de daha saat 17.00 iken takvimin sayfasını kopartarak günleri itelemeye çalışıyordum. Bazen Soni’yi kapalı, yüksek arabasına koyarak, Behiye’ye giderdim. Artık onun eşi Rıfat da yedek subaylık görevine başlamıştı. Eşi yokken Behiye de annesinde kalıyordu. Uzun uzun sohbet ederdik. Sara Ravuna da 77 yılının aralık ayında anne olmuştu. Rafi adında güzel bir erkek bebeği vardı. Hayatlarımız oldukça farklılaşmıştı. Bazen onunla da buluşur, bebek sohbetleri yapardık.
Soni çok hızlı büyüyordu. Kendi bebek, ebatları minik bir oğlan çocuğu gibiydi. Çok çabuk konuşmaya başlamıştı. Evde teyzem de olduğu için Ladino da öğreniyor ve lafa karışıyordu. Mesela yere düşerse “se kayo” (düştü) derdi. Yediğini çıkarırsa “lo kito” (çıkardı) derdi. Çok gülerdik. Cuma akşamları babam Kiduş duası ederken, yüksek sandalyesinde babamın yanında otururdu. Babamın şarabından bir yudum içer ağzını şaplatırdı. Amotsi ekmeğinden de tuzlu lokmasını yerdi. Babam duayı bitirince “amen” derdi. Babamın gözleri parlardı. Ona küçük lokmalarla yemek yedirirdi. Çocuk, altın rengi saçlarıyla Şabat sofrasına adeta ışık saçardı.
Soni, 77 yılının Roş Aşana gecesi doğmuş, 78 yılının Yom Kipur akşamı ilk adımlarını atmış ve sevinçle ellerini çarpmış ve “bavvo” (bravo) deyip gülmüş, bana doğru gelmişti. Bunlar unutulur sevinçler değil tabii ki. David gittikten tam iki buçuk ay sonra görevle izinli gelmişti. 15 gün kalacaktı. Komutanına teklif götürmüş ve asker ocağında tost ve sandviç satmayı önermişti. Komutan da onu özel izinle tost makinesi ve büfe için gerekli olan gereçleri alması için İstanbul’a göndermişti.
David taşı sıkarak para kazanmayı bildiği için, o sırada Doğubeyazıt’ta bulunan pasajların içindeki kaçak mallar satan dükanların varlığını keşfetmişti. Bu bölge tam İran sınırında olduğu için kaçakçılar gizlice geçirdikleri ithal malları o pasajlardaki mağazalarında satarlardı. David orayı keşfedince yaşantısına renk gelmişti. Her gün mesaiden sonra çarşıya iner, bazı şeyler satın alırdı. Mesela ateş ölçer termometreleri neredeyse bedava fiyata satarlardı. Ayrıca kalemler ve silgiler de keza. İzne geldiği zaman bu termometre ve kalemlerden birkaç düzine getirmiş, eczane ve bakkallara iyi fiyatlara satmıştı.
Hiç unutmam, onun tatili boyunca defalarca restoranlarda harika yemekler yemiş, sinemalara gitmiş, hatta Soni’ye harika bir kışlık palto ve bot almıştık. Aldığı tost makinesini kargo ile göndermişti. Dönüşünde kurduğu çay ocağında tost satışları patlamış, Komutan ihya olmuştu. Bir keresinde “Siz Yahudiler inanılmaz insanlarsınız” demiş David’e. David pasajda gördüğü malların listesini yapar ve bana mektupta istediklerimi seçmemi söylerdi. Oradan ailenin hanımlarına çantalar, erkeklerine şemsiyeler hediye getirirdi. Bizim için Çin porseleninden kahve fincanları, mutfak araç gereçleri, teflonlu kırmızı tencere takımı, termos çaydanlık, incecik porselen biblolar, tabak, çanak, Çin porseleninden kaseler, daha neler neler getirmişti.
Artık günlerini bu sayede daha mutlu ve renkli geçiriyordu. Erler onu çok severdi çünkü hepsine sevgiyle yaklaşır, kimseye dayak atmazdı. Erlerin asker ocağında subaylardan ölümüne dayak yediklerini üzüntüyle anlatırdı. Askerler arası futbol turnuvalarında hakemlik yapardı. Bazı sabahlar uyanıp araziye eğitim için gittiklerinde Ağrı Dağı’nın tepelerinden aşağıya inen bulutlar tankların üzerini kapatıp, onları yok edermiş. Erler heyecanla ”komutanım tanklarımız çalındı” diye bağırırlarmış David gülerek onları sakinleştirince, bulutların içine dalıp tanklara ulaşırlarmış. Doğubeyazıt’ta bulunan İshak Paşa Sarayı’nı ziyaret etmiş ve güzelliğini anlata anlata bitirememişti.
İzinli geldiği zaman valizlerini heyecanla açar, aldıklarını çıkartırdı. Gardırobumuzun yüklükleri artık hınca hınç doluyordu. Asker dönüşü kuracağımız kendi evimizin hayallerini kurup mutlu olurduk. Aslında hayal kurmak ve umut etmek, sahip olmaktan daha heyecan verici duygulardır. Bunları daha o yaşımda kavramıştım. Çok çabuk elde edilen mutlulukların kıymeti çok bilinemez. İnsan karakteri böyledir. Çünkü bir şeye çabucak kavuşursanız, bir süre sonra bunu içselleştirir ve kıymetinin ayırdına varamazsınız. David’in Kasım izninde Soni 14 aylıktı. Koşuyor, konuşuyordu. İlk gün David’e fazla takılmadı, ama akşam olup da yanımda yattığını görünce, David’i alıcı gözüyle inceledi, biraz kıskandı ve ayakkabısının topuğuyla vurarak azıcık kafasını şişirdi. Ben ağlama numarası yapınca, bu sefer çok üzüldü, gözleri kızardı ve ağlayarak babasına sarıldı. Sonra kanka oldular.
79 yılının başında babam bir enfraktüs krizi geçirdi. 62 yaşındaydı. Bir buçuk ay boyunca tuvalet hariç sırt üstü yatıp dinlendi. Kardiyolog doktor her hafta eve gelir, elektro çekerdi. Sonra annemi, babama çok iyi baktığı için kutlardı. O aylar çok zordu. Babamın mesleği muhasebecilik olduğu için, bütün muhasebe işlerini ben yapıyordum. Firmaların sahipleri haftada bir bizim eve geliyorlar ve evrak getiriyorlardı. Babam bana yevmiye ve defter-i kebir tutmayı öğretmişti. Önce hepsini kurşun kalemle yapardım, babam yattığı yerden kontrol edip onaylayınca, bu sefer dolmakalemle üstünden geçer, ardından kurşun kalemleri silerdim.
Öyle anlattığıma bakmayın, 23 yaşındaydım, Soni’ye ayırdığım zamanlar haricinde, bütün gün muhasebe yapardım. En sinir olduğum şey ise balans hesaplarıyla uğraşmaktı. Buna mizan da denirdi. Bazen iki kolon arası birkaç kuruş fark ederse, haydi yeniden hesap makinesinde toplama işlemleri başlardı. Geceleri rüyamda hep hesap yapardım. Bilinçaltım tıka basa rakamlarla doluydu. Babam sabrıma ve çalışmama bakar, bana sevgiyle gülümserdi. Aslında canım babacığıma ne yapsam, yine de azdı. Çünkü o dünya tatlısı, cömert, fedakar, sabırlı, sevgi dolu bir insandı.
Babam Mart ayında artık ayaklanmıştı ama hala evde dinleniyordu. Daimi ilaçları vardı. Annem ona saksıdaki orkideler gibi özen gösteriyordu. Hepimiz etrafında pervane olurduk. Soni 18 aylıkken David bir aylık iznine geldi. Ev sakinleşmişti. Ziyaretçiler, komşular, babamın firmalarının sahipleri daha az gelir olmuşlardı. Mart ayı bilanço ayıdır. Bu sefer imdadıma Rebeka halamın oğlu, kuzenim Avram Kalvo yetişmişti. Avram da usta bir muhasebeciydi. İki üç Pazar günü, üst üste bizim eve gelir ve babamla konuştuktan sonra bilanço hesaplarını yapardı. Avram’ın bu yaptığı jest çok anlamlıydı, çünkü Avrupa yakasından kalkıp gelirdi. Üstelik evli ve iki çocuk babasıydı. Aile bağları ve çocukların aile büyüklerine olan saygıları eskiden bambaşkaydı. Aile demek şimdilerde olduğu gibi, salt çekirdek aile demek değildi. Bir aksilik veya sevinçte koskoca aile tek vücut olup, o günleri atlatmaya çalışırlardı. Şimdilerde yaşanan bireysel davranışlar ve bencillikler o devirlerde yoktu.
O Mart ayında bir gün Topağacı’ndaki İsrael Konsolosluğu’na gidip yeni bir Aliya dosyası açtırmıştık. Bu seferki Aliya programına göre Haifa şehrinde bulunan Technion Üniversitesi’ndeki ulpana gidecek, oradaki lojmanlarda kalacaktık. David master programına, ben de bir bölüme girip üniversite okuyacaktım. Bu programlarda çocuklar için okulun kreşleri ve yuvaları hizmet verirlerdi. Artık sanki hayallerim gerçekleşecek gibiydi!
79 yılında İran’da Şah dönemi bitmiş, Humeyni’nin Molla Dönemi başlamıştı. Sınıra yakın askerden olan David, Türkiye’nin o sırada sınırda her an tetikte olduğunu anlatırdı. Türkiye’nin üzerinde de kara bulutlar vardı. Kahramanmaraş olayları patlak vermişti. Memleket iki parçaya ayrılmıştı. Ülkücüler ve Solcular ölesiye vuruşuyorlardı. TRT her akşam o gün şehit olanların ve terörle birbirlerini vuranların adlarını okurdu. Bu isimlerin sonu gelmezdi. Bankalara sık sık soygunlar yapılıyor ve insanlar rehin alınıyorlardı. Artık Mavi Bereliler adı verilen bir asker grubu vardı. Her bankanın ve resmi dairenin kapısında, makineli tüfekli mavi bereli askerler nöbet tutarlardı.
Memlekette yakıt sıkıntısı vardı. Evimizin sıcak suyu gazlı termosifon sayesinde akardı. Gaz yoksa banyo yapmak imkansız hale gelirdi. Gıda pazarları gaz temin ederler, 10 liralık gaz için 20 lira rüşvet alırlardı. Gıda pazarının sahibi anneme telefon eder, ertesi gün gaz geleceğini söylerdi. Annem hemen gider, 20 lira rüşveti verdikten sonra, ertesi günü bidonuyla kuyruğa girer ve gaz alırdı. David asker iznine geldiğinde annemle dönüşümlü kuyrukta beklerlerdi. Onlar çok zor yıllardı. Hiçbir şey kolay bulunmazdı. Mesela Türk Kahvesi karaborsada idi. Eniştem Tahtakale’de bulabildiği kahve çekirdeklerini getirir, annem onu pirinçten yapılmış eski kahve değirmeninde çekerdi. Annem gençliğini hatırlar ve 2. Dünya Savaşı yıllarında içtikleri nohutlu kahveleri anlatırdı.
David’in izinli olduğu o Mart ayında iki kere Avrupa yakasındaki Kalender Orduevi’nin restoranına gitmiştik. David yedek subay üniformasını giyerdi. Oradaki ızgara etlerin ve balıkların, mezelerin fiyatları bize bedava gibi geliyordu. İstediğiniz kadar Türk kahvesi içebiliyordunuz. Bir fincan kahve iki buçuk lira idi. O gün yemekten sonra peş peşe iki fincan içmiştim. Çünkü evdeki kahveleri idareli kullanmak zorundaydık.
Aynı hafta Pazar günü bu sefer arkadaşımız Mordo Toledo ve nişanlısı Viki ile yine oraya gitmiştik. Mordo listedeki fiyatları görünce gözleri hayretle açılmıştı. Hiç unutmam sonra 5 çayına Tarabya Oteli’ne gidip Zerrin Özer’i dinlemiştik. Çıkışta Mordo, David’e dönüp ”David, Kalender’e yine gidip, masayı etle donatalım” demişti. Çok gençtik, neşeliydik, kahkahalar atarak masaya gelen karışık ızgaraları yemiş, keyfine varmıştık. Serde gençlik ve aşk varsa hayat güzel oluyordu.
Yaz aylarında Soni’yi alıp her gün Moda Çay Bahçesi’ne giderdim. Oradaki sevgili arkadaşım Eti Varon’du. Eti ile genç kızken orada ahbap olmuştuk. O ilk bebeği Eva’yı, ben de Ari’yi götürür onunla uzun uzun konuşurduk. 6 yıl sonra ben artık anne olmuştum, Eti de ikinci çocuğu Sabi’yi pusetine koyup sabahları oraya gelirdi. Artık ikinci dönem yarenliğimiz başlamıştı. Uzun uzun okuduğumuz kitapları birbirimize anlatır, onların üzerine konuşurduk. Birbirimize yeni kitaplar tavsiye ederdik. Eti’nin sakin ve soylu duruşu bana her yaşımda huzur ve sevgi verir. Daha sonraki yıllarda o Şalom Gazetesi’nde çalışmaya başlayınca, bu sefer vapur veya dolmuş sohbetlerimiz başlamıştı. Şimdi o İstanbul’da, ben İsrael’de, ama sevgimiz tam gaz devam ediyor. Eti sevecen, kibar, kompleksleri olmayan muhteşem bir hanımefendidir. Benim için büyük bir kazanımdır.
79 yılının Eylül ayı yaklaşırken artık terhis günleri yaklaşıyordu. Soni tam 2 yaşındaydı. Boyu 98 cm. kilosu ise 12 kg.’dı. Yani 3 yaş boyutlarındaydı. Doktoru onu ölçtüğü zaman “Bu oğlan babasından daha da uzun olacak demişti” öyle de oldu. Ve beklenen gün geldi, 18 aylık askerlikten sonra David teğmen rütbesini alarak eve döndü. Şimdi bizi yeni maceralar bekliyordu.
Yazı dizisinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
*Yazının başlığı yazarın onayıyla değiştirilmiştir.
Paylaş: